RUHUN GIDASI ORUÇ

AİLE KÖŞESİ

Yüce kitabımızın orucu emreden ayetinden, orucun hikmetinin takva olduğu anlaşılıyor. (Bakara, 2/183.) Takva, müminin Yaradan’a gönülden duyduğu saygı ve sorumluluk duygusunu ifade eder. Bu gönülden bağlılık ve sorumluluk da onu günahlardan ve kötülüklerden sakınmaya sevk eder. Kulun günahlardan sakınması, günaha meyleden nefsini eğitmesi, terbiye etmesi ile mümkün olur. İnsanın nefsi yönü günah veya sevap olduğuna bakmadan heva ve hevesinin peşinde koşmak, dünyanın lezzetlerinden faydalanmak emelindedir. Nefsin terbiye edilmesinde açlık çok önemli bir yere sahiptir. Sufilere göre Rabbine karşı serkeşlik yapan nefsi yola getirip Yaradan karşısında boyun eğdiren açlık olmuştur. Zira nefis doymak bilmeyen bir yapıdadır. Arzu ve emellerinin bir nihayeti yoktur. Eğer insan, nefsinin dürtüleri istikametinde hareket edecek olursa nefsi ona hâkim olur ve arzularının esiri olur. Bu noktada nefsin gücünü kırmak ve yola getirmek için onun isteklerini dizginlemek gerekir. Nefis ancak mahrum kaldığında yola gelir. Aç kalmakla nefsani istekler körelir. İnsan maddi yönünü yani bedeni ve nefsani yönünü beslemeyi azalttığında manevi yönü yani kalbi ve ruhani yönü kuvvetlenir. Hz. Mevlana’ya göre, oruç ağzı bağlamaya karşı gönül gözünün açılmasına yarar. Can gözü beden güçlerini etkisiz hâle getirmekle aydınlanır. Kalbi ve ruhu açlıkla saflaşır, latifleşir ve nefis itminana kavuşarak Rabbine döner. (Fecr, 89/27-28.)

Oruç, nefsi Halık-ı Zülcelal’e kurban etmektir. Çünkü insanoğlu güce, servete ve makama eriştiğinde kendisini müstağni görüp varlık vehmine kapılır. Ancak oruçla ve açlıkla ne kadar zayıf, aciz ve güçsüz olduğunun farkına varabilir. Oruç sadece açların ve yoksulların ahvalini anlamak için değildir. En başta insanın kendi iç dünyasını idrak içindir. Eğer Hak Teâlâ (c.c.) lütfeylemese hiçbir şeye malik olmadığı ve tüm varlığın O’na ait olduğu şuuruna varabilmektir. İnsan varlık vehminden kurtulduğunda, kendi varlığını kurban ettiğinde Hak ile var olur. Hz. Mevlana bunun oruçla gerçekleştiğini ifade eder: “Oruç seni gün gibi gönlü aydın, canı saf bir hâle kor, sonra da padişahla buluşma gününde, bayram gününde varlığını kurban eder gider.”

Oruç, insanın manevi tekâmülünde elzem olan bir ibadettir. Zemmedilen ahlak, tıpkı yemeyi içmeyi terk etmek gibi terk edildiğinde orucun hikmeti gerçekleşir. Bu hikmetin gerçekleşmesi için orucun çeşitli derecelerinden söz eder sufiler. İmam Gazali bu aşamaları; avamın orucu, havasın orucu, havasü’l-havasın orucu olmak üzere üç derecede açıklar. Avamın orucu, yemeyi içmeyi ve cinsi münasebeti bırakmak şeklinde tutulan oruçtur. Havasın orucu bütün azalarını yakışıksız işlerden korumak şeklinde tutulan oruçtur. Mesela gözünü Allah’ı (c.c.) unutturan şeylerden korumak, dilini boş ve malayani sözler söylemekten korumak, kulağını söylenmesi yakışıksız olan gıybet, yalan gibi sözleri dinlemekten korumak, elini, ayağını ve bütün azalarını yakışıksız şeylerden korumak, iftar zamanında haram ve şüpheli şeyleri yemekten kaçınmak havasın orucudur. Ayrıca iftarda oruçlunun kalbi havf ve reca arasında asılı olmalıdır. Gazali, yalnız yemeyi bırakmakla yetinen kimsenin orucunun ruhsuz bir suret olduğunu söyler ve orucun ruhunun ve hakikatinin meleklere benzemek olduğunu ifade eder. Havasü’l-havasın orucu ise kalbi Allah’tan başka her şeyin düşüncesinden temizlemek, kendini tamamıyla Allah’a teslim ve havale etmek, zahirde ve bâtında Allah’tan başka her şeyden oruçlu olmaktır. Bu orucun en yüksek derecesi olup peygamberler ve velilerin derecesidir. (Gazali, Kimya-yı Saadet, Ataç Yayınları, İstanbul 2019, s. 157-159.)

Orucu tüm azalarıyla tutanlar orucun hakikatini yaşarlar. Çünkü ruhu inkişaf ettiren, yemekten içmekten kesilmek gibi kötü ahlaktan da kesilmektir. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) de ifade ettiği üzere oruçla birlikte ahlaklarını düzeltmeyenlerin oruçları kabul görmez. (İbn Mace, Sıyam, 21.) Çünkü oruçtan maksat Hakk’a yakın olmaktır. Her türlü nefsi davadan Hak için vazgeçebilmektir. Efendimizin oruçlu kimsenin kendisine sataşanlara cevap vermeyip “oruçluyum” demesini tavsiye etmesi (Buhari, Savm, 2.) orucun bu hakikatine işaret eder. Çünkü oruç sadece Hak içindir. Bu ise ibadetin özü olan ihlastır. Tam bir ihlas ve samimiyetle oruç tutanların mükâfatını Rabbimiz tayin etmemiş ve bizzat kendisinin bunu vereceğini vadetmiştir. (Buhari, Tevhid, 35.) Kudsi hadiste geçen “Oruç benim içindir.” (Buhari, Savm, 2.) sözünün anlamı “Samediyyet (Hak Teâlâ’nın hiçbir şeye muhtaç olmaması ama tüm varlıkların O’na muhtaç olması) bana aittir.” demektir. Allah Teâlâ sanki, “Kim benim ahlakımla ahlaklanırsa ben onu hiçbir beşerin hayal edemeyeceği biçimde ödüllendiririm.” demek ister. (Mehmet Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 66.)

Sufiler çok yemenin, çok konuşmanın ve çok uyumanın gaflete ve kalp katılığına sebep olduğunu söylerler. Topraktan yaratılan insanın bedeni, topraktan gelen gıdalarla beslenir. Bedenin aşırı beslenmesi manevi latifelerimiz olan kalbin ve ruhun sıkışmasına neden olur. Aşırı yemekle insan rehavete düşer ve ibadetlerini yapmakta zorlanır. Ölçülü yemek ise insanı sağlıklı ve zinde tutar. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hayatını idame ettirecek ölçüde yemiş ve yemek konusunda bizleri de uyarmıştır: “İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Aslında, insanın hayatını devam ettirecek kadar lokmayı yemesi kâfidir. Bunu yapamıyorsa hiç olmazsa midesinin üçte birini yemeye, üçte birini suya, üçte birini nefes almaya ayırsın.” (Tirmizi, Zühd, 47.)

Bedenin rızkı kadar aklın ve ruhun rızkını da aramak gerekir. Gönül ehli aklın ve ruhun rızkının oruçta olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre aklın, ruhun ve bedenin orucu olmak üzere üç nevi oruç vardır. Ruhun orucu, aşırı ihtiraslardan uzak bulunmak ve kanaat sahibi olmaktır. Aklın orucu, heva ve heveslere aykırı hareket etmektir. Nefsin orucu yeme içme ve harama karşı perhizkâr olmaktır. (Kuşeyri, Risale terc. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay. İstanbul 2003, s. 136.)

Bedeni ve ruhu arındıran oruç Hz. Mevlana’ya göre insanı miraca götüren burak mesabesindedir. Çünkü insanların arzu ve nefisleriyle yaptıkları bir savaştır oruç ve onunla insan olgunlaşır, Hak Teâlâ’nın (c.c.) hoşnut olduğu ahlakla ahlaklanmış olur.

Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

MEKÂN BİLİNCİ

İnsan, mekânla kayıtlı bir varlıktır. Onun varlık alanına çıkışı ile mekân arasında zihinsel, duyusal ve duygusal bir bağ vardır. İnsanın mevcudiyetinin ilk fiziksel çerçevesi ve dünya hayatının başlangıç mekânı olan ana rahmi, bir varlık alanı olarak insanı çepeçevre kuşatan, besleyen, olgunlaştıran ilk mekândır. Çevre ile tanışma ve bütünleşmesinin çeşitli evrelerine sahne olan ev ise varoluşun sürekliliğini sağlayan, güvenlik ve mahremiyet sınırlarını belirleyen mekânsal çerçeveyi ifade etmektedir. Zamanla kapsamı genişleyerek mahalle, semt, kasaba, şehir ve ülke boyutlarına ulaşan bu çerçeve, artık güvenlik ve mahremiyetten öte bir nispet ve egemenlik alanına dönüşmektedir. Bu sebeple mekân ile insan arasında güçlü bir ünsiyet gelişmekte ve insan, hayat serüveni boyunca sevincine, hüznüne, öfkesine, nefretine, acılarına ve hayallerine sahne olan mekâna karşı varoluşsal bir yakınlık hissetmektedir. Nihayetinde özgürlük, güvenlik, mahremiyet ve egemenlik alanı addettiği, ev, yuva ve vatan bildiği mekân için ölümü dahi göze alacak bir motivasyona bürünebilmektedir.

Mekânın inanç, kültür ve tarih değerleriyle kendini gösteren ve aidiyet oluşturan bir karakteri vardır. İnsan ve mekân arasındaki dinamik ilişkinin ve etkileşimin neticesinde öznel bir algı olarak gelişen aidiyet, kavramsal açıdan kişinin kendini konumlandırdığı mekânı işaret eden imgesel bir haritadır. Benlik, kimlik, tutum ve davranış açısından insanı tanımak, inanç, düşünce, tasavvur, bakış açısı ve hayat tarzı bakımından onu anlamak için bu haritayı doğru okumak kâfidir. Bu haritanın şekillenmesinde bir bağıntı alanı olarak mekân ise birey ve toplumun zihin kalıbı, duygu derinliği, sanat zevki, kültür ve medeniyet birikimi gibi özelliklerini bütüncül bir çerçevede yansıtmaktadır. Bu yüzdendir ki müşterek algılarla şekillenen mekân bilincinin oluşturduğu şehirler, ait oldukları toplumun inanç, kültür ve değerlerini kendisinde toplayan bir manifesto olarak görülmüştür. Mekân ile insan arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bu bakımdan mekân, orayı kendi varlığına mesken kılanların aynasıdır. Mekânın insana ayna olduğu kadar insan da mekânın temsil ettiği değerlerin müşahhas bir görünümüdür. Çünkü aidiyet bilinciyle kendisine bağlananların duygu ve düşünce dünyasından beslenen mekânlar, aynı zamanda onların duygu ve düşüncelerine referans olmaktadır.

Fakat son birkaç asırdır yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insan mekân etkileşimini farklı bir boyuta taşımış; insanların zaman ve mekân algılarında köklü değişimlere sebep olmuştur. Özellikle son yıllarda büyük bir gelişme göstererek mesafeleri ortadan kaldıran ve sınırları anlamsız hâle dönüştüren yeni iletişim ve etkileşim araçları, zamanı insanın aleyhine daralttığı gibi onun mekân bilincinde de ciddi örselenmelere yol açmıştır. Anlık enformatik fonksiyonu bulunan internet ve yeni medyanın toplumsal tutum ve kanaatleri belirleyecek ölçüde yaygınlaşmasıyla birlikte klasik zaman ve mekân algısı büyük oranda erozyona uğramıştır. Her şeyin dijital bir yapıya evrildiği bu süreçte, birey ve toplum ilişkilerini belirleyen özellikleriyle fiziksel mekân da yerini siber mekâna bırakmıştır. Küresel ölçekte revaç bulan sanal/siber mekân, mevcudiyetin gerçekleşme alanı olan fiziksel mekânın üzerinde bir kara bulut gibi gölgesini her geçen gün daha da yoğunlaştırmaktadır. Bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin baş döndürücü hızı ise bireysel ve toplumsal algıları manipüle etme hususundaki güncelliğini korumaktadır.

Dünya, insanlığın geleceği açısından kaygı verici boyutlara ulaşan büyük bir değişim sürecinden geçmektedir. Elbette değişim, hayatın doğası gereği yaşanan bir süreçtir. Ancak bugün tüm dünyayı bir kasırga gibi girdabına çeken değişimin kaynağı, hızı ve seyri, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Sebep ve sonuçları bakımından iyi okunması gereken bir durumdur. Nitekim günümüz insanının bilinç, tutum, davranış ve hayat algısı üzerinde köklü dönüşümlere yol açan bu durum, sosyal ilişkilerin ağırlıklı olarak fiziksel mekândan soyutlanmış bir düzlemde sürdürülmesine zemin hazırlamaktadır. Bulunduğu yerden hiç ayrılmadan dünyanın diğer ucuyla iletişim imkânı sağlayan elektronik araçlar ve internet ağı, hafızayı biçimlendiren, davranışları şekillendiren ve aidiyet oluşturan mekândan bireyi soyutlayarak onu küresel siber toplumun bir üyesi hâline dönüştürmektedir. Gelinen noktada inanç, kültür ve medeniyet değerleriyle bütünleşen gerçek ve niteliksel bir mekân bilincinden uzaklaştıkça insan, sanal ve niceliksel çokluğun öne çıkarıldığı bencilce bir hayatı idealize etmektedir.

Mekânın öznesi olmaktan küresel kapitalist hegemonyanın nesnesi olmaya giden süreçte, insanın savruluşunu sembolize eden görünümlerin başında ise yine toplumsal hayata dair bütün görünümlerin müşterek zemini olan mekân yer almaktadır. Olağanüstü bir hızla değişen algı ve beraberinde örselenen bilinç, kaotik bir görünüm olarak daima önce mekâna yansımaktadır. Zira toplumların müşterek zihin kodlarındaki tutarlılık, düzen ve istikrar, ilk olarak mekânda kendini gösterdiği gibi oradaki parçalanma, dağılma, bunalım ve başkalaşım da en somut hâliyle yine mekânda belirmektedir. Baskın kültürlerin tahakkümü altında ruhundan koparılan mekân, aidiyete medar olan fiziksel niteliğini, toplumsal özgünlüğünü ve yöresel farklılığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Mekânın ayna tuttuğu insan da aynı tehdidin hedefindedir.

Diğer taraftan büyük bir hızla dijitalleşen dünyanın bireyselleşen insanı, yalnızlık, karamsarlık ve umutsuzluk gibi sorunlara düçar olmaktadır. Emanet ve mahremiyet kavramlarının anlam alanıyla kesişen mekân bilinci bakımından derin travmalar yaşamaktadır. Bu durum aynı zamanda zihinsel bunalımların, ahlaki savrulmaların ve sosyal çözülmelerin de tahrik gücünü oluşturmaktadır. Zira bireyselliği yaşam biçimi hâline dönüştürerek vaktinin büyük bir kısmını sanal/siber ortamlarda geçiren modern insan, adalet, hakkaniyet ve sorumluluk duygusunun sadece fiziksel mekânı ilgilendirdiği yanılgısına düşebilmektedir. Mekân birliğinin sosyal ve duygusal müeyyidesinden kurtulduğu vehmine kapılarak orada her türlü değer ve ilkeden fütursuzca uzaklaşabilmektedir. Bu bir savrulmadır. Bunun arka planında mekân birliğinin sağladığı duygudaşlıktan mahrumiyetin yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Mekân algısı bozulan bireyin aidiyet bilincinden uzaklaşması, bulunduğu ana, mekâna ve onun taşıdığı değerlere yabancılaşması kaçınılmazdır. Mekânın bir emanet ve emanete sadakatin bir erdem olduğunu unutanlar, elbette hangi suyun sakası ve hangi ocağın taşı olduklarını da unutacaklardır.

İnsanı kökeninden uzaklaştıran, mekâna aidiyeti ortadan kaldıran ve mekânın taşıdığı değerlere sadakati zedeleyen bu durum, dünyevileşmenin trajik bir sonucu olarak görülmelidir. Oysa nispeten dünyalı olsa da insan, büsbütün buraya ait değildir. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânı emanet ettiği insana, yaratılışta kendi ruhundan üfleyerek onu zaman ve mekân ötesine raptetmiştir. İnsan ile ötesi arasında kutlu bir bağ vardır. Onun bu dünyada aradığı da esasen söz konusu bağın ifade ettiği hakikattir. Bireysel ve toplumsal hayatın zaman ve mekânla irtibatının, adalet, emanet ve merhamet ekseninde onarılmasına ihtiyaç vardır. Meselenin hallini kolaylaştıracak öncül ise her boyutuyla mekânı ilahi iradenin bir tecelligâhı olarak görme ve onunla kurulacak tüm ilişkileri bu minvalde düzenleme kararlılığıdır. Böyle bir kararlılık, insanın mekân algısını manipüle edecek değişkenlerin etkisini en aza indirerek mekân bilincinin sağlam ve tutarlı bir zemine oturtulmasını sağlayacaktır. Zamandan ve mekândan münezzeh bir varlığa kulluk şuuruyla diri tutulan zihin, doğal olarak uhdesinde bir emanet bildiği mekânı güzelleştirmenin gayreti içinde olacaktır.

Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

GÜNÜN AYETİ

Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için şüphesiz ki âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Enam, 6/32)

GÜNÜN HADİSİ

Allah nezdinde en hayırlı arkadaş, arkadaşına karşı en hayırlı olandır. Allah nezdinde en hayırlı komşu ise komşusuna karşı en hayırlı olandır.

(Tirmizi, Birr, 28)

GÜNÜN DUASI

Allah'ım! Kötü fiillerden ve kötü ahlaktan beni koru. Bu kötülüklerden koruyabilecek olan da yalnızca Sensin.

(Nesai, İftitah, 16)

Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.