SAKIN HA KIZMA!

NECATİ TAYYAR TAŞ

Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i sağ iken mümin olarak görmüş, mümin olarak vefat etmiş kutlu insanlara sahabe denmektedir. Onlar, yaratılmışların en hayırlıları... Onlar, İslam’ın çilekeş askerleri... Onlar, eşsiz dost ve emsalsiz nesil... Onlar, şu veya bu sebeple, gönül kapılarını ve pencerelerini sımsıkı kapatan bahtsızlara vahyin hayat bahşeden iksirini sunmak için, dağların kaldıramayacağı bârı bir kez yüksünmeden, dillere destan bir haz ve aşkla, döşek yüzü görmeyen sırtlarına vuran hak ve halk yârları... Onları görememek, tanıyamamak, onların çağında nefesleşememek, kıyamete dek bütün Müslümanların hasret ve hicranıdır... Ama asıl hicran, herhalde onlar gibi inanamamak, onlar gibi olamamak, onlar gibi sözlerin en güzeli olan “Ben Müslüman’ım!” diyememektir... Evet, Kur’anın ifadesiyle, “Allah’a çağıran, iyi amel işleyen ve kuşkusuz ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir?”

İşte onlar, peygamberimize sık sık sualler sorarlar ve cevabının mutlaka kısa olmasını isterlerdi. Kaldı ki bunu da yine peygamberimizden öğrenmişlerdi. Çünkü o, “Sözlerin en hayırlısı az ve öz olanıdır” buyurmuşlardı. Soruların ve cevapların kısa olması, peygamberî öğretimin şaşmaz kuralıydı. Bu ölçüden hareketle, en çok hadis ezberleyen Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, sahabelerden biri, “Ey Allah’ın Resulü! Bana öyle bir tavsiyede bulun ki, ben onu yapayım, dünya ve ukbâda mutlu olayım” deyince, kâinatın peygamberi “Lâ Tağdeb / Kızma!” buyurdular. Biraz daha nasihat isteyince, yine aynı cevabı aldılar. Bu nasihat, yüz binlerce hadisin en kısası kabul edildi. Kızma! Sakın ha kızma! Özellikle nefsin tahriklerine kapılıp da biraz sonra üzüleceğin ve pişman olacağın şeyler için aman ha kızma! Çünkü bütün belalar, kötülükler, sıkıntılar, olumsuzluklar ve uyumsuzluklar bir anlık gazaptan, sinirden, öfkeden, tehevvürden, hırstan ve sabırsızlıktan kaynaklanmıyor mu? Sataşmalara karşı gösterilemeyen tahammülsüzlük, büyük şehirlerin trafik hercümercindeki çekilen ve çektirilen eziyet ve rezalet bir tarafa, bazen sonu tâbutta ve mahkemede biten kavgalarla pek çok nâhoş ortamın oluşması, kıyasıya kabalıkların ve tiksindirici hakaretlerin revâ görülmesi, toplu mekânlardaki hoşgörüsüzlük, paylaşmadaki hak ve hukuk tanımamazlık, kurallara uymadan iş bitirmeyi açıkgözlülük, yiğitlik, beceri, marifet ve maharet (!) sanmak / saymak hep bu nasihatten yoksun oluşun illeti ve zilleti değil midir?

Hadiselerin alevlenmesinde, taşkınlıkların yuvalar yıkmasında, ocaklar söndürmesinde etkili rol oynayan güçlü ve kuvvetliler, ünlüler ve unvanlılar, sözüm ona kara gözlüler, karnı tok, sırtı pek olanlar, yüce peygamberimizin şu mübarek sözlerinde enerjilerini dindirseler, cahiller cehaletlerini rehabilite etseler, kim, kime, niçin ve neden kızsın! “Çok güreş tutan baskın bir pehlivan çok kuvvetli değildir. Asıl kuvvetli kahraman öfke zamanında ve intikam hırsıyla kanı kaynadığı sırada nefsine malik ve iradesine hâkim olandır.” Mevla’mızın Kur’andaki buyruğu ise şöyledir: “Müminler o fazilet sahipleridir ki, onlar hem sevinç, hem keder, hem darlık, hem varlık zamanlarında fukaraya ihsan ederler. Kızdıkları zamanda öfkelerini yutarlar, halkın da kusurlarını affederler, Allah’ da ihsan eden kullarını sever.”

Bu erdemler, insanlığın özlediği ve asırlardır gözlediği bir toplumun olmazsa olmaz genel koordinatlarıdır. Öfke ile kalkan, zararla oturur sözü, keşke bizim insanımızın mukadder kaderi olmasaydı... 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.