Bu “Başlığın” ilki olan yazımızın sonunda, insanlarla hayvanlar arasındaki mümeyyiz farklardan birisinin, insanın, “iyi ile kötüyü ayırmasından” “İlim” in doğduğunu, diğerinin, “güzellikle çirkini ayırmasından”da “Din” in doğduğunu değerli okurlarımızın nazarlarına arz etmiş, inanmanın fıtrî ve tabîi, inkârın sun’î ve ârızî olduğunu, her akıl sahibinin inkâr ederken aslında örttüğü şeylerin yok olmadığını / olamayacağını belirtmiştik.
Öyle ya, örtüldüğü zannedilen ve vehmedilen mutlak gerçeklerin ve vahye müstenit doğruların yok olmadığı / olamayacağı bir tarafa, enfüsî enerjisiyle her şey ısıtılıp ışıtılacak, hiçbir idrak bundan kaçamayacak ve insan, inancının gereğini yerine getirmekten huzur, sürur ve sükûn bulacaktır. Çünkü inanç kutlu bir doğumdur. Elbet her doğum çekilen mutlu sancılardan sonra tahakkuk edecektir.
Bu gün dünyanın barut fıçısı gibi patlamanın eşiğine gelmesi, ruhları vahiyden beslenenlerin bilime, tekniğe, teknolojiye sâhip olmamasından, vahye inanmayanların ise bilimde, teknikte, teknolojide zirve yapmalarından kaynaklanmaktadır. Dünyayı kasıp kavuran, evrensel güzellikler için mümbit atmosferleri buz denizinden üfürdüğü burûdetle donduran, aynı ülkenin insanlarını çelik halatlarla, beton duvarlarla düşmanlaştıran, halkların içine saldığı şeytanlara taş çıkartacak ajanlarla rüyaları kâbuslaştıran, her türlü mânevî kimliği cehennem ateşine bedel fırınlarda yakan komünizmanın yıkılışından sonra rahat edeceğini, nefes alacağını zannedenler, rakipsiz kalan kapitalizmanın da insanlığın dertlerine devâ olmadığını / olamayacağını, devâ ne kelime, dertlerini depreştirdiğini / depreştireceğini gözleriyle gördüler / görüyorlar ve nefes nefes teneffüs ediyorlar. Bu tefessüh teneffüs, asrın amansız hastalığı ateizmi azgınlaştırdı. O ataizim ki, bir elma şekeri gibi zerk ettiği azap şimdilik hissedilmiyor, harim-i ismete serptiği kezzap görülmüyor, ahtapot kollarıyla kahrettiği muazzez mülâhazalar anlaşılmıyor, iğdiş edilen beyinler fark edilmiyor, can keş ettiği körpe zihinler bilinmiyor…
İnsanın, adaleti zulümden ayırmasından “Hukuk” doğmuştur. Herkes, eyleminin neticesine baş eğmeye mecburdur. Hiçbir kimsenin farklı bir muâmeleye tâbi tutulma ayrıcalığı yoktur. Dağ başında haksızlığa maruz kalan bir mâsumun, çektiği acılara hiç aldırış etmeden, yara bere içinde kalan yüzünün gözyaşıyla yoğrulmuş çamuruyla, adalet mülkün temelidir tezahüründe; “hür mahkemelerimiz, hakkımı alacak, zâlimlere hesap soracak, kılı kırk yaracak, terazisi dirhem şaşmayan hâkimlerimiz var” diye tebessüm ettiği, teselli duyduğu, emniyet içerisinde bel bağladığı hukuk… Cihan Peygamberinin “Haksızlık yapan kızım Fâtıma da olsa, cezasını hemen infaz ederim” sözlerinin gönüllerde ma’kes bulmasını, sadırlarda satır olmasını ısrarla isteyen “hukuk” ve “hukukun üstünlüğü” nü hâkim kılmak isteyen “hukuk”...
İnsanın, fayda ile zararı ayırmasından ise “Ekonomi” doğmuştur. Bu keyfiyetin amacı da, daha iyi yaşamak, daha güzele kavuşmak, daha doğruya ulaşmak, vermekten, paylaşmaktan haz almak, düşenin yârı, düşürenin ağyârı olmak, “veren elin üstün el olduğuna” inanmak, dünya için âhireti, âhiret için dünyayı harap etmeden her ikisini de mâmur eylemek, helalin ihyasında haramın imhasında duyarlı davranmak, israfla, safahatla barışık olmamak, zaaflardan beslenmemek, acziyeti istismar etmemek vs...
Böyle bir dünya olur mu demeyin. Olur, olmuştur. Yeter ki, akılsız yaratıklara inat, meleklerin gıpta ettiği insan oluna, insan... Kendini bilen, kendini çözen, kendini tanıyan, kendini anlayan, Rabbine inanan, yalnız ona sığınan, kâinatın esrarını keşfeden, mahlûkata şefkat eden, yaratılmışları yaratandan ötürü seven, sevilen insan…