Dilin kemiği yok, ağzı olan konuşunca, söz akıldan süzülmeden çıkınca, iletişim felç olur… Kelimeleri yan yana alt alta üst üste getirerek maksadın dillendirilebilmesi mümkün değil… Neticede, ‘nedir maksadımızın Türkçesi?’ sorusuna cevap bulmak çabasında oluruz, geveler dururuz, meramımızı anlatmaya çalışırız… Her meseleye Fransız kalarak, meselenin Türkçesine vakıf olamayız… Mâlum, globalleşmeyi, evrensel yaklaşımları tercih edenler, nedense, konu günümüz Türkçesi olunca, dilimize güya iyilik yapmak adına kökü olmayan, Türkçemizi sunî/yapay ve zorlamalı bir dil hâline getirmede ırkçı takılır dururlar… Gizli amaç, iletişimi felce uğratmaktır… Gizli amaç, baba ile oğlu, dede ile torunu birbiriyle anlaşamaz hâle getirmektir… Bu konuda iletişimi felce uğratmayı görev edinenlerin, oldukça başarılı olduklarını söyleyebiliriz… Anlaşma sisteminin bozulduğu yerde, hangi değer ve sahip olunan öz değer sağlam kalabilir ki? Aynı dili konuştuğumuzu sandığımız Türkçemizde yapılan tahribat, geçmiş ile bugünümüzü ve geleceğimizi birbirinden koparır… Türkçemizdeki bu elim durum, Türk dünyasını dilsiz, sözsüz, sazsız hâle dönüştürmekte maalesef…
Bir milleti yok eden illeti, yani dil tahribatını görüp, anlaşma sistemimizi muhkem kılmalıyız… Dildeki gelişim, süreçler gerektirir. Kelimeleri şu ya da bu gerekçelerle dilden atmak, dildeki süreçleri sıfırlamaktır… Toplumumuzun, emperyalistlerin menfaatlerine göre dizayn edilmesi ve anlaşma sistemimizin işlemez hâle getirilmesidir bu... Kimliğimiz ve gönül dilimiz Türkçemizin berrak akışına örnek olan Şeyh Edebali’nin Osman Bey’in şahsında her görevli için söylediği sözü hatırlayalım, Türkçe düşünelim, işin bam telini, Türkçesini anlayalım: “Ey oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize hoş görmek sana, anlaşmazlıklar bize, adalet sana, haksızlık bize, bağışlamak sana. Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma ve insanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun.”… Gönül dilimizin tercümanı Mevlana’nın dil ile ilgili söylediği sözleri özümseyelim: “Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.”… “Ahlaksızların bağırışıyla, yürekli yiğitlerin naraları, tilkiyle arsalanın sesi gibi meydandadır… Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese? - Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir… İnsanoğlu, dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısının perdesidir. Yel, perdeyi kaldırdı mı ne var, belirir bize.”… “Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç? - Dil, tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın… İnce sözler kılıca benzer, kalkanın yoksa geri dur.”…
İfade edemediğimiz, açıklamakta güçlük çektiğimiz hengâmedir, meselenin Türkçesinden uzak kalmak… Yalın ve net olamamaktır böylesi durum… Bunu adı, söze ve tavra gösteriş (show, riya) karışmasıdır… Sözün ve yazının cılkının çıktığı kargaşada, görünür ve elle tutulur bir iş de olmaz… Dostlar iş başında görsün diye görünür olmanın adıdır bu… Referanssız söz ve yazı ile ancak dilin nutku tutulur… Karanlığa kurşun sıkılır… Devlet ve Millete kurşun sıkan terörist ile bile aynı kurtlar sofrasında oturulur… Derdimiz, tek yürek, tek ses, tek yumruk ve birlikte var olmak, emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından Türkiye’miz üzerinde oynanan Ali cengiz oyunlarını bozmak, Türkiye sevdalısı olmak, dağa taşa her yere Made In Türkiye damgasını vurmak… Düşünmeyen kafalar, farksızdır koyun sürüsünden… Her görülen görüntüye ve duyulan sese de kapılmamak lâzım… Türkçesi, iletişimde birbirimize Fransız kalmamak mühim… Etkili iletişim için etkin dinleyici olabilmek, ön yargısız olabilmek, açık/net ve anlaşılır olabilmek, beden dilini iyi kullanabilmek, ses tonunu iyi ayarlayabilmek, arkadaş canlısı olabilmek, eleştiriye açık olabilmek, etkili ve doğru soruları sorabilmek, empati/duygudaşlık yapabilmek, kelimeleri doğru seçebilmek gerekir… Algılama-anlama-iletişim engelli olmamak için gönül penceremizi de açık tutmalıyız ve kaygı ve korkuları bertaraf ederek saygın bir şekilde iletişim kanallarını açmalıyız…
Türkçesini söylemekte zorlandığımız her ahvâl, saygının ve sevginin eksikliği nedenine bağlıdır, aslında… Dede Korkut hikâyelerinde çocuklar ve ebeveynleri ile eşler arasında olması gereken saygı teması işlenmiştir. Büyüklere ve Tanrının yeryüzündeki temsilcileri sayılan yöneticilere saygı duyulmasının önemi vurgulanmıştır. Hikâyelerde saygının dil ve fiil ile olduğu görülür. Saygı, Türk ailesinin ve Milletinin vazgeçilmez bir değeridir… Japonya’da toplum içinde insanların birbirine olan saygısı son derece mühimdir. Saygı gösterirken kullanılan kibar sözcükler ve güler yüzle eğilmeler vs. (Omotenashi), Japonların hayat tarzıdır… Japonya’da herhangi bir dükkâna, sinemaya, hamama vs. nereye giderseniz gidin karşılaşacağınız ilk kelime ‘irasshaimase’ yani ‘Hoş geldiniz’dir. Japonlarda saygı unsurunun en temel noktalarından biri mutlaka gülümsemektir. Japonlar, bir toplantıda veya ayaküstü birbirleriyle konuşup tanışırken kartvizitlerini iki eliyle ve biraz eğilerek (yaklaşık %45) verirler…
Çok laf, çok su götürür… “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.” (Atasözü)… Anlayışlı olanı, en küçük bir söz bile etkiler; anlayışlı olmayana, ne söylense fayda vermez… Sadede gelmenin kestirme yolu, Türkçesini kısadan, bir kıssa ile söyleyivermektir… İbretlik bir kıssa… Hâdisenin doğru olup olmamasından ziyade, bizi araştırmaya düşünmeye sevk etmesi, sabırlı olmaya yönlendirmesi ve bir meselenin sadece görünen tarafına değil görünmeyen tarafını da görmemiz gerektiğini vurgulaması bakımından güzel bir kıssa… Bir adam, bir gün bahçesinde otururken hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş… Böceğin, pisliği ayakları ile yuvarlayarak top hâline getirdiğini gözlemlemiş… İçinden söylenmiş: “ Ya Rab, her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın… Bu böceği, pislikle uğraşsın diye mi yarattın?”… Aradan epey zaman geçmiş… Adamcağız amansız bir hastalığa yakalanmış… Derdine derman bulamamış… Bir gün, bilge bir hekim “Bahçelerde gezen bir böcek var, bilir misin? Derdinin çaresi o! Ayakları ile pislik yuvarlayan bu böceğin yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin.” demiş… Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş… Aradan yıllar geçmiş… Adamcağız, bir gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmış… Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken, o sakince çayını yudumlamış… Kalabalıktan biri, dayanamamış ve sormuş: “Biz büyük bir telaş içindeyiz, dua edip bağırıp çağırıyoruz… Sen neden bu kadar rahatsın?” demiş… Adam şöyle cevap vermiş: “Kurban olduğum Rabbim’in işine bir gün karıştım. Kırk gün pislik yiyerek şifa buldum. Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler.” demiş… Bu, elbette ‘armut piş ağzıma düş’ ya da gözlerimizi kapatarak vakalara teslimiyet anlamına gelmemeli… Anlaşılması gereken; ön yargılara değil, sormaya soruşturmaya ve sorgulamaya dayalı hüküm vermemiz gerektiği gerçeği…
Dilimizin söylediği, akıl kalp terazisinden süzülmeli ki, her şey ayan beyan olabilsin… Maksadın ne olduğu, sözün özü, işin Türkçesi, ancak böyle anlaşılabilir… Selam, sevgi ve saygılarımla.