CUMA’DAN GÖNÜLLERE ŞİDDET
BİRLİĞE VE DİRLİĞE YÖNELEN TEHDİT
Kelime anlamı itibariyle şiddet, “sertlik, katılık, kuvvet” anlamlarına gelir. Terim olarak ise kısaca herhangi bir kişiye, zor ve baskı uygulayarak kaba ve sert davranış sergileyerek veya beden gücünü kötüye kullanarakyıkıcı ve aşırı davranışlarda bulunmak diye tarif edilebilir.
Buna göre gerek vurma ve dövme gibi fizikî/bedensel; gerek hakaret etmek, küçümsemek, tehdit etmek, kişinin onurunu kırmak, sükûnetini bozmak ve huzurunu kaçırmak gibi psikolojik/duygusal; gerek tecavüz ve ırza geçmek gibi cinsel; gerekse temel ihtiyaçlarının karşılanmasına engel olmak gibi kişiyi ekonomik olarak olumsuz etkileyen ve zarar görmesine sebep olan eylemlerin bütünü şiddet kavramının içerisinde yer alır.
İnsanın kendini korumak ve varlığını sürdürmeye çalışmak amacıyla yaratılışından getirdiği tabiî bir özellik olan şiddet; kin, öfke, kıskançlık, hırs gibi duyguların etkisiyle veya otorite kurma, saygınlık elde etme ve ekonomik kaygı gibi gerekçelerle olumsuz yönde kullanılabilmektedir. Hâlbuki en güzel bir biçimde yaratılan ve yaratılmışların en şereflisi kılınan insanoğlu, her türlü saygı ve hürmeti hak etmektedir.
Rahmet yönü, gazabının önüne geçmiş olan Yüce Allah, şefkat ve merhametinin bir göstergesi olarak kullarına gönderdiği Sevgili Elçisi'nden, insanlara karşı güzel muamelede bulunmasını istemiştir. Zira O, insanın doğasında var olan ve daha ilk insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde kendini gösteren şiddetin hayata hâkim olmasını murad etmemiştir. Hz. Peygamber de insanlara iyi davranmak suretiyle gönülleri fethetmiş ve onların kardeşçe, huzur içerisinde yaşadıkları bir toplum oluşturmuştur. Toplumu bir arada tutan şeyin bu davranış biçimi olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça şöyle ifade edilmiştir:
“Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi...” (Âl-i İmrân, 3/159.)
Sosyal bir problem olarak şiddet, fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik olmak üzere farklı boyutlarıyla bütün toplumlarda görülen bir olgudur. İstenilen amaca ulaşmak için insanlara işkence ve baskı yaparak, onların özgürlüklerini sınırlamak suretiyle uygulanan bu haksız eylem, kime, neye karşı ve hangi şekilde yapılırsa yapılsın İslâm'ın kabul etmediği bir davranış biçimidir.
İslâmiyet'in ilk yıllarında Allah Resûlü ve ona iman eden insanlar, inançlarından vazgeçmeleri için Mekkeli müşrikler tarafından her türlü eziyet ve işkenceye maruz bırakılmışlardı. Elbette, daha çok, zayıf, kimsesiz ve fakir aileler, köle ve cariyeler işkence görmekte ve ezilmekteydi. Müslümanları zorluklarla dolu boykot yıllarını yaşamaya maruz bıraktılar. Toplumdan tecrit ettiler. Ayrımcılık yaptılar. Aç ve susuz bıraktılar. Diğer insanlarla görüşmelerine, ilişki kurmalarına, evlenmelerine engel oldular. Alışveriş yapmalarına izin vermediler. Hicrete ve göçe mecbur bıraktılar. Tehdit ettiler. Hakaret ettiler. Acımasızca katlettiler.
Rasulullah’ın Şiddete Karşı Tutumu:
Fakat on üç yıllık Mekke döneminde, her türlü zulüm ve işkence altında inleyen Müslümanlara Hz. Peygamber, şiddete şiddetle karşılık vermelerini değil, şiddete büyük bir sabır ve metanet göstermelerini tavsiye etti. Mekke'de inen âyetler, hep sabra vurgu yapmaktaydı.
Bu nedenledir ki Son Nebî zalimlere uymadı, hakaretleri duymadı. Mazlumların âhını işittikçe onları teselli ve teskin etti. Onları tahrik etmek yerine yatıştırdı. Onları zayi etmek yerine güzelce yetiştirdi. Önceki kavimlerden iman edenlerin bedenlerinin testere ile ikiye bölünmesi, demir taraklarla etlerinin kemiklerine kadar taranarak sıyrılmasının dinlerinden döndürmediğini ifade etti. Hatta o, San'a'dan kalkan birinin Hadramevt'e kadar hiçbir şeyden endişe etmeksizin ve korkmaksızın gidebileceği bir şekilde dinin yayılıp kemale ereceğini bildirerek, Müslümanlara ümit bahşetti. Böylece onlara aceleci olmamaları gerektiğini bildirdi.
Yine Hz. Peygamber'den müşriklere beddua etmesi istendiğinde,
“Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ben rahmet olarak gönderildim” buyurdu.
Hz. Peygamber, hicretin ardından Medine'de, hem dinî hem de siyasî bakımdan lider konumuna geldiğinde, bu sefer otoritesini insanlara karşı şiddetle muamele etmek üzerine değil inancına ve kabilesine bakmaksızın bir arada barış, huzur ve kardeşlik ortamında yaşayabilme üzerine kurdu.
En azılı düşmanlarına karşı dahi şiddete başvurmayan Rahmet Peygamberi, Müslümanların da hiçbir şekilde şiddete başvurmalarına müsaade etmedi.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in, Allah Resûlü'nün eşleri olan kızlarına karşı, onu üzdükleri düşüncesiyle zaman zaman takındıkları sert tutuma engel olan Allah Resûlü, kendisinden birtakım dünya malları talep eden ve bir süreliğine krize neden olan eşlerine kendisinin zorba ve zorluk çıkarıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderildiğini belirtmişti.
Yine huzuruna gelen Yahudi heyetinin Hz. Peygamber'e, “Ölüm üzerinize olsun!” demelerine, Hz. Âişe, “Ölüm ve Allah'ın lâneti sizin üzerinize olsun!” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe'den sakin olmasını isteyerek, “Ağır ol, ey Aişe! Yüce Allah her işte rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever.” buyurdu.
Bu rivayetler, Müslüman'ın bütün hâl ve hareketlerinde kibar ve nazik olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Zira asıl olan, her şeyde yumuşak huylulukla hareket etmektir. Bu konuda Hz. Âişe annemiz, Rasûlullah'ın kendisine şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ey Âişe! Şüphesiz Allah Refîktir, rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever. Yumuşaklıkla yapılan işlere, sertliğe ve diğer şeylere vermediği ecri verir.”
Yine bu bağlamda Hz. Peygamber,
“Kim zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim (insanlara) güçlük çıkarırsa Allah da ona güçlük çıkarır.” buyurmuştur.
Yönetimde Şiddetten Kaçınmak:
Emir bi'l-ma'rûf ve nehiy ani'l-münker yapmakla ün kazanmış olan sahâbî Hişâm b. Hakîm b. Hizâm, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Şam bölgesinde bazı çiftçilerin başlarına zeytinyağı dökülmüş bir şekilde güneşte tutulduklarını görmüştü. Hişâm bu insanlara uygulanan şiddetin sebebini sorunca onların, vergilerini ödemedikleri için böyle bir cezaya tâbi tutuldukları cevabını aldı. Bunun üzerine şöyle dedi: “Haberiniz olsun! Ben Allah Resûlü'nü şöyle derken işittim:
'Bu dünyada insanlara işkence edenlere şüphesiz Allah da azap edecektir.' ”
Bu olayın ardından Hişâm, dönemin Filistin valisi Umeyr b. Sa'd'a gidip gördüklerini anlattı. Valinin emriyle çiftçiler derhâl serbest bırakıldılar.
Şiddet, genellikle hak ve adaletten uzaklaşmış idareciler tarafından bir yöntem olarak kullanılageldiği için Hz. Ömer de bu hususta valilerini uyarma ihtiyacı hissetmişti. O, şiddet ve baskının Müslüman idarecilerin tavrı olamayacağını belirttiği bir konuşmasında insanlara şöyle seslenmişti:
“...Allah'a yemin ederim ki memurlarımı (valilerimi) sizi dövsünler, mallarınızı haksız yere alsınlar diye göndermiyorum. Bilakis size dininizi ve dininizi nasıl yaşayacağınızı öğretsinler diye gönderiyorum. Bunlardan farklı bir muameleye tâbi tutulanınız olursa derhâl bana bildirsin. Canım elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, böyle bir şey yapan memuruma kısas uygulayacağım (yaptığının aynısıyla cezalandıracağım).”
Bunun üzerine Amr b. Âs atılarak, “Ey müminlerin emîri! Müslüman bir yönetici, sorumluluğu altındaki insanlardan bazılarını yola getirmek için döverse onu da cezalandıracak mısın?” diye sordu. Hz. Ömer,
“Evet! Ömer'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki onu da cezalandıracağım. Zira ben Rasûlullah'ın kendine bile kısas uyguladığını gördüm. Sakın Müslümanları dövüp zillete düşürmeyin! Onları (askerlerinizi) kışlalarda uzun süre tutarak fitneye düşmelerine de sebebiyet vermeyin! Onların haklarını engelleyerek küfre düşmelerine de sebep olmayın...”
Hz. Ömer'in sözlerinden de anlaşılacağı üzere insana hizmet etmek için var olan idarecilerin halkı terbiye etmek ve kendilerine itaatkâr hâle getirmek için şiddet içeren uygulamalarda bulunması Hz. Peygamber'in getirdiği dinin ruhuyla bağdaşmamaktadır.
Toplumda huzuru sağlamak ve insanları barış içerisinde bir arada yaşatmak İslâm'ın temel hedefidir. Bunun sağlanabilmesi için bütün insanlara eşit davranmak, temel hak ve özgürlüklere saygı göstermek gerekmektedir. Allah Resûlü, insanlara şiddet uygulamak bir yana, inanç, renk, ırk, makam, cinsiyet ve yaş ayırt etmeden herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmıştı. Nitekim sevgili eşi Hz. Âişe,
“Rasûlullah (sav), Allah yolunda cihad hâriç eliyle hiç kimseye vurmadı. Ne bir kadına ne de bir hizmetçiye!..” diyerek buna dikkat çekmişti.
Eğitimde Şiddetten Kaçınmak:
Her yönüyle mükemmel bir eğitimci olan Hz. Peygamber, eğitimde şiddeti hiçbir zaman çözüm olarak görmemiştir. O, mescitte küçük abdestini bozan bir bedevîye son derece öfkelenen ashâbını sakinleştirmiş, onlara nazik ve kolaylaştırıcı olmalarını öğütlemiştir.
Yine cemaatle namaz kılınırken aksıran birine karşılık vererek konuşan Muâviye b. Hâkem es-Sülemî'ye ashâb-ı kirâm tepki göstermiş, Peygamber Efendimiz ise sadece onu nazikçe uyarmakla yetinmişti. Rasûlullah'ın bu anlayış ve nezaketinden etkilenen Muâviye şöyle demişti:
“Anam babam ona feda olsun. Ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Rasûlullah beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece, 'Bunamazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktır.' dedi.”
Aile İçi Şiddetten Kaçınmak:
Allah Rasûlü, aile içi ilişkilerde de şiddete yer verilmemesi gerektiğini hem kendi yaşantısıyla hem de ashâbına yaptığı uyarılarla sürekli vurgulamıştı. Zira İslâm'la aydınlanan zihinlerde hâlâ câhiliyeden kalma birtakım yanlış fikir ve kabullerin barındığı ortadaydı.
Hz. Peygamber hanımlarına bir fiske dahi vurmadığı hâlde Hz. Ebû Bekir gibi olgun ve sakin mizaçlı bir insan bile Rasûlullah'a karşı sesini yükselttiği için kızı Hz. Âişe'ye tokat atmak istemiş, Peygamberimiz hemen ona engel olmuştu.
Kadınların “Allah'ın emaneti” olduğunu erkeklere hatırlatan Resûl-i Ekrem bir erkeğin, eşine şiddet uygulamasına anlam veremeyerek bir hutbesinde,
“Sizden biri nasıl olur da hanımını köle döver gibi döver? Sonra bir de günün sonunda onunla aynı yatağı paylaşır!” buyurmuştu.
Zayıflara Şiddetten Kaçınmak:
Hz. Peygamber zamanında kadınlar gibi çocuk, köle ve hizmetçilerden oluşan toplumun zayıf kesimine de şiddetle muamele edilmesi söz konusuydu. Câhiliye döneminde görülen kız çocuklarının diri diri gömülmesi gibi zalimce bir şiddet uygulaması İslâm'ın gelişiyle ortadan kalkmakla birlikte, cinsiyet ayrımcılığı devam ediyordu.
Köleleri ve hizmetçileri dövmek, aşağılamak hâlâ normal karşılanabiliyordu. Allah Rasûlü bu yanlış anlayışı değiştirmek üzere ashâbını sık sık uyarmıştı. O, “Biriniz hizmetçisine vururken Allah'ı hatırlatırsa derhâl elini çeksin!” buyururken insanın kendisinden daha kudretli bir Yaratıcı'nın varlığının bilincinde olmasını ve ona göre hareket etmesini öngörüyordu.
“Kim bir zimmîye (anlaşmalı gayri müslim vatandaşa) zulmedip onun hakkını vermezse, ona gücünün yetmediği bir yük yüklerse veya rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmı olacağım.” buyuran Hz. Peygamber, gayri müslim bile olsa insanların haksızlığa ve şiddete maruz bırakılamayacaklarını belirtmişti.
Rasulullah’ın Çatışmadan Kaçınması:
Yine bir keresinde ganimet develerini çalanların peşine düşüp onları geri getiren Seleme b. Ekvâ'ın, develeri çalanların üzerine askeri birlik gönderilmesini istemesi üzerine,
“Ey Ekvâ oğlu! Sen alacağını aldın, onları affet, şiddete başvurma!” buyuran Hz. Peygamber, kime karşı olursa olsun şiddete başvurmayı yasaklamıştır.
Peygamber Efendimiz, barış dönemlerinde toplumun huzurunu zedeleyen ve insanların onurunu rencide eden şiddete izin vermediği gibi savaş meydanlarında da Müslümanların şiddete başvurmalarına izin vermemiştir. Düşmanla karşılaşıldığında önce onlarla anlaşma yollarının aranmasını isteyen Hz. Peygamber, anlaşma sağlanamayıp savaş çıktığında ise savaşan askerlerin dışında kalan kadın, çocuk ve din adamları gibi sivillere müdahale edilmemesini emretmiştir. Allah Resûlü, kendisi zaten bir şiddet olan savaşı mümkün olan en dar alanda tutmayı hedeflemiş, o dönemde savaşlarda yaygın olan müsle uygulamasını, yani öldürülenlerin organlarının kesilmesini de yasaklamıştır.
Psikolojik Şiddet:
Şiddet denilince akla ilk gelen şey, fiziksel taciz olmakla birlikte, bunun dışında şiddetin bir de psikolojik ve mânevî olanı vardır ki onun insan üzerinde meydana getirdiği tahribatın telâfisi çok daha zordur. İnsana hakaret etmek, onu aşağılamak ve sözle veya değişik işaretlerle onunla alay etmek psikolojik şiddet türlerindendir.
İnsanın kişilik gelişimini engelleyen ve onu mânevî baskı altında tutan bu tür davranışlar kabul edilemez. Yüce Allah,
“İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlere yazıklar olsun!”(Hümeze, 104/1.) âyetiyle, kaş göz hareketleri ve benzeri işaretlerle de olsa insanlarla alay etmeyi, onları ayıplamayı, başkalarına kusur ve eksiklik isnat ederek toplumda küçük düşürmeyi yasaklamıştır.
“Hayâ imandandır, iman ise kişiyi cennete götürür. Kötü söz söylemek insanlara sıkıntı verip onları incitir. Sıkıntı vermek ise kişiyi cehenneme götürür.” hadis-i şerifi de insanları sözle incitmenin, onlara eziyet etmenin Müslüman'ın özelliklerinden olmadığını belirtmektedir.
Zühd ve takvası ile meşhur hadis âlimi Abdullah b. Mübârek de güzel ahlâkı,
“Güler yüzlü olmak, iyilikleri yaymak ve eziyetlere engel olmak.” şeklinde nitelemiştir.
İnsana hakaret etmek ve onu hakir düşüren davranışlara maruz bırakmak dinimizin asla kabul etmediği bir şeydir. Yüce Allah'ın şerefli kıldığı insanın değerini düşüren ve onurunu rencide eden davranışlar iyiniyetle dahi yapılsa doğru olmaz.
İnsanın Kendine Şiddet Uygulaması:
Şiddet, sadece başka insanlara karşı yapılan uygulamalarda ortaya çıkmaz. İnsanoğlu bazı uygulamalarıyla kendi nefsini de şiddete maruz bırakabilmekte ve kendisine de eziyet edebilmektedir. Bu durum ibadete aşırı düşkünlük göstererek bedeninin ihtiyaçlarını karşılamama şeklinde din adına bile olsa kabul edilemez. Bir kimseyi ancak gücünün yettiği kadarı ile yükümlü tutan Rabbimiz insana emanet olarak verdiği bedenin korunmasını ve Hak rızasına uygun biçimde kullanılmasını istemiştir.
Dolayısıyla kişinin sağlığını bozacak bazı uygulamalara girişmesi, ya bilgisizlikten veya dini yanlış anlamaktan kaynaklanır. Müslümanlar için uyulacak en güzel örnek olan Hz. Peygamber, insanların ibadet yaparken bile sağlıklarını bozacak davranışlardan kaçınmalarını istemiştir.
Nitekim bir adam hac ibadetini yürüyerek yapmayı adamış, fakat yürümeye mecali kalmadığı için iki kişinin omuzlarına tutunarak yürümeye başlamıştı. Hz. Peygamber adamı bu hâlde görünce, “Bu adama ne oldu?” diye sormuş, adamın Kâbe'ye yürüyerek gitmeyi adadığı kendisine söylenmişti. Bunun üzerine,
“Bu adamın kendine eziyet etmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin de bineğine binsin!” buyurmuştu.
Diğer Canlılara Şiddetten Sakınmak:
Peygamber Efendimiz, bütün insanlara, inancı, rengi, milliyeti ne olursa olsun şefkat ve merhametle yaklaşmış, son derece zarafet ve nezaketle davranmıştır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Onun merhameti sadece insanlarla sınırlı değildi. İnsanların dışındaki yaratılmışlara da şefkat ve merhametle davranılmasını istemiştir. Hz. Peygamber, “İçinde can taşıyan hiçbir şeyi hedef yapmayın!” buyurarak hayvanların hedef olarak dikilip atış yapılmasını, organlarının kesilmesini, kısacası onlara işkence edilmesini yasaklamıştır.
Kediyi çok sevdiği için Hz. Peygamber tarafından kendisine “kedicik babası” lakabı verilmiş olan Ebû Hüreyre'den gelen bir rivayete göre, Allah Resûlü, geçmiş ümmetlerden bir kadının bir kediyi aç bırakması yüzünden ölümüne sebep olmasını cehennemlik bir davranış olarak zikretmiştir.
“Rıfktan (yumuşak huyluluk ve nezaketten) mahrum kalan, hayırdan da mahrum kalmıştır.” buyuran Rahmet Peygamberi, Allah'ın her işte iyi davranmayı emrettiğini belirterek hayvanları keserken onlara ıstırap vermeden bu işin yapılması gerektiğini tavsiye etmiştir.
Bir davarı kulağından tutup sürükleyerek götüren bir adama, hayvanın kulağından değil de boynunun kenarından tutmasını emreden Resûl-i Ekrem, bindiği deve ağır hareket ettiği için onu öteye beriye sürmeye başlayan Hz. Âişe validemizi, yumuşak davranması konusunda uyarmış ve şöyle buyurmuştur:
“Rıfk (zarif davranış) işe güzellik katar, rıfktan (zarafetten) yoksunluk ise, işi kusurlu kılar.”
Hz. Peygamber'in bu uygulamaları bize göstermektedir ki şiddet, Müslümanların sorunlarını çözmeye çalışırken başvuracakları bir yöntem olamaz. Kişinin bizzat kendisine uyguladığı fiziksel ve duygusal şiddetten ikili ilişkileri zedeleyen şiddete, aile ve yakın çevreye uygulanan şiddetten, kurumlara ve toplumlara uzanan şiddete kadar her türlü şiddet İslâm'da yasaklanmıştır.
Savaş meydanlarında bile şiddeti kabul etmeyen bir dinin mensuplarının hayatın değişik aşamalarında farklı gayelerle şiddete başvurmaları büyük bir çelişkidir. Aile içinde kadına, çocuğa ve yaşlılara karşı, okulda öğrenciye karşı, iş yerinde çalışana karşı isteklerimize ulaşmak amacıyla baskı uygulamanın meşru hiçbir gerekçesi olamaz. Şiddeti durdurmak, azaltmak ve yok etmek, en başta eğitimle mümkündür. Bu da ancak insanların kalplerine ve vicdanlarına kul hakkı ve âhiret bilinci gibi dinî ve ahlâkî değerlerin yerleştirilmesiyle olur.
Ardından idarî, hukukî, sosyal ve ekonomik tedbirler gelir. Güven ortamı, huzurlu bir toplum anlayışı, hiddetsiz, şiddetsiz, sevgi ve saygının egemen olduğu bir toplum ve dünya ancak Rahmet Peygamberi'nin (sav) belirttiği gibi,
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Mümin de halkın canları ve malları konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir.” anlayışının fertlerden başlayarak toplumun tamamında yaygınlık kazanmasıyla mümkündür.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
Sen onlara sırf Allah'ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onlan affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah'a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Al-i imran 3/159)
GÜNÜN HADİSİ:
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) eşi Hz. Âişe'den rivayet edildiğine gore, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ey Aişe! Allah, rifk (nezaket ve yumuşaklık) sahibidir ve rifktan hoşlanır. Sert, kaba ve nezaket dışı diğer davranışlara vermediği ecri rifk sayesinde verir." (Müslim, Birr, 77)
GÜNÜN DUASI:
“Allah’ım! Mal, aile, çocuk olarak insanlara verdiklerinin hayırlısını dilerim, sapıtan ve saptıranları değil.”
ASR-I SAADET'TEN
Medineli Müslümanlardan Ebû Mes'ûd el-Bedrî, bir gün öfke içinde elindeki kırbacıyla kölesini dövüyordu. O sırada arkasından birisi, “Bilmiş ol ey Ebû Mes'ûd!” diye kendisine seslendi. Ebû Mes'ûd o kadar öfkeliydi ki sesin kime ait olduğunun farkına bile varmadı ve kölesine vurmaya devam etti. Fakat arkasındaki kişi kendisine doğru yaklaşıyor, bir yandan da, "Bilmiş ol ey Ebû Mes'ûd!” diyerek uyarmaya devam ediyordu. Ebû Mes'ûd arkasına dönüp baktığında kendisine seslenenin Allah Resûlü (s.a.s.) olduğunu fark etti. Elindeki kırbacı hemen bırakıverdi. Bunun üzerine Resûlullah, "Bilmiş ol ey Ebû Mes'ûd! Allah'ın senin üzerindeki gücü, senin bu kölenin üzerindeki gücünden daha fazladır.” buyurdu. Ebû Mes'ûd, bu durum karşısında suçlandı, kendini mahcup hissetti. Bundan böyle hiçbir köleyi dövmeyeceğine dair söz verdi ve "Ey Allah'ın Resûlü! Allah rızası için bu köle artık hürdür." dedi. (Müslim, Eymân, 34)
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Katı kalpli, kaba davranışlı olmak insanlar arasında muhabbeti, ülfeti ve güveni engelleyen bir tutumdur.
- Müslüman her işinde olduğu gibi, tebliğinde ve temsilinde de nezaket sahibi olmalı, şiddetten kaçınmalıdır.
- Yumuşak huylu ve affedici olmak, Allah’ın hoşnutluğuna ve büyük bir ecre ulaşmayı sağlayan yüce bir erdemdir.
- Dinimiz; her işte bir sınır koymuş, iyilikten ve güzel davranıştan yana olmuştur. İslâm, hukuku ve ahlakı çiğneyen şiddete kesinlikle karşıdır. Ancak ulvi değerler adına cihad etmek; malını, canını, ırzını, memleketini savunurken ölmek ya da öldürmek dinî bir sorumluluk olup şiddet kapsamında değerlendirilmez.
- Kişinin emri altındakilere sözlü, fiziksel ya da duygusal şiddette bulunması dinimizce yasaklanmıştır.
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?
CEVAP : İslam’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (Ahzâb, 33/4) mealindeki ayetle kaldırılmış, ardından gelen ayette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir.
Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz.
Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür.
İslam’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslam’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuştur.
Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıları arasına katma, aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından öz evlat gibi davranması da doğru değildir.
Bunun yerine İslam’ın tavsiyesi; koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ