Yüce dinimiz İslam’ın gayesi, erdemli birey, faziletli toplum ve huzurlu bir dünya inşa etmektir. Bu gayeye uygun bir hayatın en önemli göstergesi de iman ve istikamettir. Dünyevi ve uhrevi boyutuyla hayatı anlamlandırma hususunda en büyük imkân olan iman, her türlü batıl düşünce ve anlayıştan kalbi arındırarak samimiyetle âlemlerin Rabbine bağlanmaktır. Gözetilmesi ve korunması istenen maddi ve manevi tüm değerlere emanet bilinciyle sahip çıkmak adına Allah ile yapılmış bir ahittir. Bu bağlamda bilgi, tefekkür ve tecrübelerle tahkiki boyuta taşınmış bir iman, insana yaratılış gayesini ve sorumluluklarını hatırlatan, kimlik kazandıran ve onu özgürleştiren büyük bir nimettir. Aynı zamanda insanı Allah’ın rahmet deryasına daldıran, lütfuna mazhar kılan ve en doğru olana yönelten ilahi bir rehberdir. Rabbimizin “Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları, kendinden bir rahmet ve lütuf içine daldıracak ve onları kendine ulaştıran dosdoğru bir yola iletecektir.” fermanı, bu hakikate vurgu yapmaktadır. (Nisa, 4/175.) Bu ayet, aynı zamanda imanın hem gereği hem de neticesi olarak istikamete (sırat-ı müstakime) işaret etmektedir. İstikamet ise Kur’an ve sünnet ilkeleri doğrultusunda asil bir duruşa karşılık gelmektedir. Bu yönüyle kuşatıcı bir kavram olan istikamet, imanla Allah’ın emniyetine sığınmak, imanı ibadete ve güzel ahlaka dönüştürmek, fıtrata uygun olmayan ve yaratılış gayesinden uzaklaştıran her türlü söz ve davranışı terk etmek anlamını içermektedir. Bir başka ifadeyle istikamet, söz, düşünce, tutum ve davranışların, “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hud, 11/112.) ilahi fermanı doğrultusunda karar ve anlam bulmasıdır.
İstikamet üzere yaşamak; Yüce Allah’ın emri, Sevgili Peygamberimizin de sünnetidir. İstikamet üzere olmak zordur ama bu durum, her Müslüman için bir süstür, ziynettir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de müminleri cennete götürecek yolu, “sırat-ı müstakim” diye isimlendirmiştir. Biz de her gün kıldığımız namazların her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresinde, Yüce Allah’a şöyle dua ediyoruz: “Ya Rabbi! Bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle, doğru yola ilet!” Bu şekilde dua etmemizi de bize Rabbimiz öğretiyor. Hedefe varıncaya kadar sırat-ı müstakimde yürüyenlere de istikamet sahibi müminler diyoruz. İstikamet, Arapça bir kelimedir ve hedefe giden yolda dik ve sapmadan yürümek demektir. Hem yolun dosdoğru hem de yürüyenin dosdoğru olması demektir. Dik duruş, esas duruş, onurlu ve kararlı yürüyüş demektir. İfrat ve tefritten uzak, aşırılığa kaçmadan, itidal üzere bulunup orta yolu takip etmek demektir. İstikametin zıddı, sapma, eğilme, bükülme, aşırı gitme ve haddi aşmadır ki bu da neticede, insanı şahsiyetsiz hâle getirir. İstikamet, hem Kur’an-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde geçen bir kavramdır. İstikamet üzere yaşamak Yüce Allah’ın emri, Sevgili Peygamberimizin de sünnetidir. Yüce Allah, Peygamber Efendimizin şahsında bütün müminlere istikamet üzere yaşamalarını emretmiş, Sevgili Peygamberimiz de bu emre sımsıkı sarılarak bize örnek olmuştur.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hud, 11/112.) Mekke döneminin son bir yılında nazil olan bu ayetin muhatabı Sevgili Peygamberimizdir. O, doğru yolda, dürüst bir yaşayışa sahipti. Doğru yolda olan peygambere “Doğru ol!” emrini vermek, “Doğrulukta devam et!” anlamındadır. Emrolunan sınırlar içinde, emrolunan şekilde dürüst bir yaşayışı sürdürmek büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. Bu ise gerçekten zor bir iştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu ayetten ötürü, “Beni Hud suresi ihtiyarlattı.” buyurmuştur (Tirmizi, Tefsir, 57.) Surenin hangi ayetinin kendisini ihtiyarlattığı sorulduğunda, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” mealindeki ayetin kendisini ihtiyarlattığını söylemiştir. (Razi, Tefsir, XVIII, 71.)
Muhammedü’l-Emin Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.), doğup büyüdüğü Mekke şehrinde herkesin takdir ettiği dürüst bir hayatın sahibi olduğu için bütün Mekkeliler onun isminin sonuna güvenilir manasına gelen “el-emin” sıfatını ekleyerek kendisine Muhammedü’l-emin demişlerdi. Mekke halkı ona olan güvenini peygamber olduktan sonra da devam ettirdi. Peygamber Efendimiz, peygamberliğinin ilk yıllarında Mekkelileri bir gün sabahın erken saatlerinde Safa Tepesi’ne toplamış ve onlara şöyle demişti: “Benimle sizin durumunuz, düşmanı görünce ailesini haberdar etmek üzere koşan adamın durumu gibidir. Şimdi söyleyin, ben size, şu dağın arkasındaki vadiden size zarar vermek, mallarınızı yağmalamak için gelen birtakım düşman atlılarının bulunduğunu söylesem, bana inanır mısınız?” Kalabalık içinde bulunan birçok kişi şöyle dediler: “Evet, inanırız. Çünkü sen yalan söylemezsin. Sen, her zaman bizim en güvenilenimiz oldun.” (Buhari, Menakıb, 13; Müslim, İman, 89.) Hicret gecesinde, Peygamber Efendimizin, sahiplerine verilmek üzere Hz. Ali’ye teslim ettiği emanetlerdir. Bu emanetlerin müşriklere ait olduğu bilinmektedir. Çünkü hicretten sonra Mekke’de kalan mümin yoktur, hepsi Medine’ye hicret etmiştir. Ticaretle meşgul olan Mekkeliler, şehir dışına çıktıkları zaman paralarını ve kıymetli eşyalarını dönünceye kadar Peygamber Efendimize emanet ederlerdi. Müslümanlığı kabul etmedikleri hâlde ona olan güvenleri devam etmekteydi. Çünkü o, istikamet üzere yaşayan dürüst bir insandı. Bu gerçeği en güzel ifade eden olaylardan biri de Bizans Kayseri Herakliyüs ile Mekke lideri Ebu Süfyan arasında geçen konuşmadır. Peygamber Efendimiz, 7/628 yılında hükümdarlara, valilere ve kabile reislerine İslam’a davet mektupları gönderdi. Hz. Peygamber’in elçisi Dıhye b. Halife, davet mektubunu o sırada Şam’da bulunan Kayser’e takdim etti. Kayser de kendisine mektup gönderen bu peygamber hakkında bilgi edinmek istedi. Adamları ona o sırada ticaret için oralarda bulunan Ebu Süfyan’ı bulup getirdiler Kayser tarafından sorulan sorulara doğru cevaplar veren Ebu Süfyan’ın, Peygamber Efendimizin güvenilir oluşuna, doğruluğuna, dürüstlüğüne, hiçbir zaman yalan söylemediğine ve ahdini bozmadığına yani istikamet üzere bir hayat yaşadığına vurgu yapan sözlerini can kulağı ile dinleyen Kayser, sonunda şöyle demekten kendini alamamıştır: “Bu dediklerin, peygamberlerde bulunan sıfatlardır. Zaten ben, onun zuhur edeceğini biliyordum. Fakat sizden geleceğini sanmıyordum. Eğer onun hakkında söylediklerin doğruysa şu ayaklarımın bastığı yerler yakında onun hâkimiyetine girecektir. Eğer onun yanına varabileceğimi bilsem kendisine kavuşmak için her zahmete katlanırdım.”
“Kimin sırtına vurduysam…”
Yüce Allah’ın, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emrine sımsıkı sarılıp bir ömür boyu istikamet üzere yaşayan Peygamber Efendimiz, davasının örnek temsilcisidir. Yüce Allah’ın emirlerine imtisal edip nehiylerinden kaçınan Peygamberimiz, Rabbine karşı sorumluluğunu yerine getirirken bir peygamber ve bir devlet başkanı olarak çevresindeki insanlara karşı da yapması gerekenleri eksiksiz olarak yapmıştır. Yüce İslam dinini iman, amel ve ahlak olarak yaşayan Peygamberimiz, bu üç konuda da bize altın harflerle yazılacak hatıralar bırakmıştır. Evinde mükemmel bir eş, camide örnek bir imam, suffede şefkatli bir öğretmen, savaşta merhametli ve adil bir komutan olan Peygamberimizin vefat etmeden önce yaptığı sohbetler ve bize bıraktığı sünnet çok önemlidir. Vefatından birkaç gün önce mescide çıkmış ve cemaatine şöyle demişti: “Nihayet ben de bir insanım. Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Ben, kimin sırtına vurduysam işte sırtım! O da gelsin bana vursun, ödeşelim. Ben, kimin malından almışsam işte malım! O da gelsin alsın, ödeşelim. Şunu iyi biliniz ki benim katımda sizin en önde geleniniz ve bana en sevgili olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helal edeninizdir. Böylelikle ben, bende hakkı olan kişi ile helalleşmiş ve gönül rahatlığı ile Rabbime kavuşmuş olacağım.” (İbn Sad, Tabakat, II, 255; Taberi, Tarih, III, 191.) Peygamber Efendimiz, bu sözlerini tekrar edip durdu. Yani bu konuda ciddi olduğunu gösterdi. Peygamber Efendimizin bu ısrarı üzerine cemaatten biri ayağa kalkıp “Ey Allah’ın Elçisi! Benim sizden üç dirhem alacağım var.” dedi. Peygamberimiz de “Doğru söylüyorsun.” dedi ve hemen bu şahsa borcu ödendi. Sonra da şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Ben ancak bir beşerim. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya kamçı ile vurmuş veya lanet etmişsem sen bunu kıyamet gününde onun hakkında bir temizlik, bir ecir ve bir rahmet vesilesi kıl!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 400.) Dünya tarihinde böyle bir devlet başkanı görülmemiştir. Vefatından önce halkı ile bu şekilde helalleşen ve vedalaşan bir kral, bir imparator, bir idareci tanınmamıştır. Peygamber Efendimizin üstünlüğü ve örnekliği işte buradadır. En büyük mucize, istikamettir. Peygamber Efendimiz, ashabına ne dedi ve onlardan ne istediyse hepsini daha fazlasıyla kendisi yaptı. Farz namazların camide cemaatle kılınmasını isteyen Peygamberimiz, hicretten sonra namazlarını camide cemaatle kılmıştır. Günde beş vakit cemaatine imamlık yapmıştır. Rahatsızlığından dolayı ömrünün son on yedi vaktinde imamlığı Hz. Ebu Bekir’e devretmiştir. Bu vakitlerin bir kısmını evinde bir kısmını da camide Hz. Ebu Bekir’in arkasında kılmıştır. Ömrünün son namazı olan 8 Haziran 622 Pazartesi gününün sabah namazını da camide kılmıştır. Sabah namazından sonra evine gelen Peygamber Efendimiz, evinde bulunan altı veya yedi dinar paranın bir an önce yoksullara dağıtılmasını istedi. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Hz. Aişe’ye bu paranın dağıtılıp dağıtılmadığını sordu. Hz. Aişe annemiz de “Seninle meşgul olduğumuz için henüz dağıtamadık.” dedi. Bunun üzerine bizzat kendisi bu parayı beş yoksul aileye pay ederek gönderdikten sonra şöyle dedi: “İşte şimdi rahat ettim.” (İbn Sad, Tabakat, II, 237.) Peygamber Efendimiz, hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin başkanıdır. Bu devletin hazinesi vardır, ordusu vardır, gelir ve gideri vardır, komutanları, valileri ve memurları vardır, geleni gideni vardır, gelen elçilerin ağırlandığı devlet misafirhanesi vardır. İşte bütün bu varlıklar içerisinde istikametinden taviz vermeyen ve kıyamete kadar bize örnek olan Peygamberimiz vardır.
“Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” Hayatı boyunca istikamet üzere yaşayan Peygamberimiz, ashabına da böyle yaşamalarını tavsiye etmiştir. Bu konuda bir hadis-i şerifin mealinde: Ebu Amr (veya Ebu Amre) Süfyan b. Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Ya Resulüllah! Bana İslam’ı öylesine tanıt ki onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç duymayayım.” Resulüllah da (s.a.s.) ona şöyle buyurdu: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İman, 62; Tirmizi, Zühd, 61; İbni Mace, Fiten 12.) Peygamber Efendimiz, peygamberlik birikimi ve “cevâmiü’l-kelim” (az sözle engin manalar dile getirme) özelliği ile bu zorlu isteği, “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” diye iki cümleyle cevaplamıştır. Hadisin başka bir rivayetinde cevap, “Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!” şeklindedir. İstikamet üzere yaşamak, fevkalade dikkat ve gayret ister. Doğrulukta kalbin ve dilin dürüstlüğü pek büyük önem arz etmektedir. Kalp, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalp, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder. Nitekim bir hadis-i şerifte, her sabah bütün organların dile hitaben, “Bizim hakkımızda Allah’tan kork, biz sana bağlıyız, sen doğru olursan biz de doğru oluruz, sen eğri olursan biz de eğriliriz.” (Tirmizi, Zühd, 61.) dedikleri bildirilmiştir. Bu, doğru sözlü olmanın önemini göstermektedir. Hatta bir başka hadiste de Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198.) O hâlde, özüyle sözüyle dosdoğru olmak gerekmektedir. Peygamberimizin “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” tavsiyesinin manası budur. İslamın özü de bundan ibarettir.
GÜNÜN AYET-İ KERİMESİ
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da ahirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikrâmı olarak (cennette) canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir.’ derler.” (Fussılet suresi 30-32)
GÜNÜN HADİS-İ ŞERİFİ
“Müslüman elinden ve dilinden insanların güvende olduğu kimsedir.”
(Buhârî, İman,4-5)
KAYNAK : DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI
HAZIRLAYAN : ÜMMÜHAN BAYRAKÇI – BİLECİK İL MÜFTÜLÜĞÜ-İL VAİZİ