Örf ve Adetler :Toplumun İyi ve Güzel Gördükleri

AİLE KÖŞESİ

Örf ve âdetler toplumun alışkanlıklarının bir ürünüdür ve sahip olunan değerleri yansıtır. Allah Resûlü de ashâbına iyilik yapmalarını, iyiliklere öncülük etmelerini, sonraki nesillere örnek olmalarını tavsiye ediyordu. Yaptıkları iyilikler sonraki nesiller tarafından kabul görüp uygulandıkça onların da kazanılan ecre ortak olacakları müjdesini veriyordu. Aynı şekilde kötülüğe öncülük ederek nesiller boyu devam etmesine neden olanların da yapılan cürümlere ortak olacaklarını bildiriyordu. Allah Resûlü bir taraftan güzel âdet başlatmayı ve devam ettirmeyi teşvik ederken diğer taraftan da kötü âdetleri güzel olanlarla değiştirmek ya da tamamen ortadan kaldırmak için çaba sarf ediyordu. Muhtaç durumda olanların yardımına koşmak gibi güzel bir âdeti başlatanı ve bunu devam ettirenleri müjdelerken kötü âdet başlatan ve bunu devam ettirenleri ise uyarıyordu.

İslâm Hukukçuları örf ve âdetleri, hukukun bir kaynağı olarak kabul etmiş, büyük önem ve tesire sahip olduklarını belirtmişlerdir. Bu itibarla örf ve âdetin hukuk kaidelerinin doğuşuna zemin hazırladığı, hukukun ve hukukî tasarrufların anlaşılması, yorumlanması ve uygulanmasına tesir ettiği, kendine bağlı hukuk, kaideleri ve hükümleriyle birlikte değişerek hukukun sosyal hayata uyumunu sağladığı belirtilmiştir. Muteber ve kabul edilebilir olabilmesi için de bazı şartlar belirlemişlerdir. Örneğin, örf ve âdetin dinin daha kuvvetli ve kesin delillerine aykırı bulunmaması şartların en belirgin olanıdır.

Toplumsal hayatta birlik ve düzenin temin edilmesinde örf ve âdetlerin etkisi ve yeri büyüktür. Özellikle yazılı kuralların olmadığı toplumlarda örf ve âdetler bu işlevi yerine getirmiştir. Bunun yanında örf ve âdetler toplumsal teamüllerin temelini oluşturmuş, ahlâk ve hukuk kurullarına da ilham kaynağı olmuştur. İnsanların benliklerine işleyen örf ve âdetler herkes tarafından kabul gördüğü için ihtilâfların çözümünde de etkili olmuştur. Ancak örf ve âdetlerin zaman içinde asıl gayesinden farklılaşarak devam ettirilmesi, gelişen, değişen şartlara uyarlanmasının zor oluşu, bazı durumlarda farklı yorumlanması ve yöreden yöreye değişebilmesi gibi sebeplerle bu konuda çeşitli sıkıntılar ortaya çıkabilmiştir.

Kur"ân-ı Kerîm"de örf ve âdetlerin varlığı kabul edildiği gibi bu hususta Müslüman"ın nasıl davranacağına da işaret edilmektedir. “Sen af yolunu tut, örfü emret, cahillerden yüz çevir.” âyetinde geçen ö“rf” lafzının ö“nceki dinlerin üzerinde ittifak ettiği, insanların yadırgamadığı güzel ve makul olan davranışlar” anlamının yanında “ma"rûf” (iyi ve güzel olan) anlamında da kullanıldığı belirtilmiştir. Örf ile aynı kökten türeyen ve “güzelliği akıl veya vahiy aracılığıyla bilinen her tür fiil” anlamında kullanılan “ma"rûf” kelimesi ise birçok âyette zikredilmektedir. “Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe (ma"rûfa) uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur.” Bu âyette ö“rf” kavramı, ma"rûf formunda ve “aklıselim, kişiler

tarafından kabul gören, toplumun şartlarına uygun” anlamındadır. Ayetlerde önceki ümmetlerin örf ve âdetleri mutlak anlamda kabul veya reddedilmemekte, örf, âdet, geleneklerin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun bulunanların kabul edilmesi, böyle olmayanların ise terk edilmesi istenmektedir: “Onlara, "Allah"ın indirdiğine uyun!" denildiğinde, "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!" derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”

“Allah, size (hükümlerini) açıklamak, sizden öncekilerin yollarını (geleneklerini) göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek istiyor. O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Câhiliye döneminde kabileler arasında sonu gelmeyen kan davaları ve aylarca süren savaşlar eksik olmazdı. Savaş ve kan davalarında kabile mensuplarının birlikte hareket etmelerini sağlayan taassup ve dayanışma duygusu çok güçlü idi. Bundan dolayı insaf sahibi kabile mensuplarının sesleri çıkmıyordu. Kur"an, müşriklerin bu tutumunu “hamiyyetü"l-câhiliyye” şeklinde isimlendirmiştir. Bunun yanında putperest anlayışı hâkim kılma anlamına gelen “hükmü"l-câhiliyye” nin de kabul edilemez olduğu belirtilmiştir. Kadınlar da “teberrücü"l-câhiliyye” yani Câhiliye döneminde görülen giyim kuşamdaki ölçüsüzlükler konusunda uyarılmıştır. Yine insanlardan kesin bir bilgiye dayanmayarak kişisel tahmin ve öngörüleri esas almak anlamına gelen “zannü"l-câhiliyye” den sakınmaları istenmiş ve bu âyetlerde işaret edilen câhiliye zihniyeti açıkça eleştirilmiştir.

Bunun yanında Kur"ân-ı Kerîm"de bazı uygulama ve davranışların tedrîcî olarak yasaklanması, tebliğ ve irşadda uygun lisan ve yöntem kullanılmasının emredilmesi, müşrik de olsa insanların değerlerine dil uzatılmamasının istenmesi ile alışagelen örf ve âdetlerin terk edilmesinin kolay olmadığına işaret edilmektedir.

Allah Resûlü de bu anlamda ma"rûf olan örfü kabul etmiştir. Hz. Âişe validemizin anlattığına göre, Ebû Süfyân"ın hanımı ve Muâviye"nin annesi olan Hind, bir gün Resûlullah"a gelip şöyle sorar: “Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân mala düşkün, çok cimri bir adamdır. Bu nedenle onun malından kendime ve çocuklarıma yetecek miktarı haberi olmadan almamın benim üzerime bir günahı var mıdır?” Resûlullah da ona, “Hayır yok. Sana ve çocuklarına yetecek miktarı örfe göre al.” buyurur. Hz. Peygamber Hind"e kocasının malından örfe uygun olarak alabileceğini söylerken alacağı miktar konusunda muhtemelen o günkü toplumda bir ailenin geçim standardını kastetmiştir. Zira Peygamber Efendimiz bir ailenin yiyecek ve giyecek gibi temel ihtiyaç miktarının belirlenmesinde, o ailenin bulunduğu beldenin örfünün ölçü alınmasının gerekli olduğuna Veda Hutbesi"nde dikkat çekmiştir.

Bazı hadis kaynaklarında Peygamber Efendimize atfedilmekle beraber, hadisçilerin çoğunluğuna göre hayat tarzı ve konulara bakış yöntemi açısından Allah Resûlü"ne en çok benzediği söylenen Abdullah b. Mes"ûd"a ait olan,

“Müminlerin iyi ve güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir; onların çirkin gördükleri, Allah katında da çirkindir.” sözü de o döneminde örf ve âdete bakış açısını yansıtması bakımından önemlidir.

Allah Resûlü İslâm"ın temel ilkelerine uygun olmayan câhiliye âdetlerine ise Veda Hutbesi"nde, “(Ey insanlar) şunu iyi bilin ki câhiliye zihniyetinden kaynaklanan her şey ayaklarımın altındadır ” buyurarak kesin bir dille karşı çıkmıştır.

Bilindiği gibi İslâm gelmeden önce câhiliye Arapları da hac yaparlardı. Atalarından gelen âdet üzere hacılara saygı gösterirler, su ve yemek ikram ederlerdi. Arafat"a çıkma, tavaf, telbiye, Safâ-Merve arasında sa"y, Hacerülesved"i öpme gibi fiilleri yerine getirirlerdi. Ancak Hz. İbrâhim"den beri yerine getirilen hac ibadeti, Mekke müşriklerinin örf ve âdetleri ile karıştırılmış, putların isimleri anılarak ve çıplak tavaf edilerek yapılır hâle gelmişti. Allah Resûlü, Mekke"nin fethi sırasında Kâbe ve etrafını putlardan temizledi. Hicretin dokuzuncu yılında yaptığı hacda, hac menâsikini uygulayarak ashâbına öğretti. İslâmiyet"ten önce var olan güzel âdetlerin hangilerinin devam edeceğine de açıklık getirdi: “Ey insanlar! Bilesiniz ki, bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamaz ve çıplak kişi de Kâbe"yi tavaf edemez.” “Bilesiniz ki, câhiliye devrinde iftihar vesilesi edilen her şey ve bütün kan davaları şu iki ayağımın altındadır. Ancak hâlen devam etmekte olan Kâbe"nin hizmet ve bakımı sidâne) ve hacılara su verilmesi (sikâye) bu hükmün dışındadır. Bu iki işi daha önceden yapanların devam etmesini onaylıyorum.”

O dönemde kâhin ve sihirbazlara gitmek yaygın bir âdet idi. Câhiliye Arapları gizli güçlerin etkisinden kurtulmak, nazardan korunmak için boyunlarında “nüfre, tencis, temîme, nüşre, ta"viz, tevele, hasûme” isimleri verdikleri çeşitli muskalar taşıyor, bazen de ağrıyan organlarının sıhhat bulması için kâhin, sihirbaz ve Yahudi din adamlarına gidiyorlardı. Bu muskalarda anlaşılmaz ifadeler, putlardan yardım dileme gibi şirk unsurları bulunduğu için Allah Resûlü kullanımlarını kesin bir dille yasaklamıştır. Ancak sonraki dönemlerde Allah Resûlü şirk unsuru barındırmayan, kâhin ve sihirbazların aracılık etmediği, Kur"an âyetleri ve bazı dualar ile yapılan rukyelere izin vermiştir. Avf b. Mâlik el-Eşcaî bu konuda şöyle anlatmıştır: “Biz câhiliye devrinde rukye yapardık. Sonra, "Ey Allah"ın Resûlü bu hususta ne buyurursun?" diye Hz. Peygamber"e (sav) sorduk. Hz. Peygamber, "Bana rukyenizi gösterin! İçerisinde şirk olmadıkça rukyede bir beis yoktur." buyurdu.”

Böylece İslâm, insanların yapageldikleri âdetleri terk etmelerini isterken zaman zaman bu âdetlerin yerini alacak yenilerini de sunmuştur. Nitekim Enes b. Mâlik (ra) şöyle demiştir: “Sene içerisinde câhiliye halkının eğlence düzenlediği iki gün vardı. Peygamber (sav) Medine"ye geldiğinde, "Sizin de eğleneceğiniz iki gününüz oldu. Allah, câhiliyedeki o günleri sizin için daha hayırlı iki günle değiştirdi. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramı günleridir." buyurdu.”

İnsanoğlunun asırların birikimi ile alışageldiği âdetleri terk edebilmesi kolay değildir. “Ümmetimde câhiliye âdetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları (kolaylıkla) terk edemezler. Bunlar, asaleti ile öğünme, nesepleri kötüleme,

yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutmadır.” buyuran Hz. Peygamber de bunu bizzat dile getirmiştir. Buna rağmen o, “(Ölenin ardından) yas tutarak elleriyle yanaklarını döven, yakalarını yırtan ve câhiliye âdeti olarak bağırıp feryat eden kimse bizden değildir.” diyerek ağıt yakma, bağırıp çağırma gibi yaygın âdetlerin Müslümanlara yakışmadığını ifade etmişti. O (sav) özellikle kadınlardan bu câhiliye âdetini terk etmelerini ısrarla istemiş, hatta bu hususta onlardan biat bile almıştı. Ancak biat veren kadınların çoğu bu sözlerine sadık kalmamıştı. Allah Resûlü"ne diğer hanımlarla birlikte biat eden Ümmü Atiyye bu konu ile ilgili gözlemini şöyle aktarmıştır: “Benimle beraber biat eden kadınlardan (Enes"in annesi ve Ebû Talha"nın karısı olan) Ümmü Süleym, Ümmü"l-Alâ", Ebû Sebre"nin kızı ve Muâz b. Cebel"in karısından başkası bu biatteki bağırıp çağırmama şartına uymadı.

Resûlullah (sav), câhiliye zihniyetini yansıtan örf ve âdetleri terk etme hususunda en yakın ashâbını dahi uyarmıştır. Sahâbîler de bu uyarıları dikkate almış ve söz konusu davranışları yapmama konusunda hassas davranmışlardır. Ancak zaman zaman yaşanan bazı olaylar, câhiliyeden kalma alışkanlıkların bireyler üzerinde ne denli etkili olduğunu göstermekteydi. Nitekim aralarında geçen bir tartışma esnasında Ebû Zer el-Gıfârî, annesinin zenci olması sebebiyle Bilâl-i Habeşî"yi ayıplamış ve Bilâl durumu Allah Resûlü"ne bildirmişti. Kutlu Elçi, “Ebû Zer, onu annesi sebebiyle mi aşağıladın? Demek ki sen kendisinde (hâlâ) câhiliye izleri olan bir kimsesin!” buyurarak Ebû Zerr"i ikaz etmişti.

Âdet ve geleneklerin kişiler ve toplum üzerinde bir baskı oluşturduğu bir gerçektir. Kişinin kendisine çok anlamsız gelse de yerleşmiş bir âdeti terk etmesi toplum tarafından derhâl ayıplanabilmektedir. Meselâ Berâ b. Âzib yaşadıkları bir olayı şöyle anlatmaktadır: “İyilik ve taat, evlere arkalarından gelmeniz değildir...” âyeti biz ensar hakkında indi. Câhiliye döneminde ensar hac yapıp da evlerine geldiklerinde, kapıdan değil de evlerinin arka tarafında açtıkları bir delikten girerlerdi. Bir keresinde ensardan birisi evine yine böyle geldiğinde, delikten değil evinin kapısından girmişti. O kimse bu hareketi sebebiyle ayıplandı. Bunun üzerine, “İyilik ve taat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. İyilik, takva sahibi olup sakınmadır. Evlere kapılarından gelin. Allah"tan korkun ki arzu ettiğiniz şeylere kavuşasınız.” âyeti nâzil oldu.

Görüldüğü üzere birçok toplumda olduğu gibi İslâm"ın yayıldığı Arap toplumunda da fazilet sayılan davranışlar İslâm"ın genel ilkelerine uygun olduğu ölçüde kabul görmüştür. Bazı uygulamalar İslâm"ın getirdiği kurallarla güçlendirilerek sosyal hayatta devam etmesi sağlanmıştır. İnsanlığın ortak değerleri olan cömertlik, emanete ihanet etmeme, vefakârlık, ahde vefa, mürüvvet, cesaret gibi değerler korunmuş ve bunların devamlılığı sağlanmıştır. Ticarette yaygın olan bazı ananeler kabul edilirken bazıları ya tamamen reddedilmiş ya da İslâm"ın getirdiği yeni ölçülerle ıslah edilip devamı sağlanmıştır. Özellikle faiz bütün çeşitleri ile yasaklanmıştır. Yine ticarette belirsizlik içeren, aldatma ve aldanma riski taşıyan alışveriş şekilleri tamamen yasaklanmıştır. Bunun yanında ortaklık, kefalet, selem, kira gibi ticaret şekilleri

hakkaniyet, adalet, dürüstlük ve en önemlisi faizden uzak kalmak kaydıyla kabul edilmiştir.

Aile hayatında da o dönemde yaygın birçok örf bulunmaktaydı. Bunlardan bir kısmı kesin bir şekilde yasaklanmıştı. Araplar arasında yaygın bir “çok evlilik örfü” vardı ve bu durum bir övgü vesilesi kabul edilirdi. Mehirsiz yapılan şiğâr evlilikleri ve belli bir süreliğine yapılan mut"a nikâhı da âdetler arasındaydı. Bütün bu nikâh çeşitleri İslâm"ın gelişiyle kaldırılmıştır. O dönemde yaygın olan ve kadının nikâhtaki konumunu hiçe sayarak ona hak tanımayan, aynı zamanda da neseplerin karışması gibi riskler taşıyan nikâh türleri yasaklanmıştır. Yine Araplar arasında örfe dayalı olarak evlâtlıkların babaya nispet edilmesi alışkanlığına son verilmiş ve kadınların gerek hukukî gerekse sosyal hayatta birçok sıkıntıya maruz kalmasına sebep olan âdetler kaldırılmıştır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de örf ve âdetlerin önemli bir kısmı, kaynağını Hz. Peygamber"in sünnetinden alır. Kültür ve gelenek sandığımız birçok uygulamanın aslında sünnetlere dayandığı görülür. Söz gelimi, çocuğun kulağına ezan okunması, cenaze evine komşu ve akrabaların yemek götürmeleri gibi âdetler böyledir.

Allah Resûlü"nün ifade ve tutumlarından da anlaşıldığı gibi İslâmiyet" ten önceki gelenek ve âdetlerin geçerli olması, İslâm"ın ruhuna aykırı olmamalarına bağlıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz vahiy ve aklıselim ile çatışmayan örf ve âdetlerin devam ettirilmesine müsaade etmiş, içerisinde şirk, asabiyet, zulüm ve haksızlık unsurları taşıyan câhiliye âdetlerini ise yasaklamıştır.

İslâm"ın yayılmasından ve sinelere yerleşmesinden sonra ise Kur"an ve sünnetten kaynaklanan örf ve âdetler oluşarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Bugün İslâm dünyasında cari olan birçok âdet ve gelenek incelendiğinde bunların kaynağının Kur"an ve sünnet olduğu açıkça görülecektir. Bu tür âdet ve gelenekleri uygulayanlara bunların kaynağını hatırlatmak, daha bilinçli ve titiz bir şekilde icra edilmelerine katkı sağlayacaktır.

Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: Ümmühan BAYRAKÇI-Bilecik Müftülüğü İl Vaizi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.