Bu hikaye bir sonradan var oluş hikayesidir.
Ben yoktan var edilmiş bir anne babanın yoktan var olmuş evladıyım. Kalemim kırılmış bir defa, İsmet Özel'in şiirinde dediği gibi "Uzun yola çıkmaya hüküm giymişim". Fânîler diyarı yurdum olmuş. Gurbet kendini iyice unuturmuş ama yine de bir gariplik var bu işte diyorum, garip olan bir şey var.
Sahip olduğum her şey sanki bana bir süreliğine uğramış, sonra geldiği yere geri dönecekmiş hissi veriyor. Elimi attığım her şeyde bir fânîlik mührü seziyorum. Tutunduğum dal kırılıyor her defasında. Hal böyleyken kendimi nasıl mülk sahibi zannedebilirim. Küçük bir mikrobun bana açtığı savaşı kazandığı gün anladım ben, senaryomun öncelerden yazıldığını, dünya sahnesinin gelip geçer bir figüranı, mülk sahibinin emanetçisi olduğumu. Ev sahibi değil, dünya yörüngesinde basit bir kiracı olduğumu. Mülk sahibinin rızası olmazsa benim rahatımın da olmayacağını. Söz geçiremediğim bedenim, durduramadığım gözyaşım, beyazını engelleyemediğim saçlarım, yeryüzünde sahipsiz olmadığımı sonsuz kudret ve azamet sahibi bir zâtın mülkünde yaşadığımı gösterdi bana. Boşuna yaratılmamıştım ve benden istenen bir şeyler vardı muhakkak.
Bizden istenen önce kul olabilmek , sonrasında ise özel bir gayret gerektiren kul kalabilmekmiş. Daha sonra acziyetimin farkına varmam, kainata ibret ve idrâk nazarıyla bakmam istenmiş. Sınırsız hazların, başıboş ve bitmeyen kahkaların yeri değilmiş burası. Üstünlük belgelerinin son kullanma tarihi varmış. Musallada herkes "ER" kişiymiş. Dünya hayatı ancak bir aldatmaca ve oyalanmaca yeriymiş.(dünya hayatı ancak bir aldatmaca ve oyalanmacadan ibarettir. Ayet) Oysaki ben öyle mi görüyordum dünyayı. Tüm bu dağları ben yaratmışım gibi yürürdüm hep. Arabama binip işe giderken, işten eve gelip kapıyı açarken düşünmezdim bütün bu verilenlerin emanet olduğunu. Hayat hep böyle devam edecek zannederdim. Unutmuştum fânîliğimi, Efendisinden kaçan bir köle olduğumu,misafirliğe geldiğimi, "Tozpembe hayat" yanılgısı içindeymişim meğerse. Beyhude arayışlara girmişim.Dikensiz gül aramışım , solmayan çiçek, ağlamayan çocuk istemişim . Çok şikayet etmişim her şeyden, çoğu kez beğenmemişim önüme geleni. Hep daha iyisini hayal etmişim. Gözümü en yukarılara dikmiş, elde edemediğim şeyler için iç çekmişim kederle. Oysa zaten yoktan var edilmiş bir anne babanın yoktan gelen evladıydım ben. Topraktan yaratılmıştım. Cahit Koytak'ın nitelemesiyle balçıktı benim bileşenim. Üstelik,"denetimli serbestlikle" salınmıştım dünyaya. Sahibimin mührü vardı üzerimde. Ben ise o mührü silmeye uğraştım onca zaman, devekuşu misali başımı kuma soktum, hakikatimle kavga ettim. Ebediyet istedim ama onu yanlış yerde aradım. Fakat artık uyanma vakti diyorum kendime uyanma vakti. Üzerimdeki ölü toprağını kaldır Ya Rabbi! İzin ver. Üzerimdeki mührü yeniden parlatayım, içimdeki cevheri çıkartayım, İnsan olayım kul olayım Dünyadan kaçıp senin rahmetine sığınayım. Fefirrû ilallah.