İnsanoğlunun yaratılışından beri, dünya birbirini unutturacak zulümlere sahne olmuştur. Öyle zulümler ki, akan kanlar neden nehir olmamış, denizlerin rengi niçin kıpkırmızı değil diye hep düşünür dururum... Öyle zulümler ki, İlahlık dâvâsında bulunan Firavunların ve Nemrutların zulümleri... Kan görmediği zaman kan tutanların, “Kan içenlerin bir gün mutlak kanları içilir” kaidesinden hareketle, içtikleri kanlarla zehirlenenlerin zulümleri... Darağaçları kamburlaştıran, boyunlara oturan yağlı ipleri koparan, cellâtları yorgun ve solgun bırakan zulümler... Odunlar misali insanların yakıldığı cehennemi andıran fırınlarındaki çelik taşları çatlatan, felekleri ve melekleri ağlatan zulümler... Kilisenin öğretilerine baş kaldıran düşünen cins kafaları, karanlıklara mum yakan nefesleri, kokuşmuş tabuların temellerini sarsacak sesleri acımasızca yakan engizisyon mahkemelerinin kahreden zulümleri... Tarih sayfalarını karartan, katranlaştıran, ziftleştiren, barış, sulh, sükûn, sevgi ve merhamet erdemlerini yok eden zulümler... Bâzılarının kaderi akrebin kıskacında yoğrulmuş olacak ki, geçmişte toprağına atılan zulüm fideleri, zakkum tohumları yumrulaşarak ahtapotlaşıyor ve bir gün harâmî haramzâdelere zemin oluyor…
Zâlimlikte tekin olmayan, senelerdir müslümanın kanını içerek saltanatını sürdüren cani ve cehennemlik baba Hâfız Esed’in gübresinde yetişen kanperest oğul Beşşer Esed tarafından halkına revâ görülen şu cehennemî mezâlime bakın! Kan, işkence, ıstırap, gasp, perişanlık, süflilik, çukur, alçak ve alçaklık gibi tanımlar, dünyanın mânâları cümlesindendir. Onun için dünyada, dünyanın mânâsına uygun olarak unutulmayan ve unutulmaması gereken savaşlar, sürgünler, haksızlıklar, dramlar, acılar, ahlar, vahlar, feryatlar ve göz pınarlarını kurutacak zulümler olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Teknik ve teknolojik imkânsızlıklar sebebiyle, olmuş ve olan zulümlerin birçoğunu dünya insanı bilmedi, bilemedi, işitmedi, işitemedi, görmedi ve göremedi. Ama bu gün öyle değil... Azını bildiğimiz şeyler bile iz’anımızı çatlatıyor, birazını işittiğimiz haberler beynimizi zonklatıyor… Bunlar bir tarafa, tâkat getirip ekranlara bakabildiğimiz resimler, ölümlerden ölüm seçimler, cesetler üzerinde yapılan kahpelikler, kopan kol-kanatlar, yıkılan, yakılan evler-barklar, tecavüz ve tasalluta uğrayan namuslar, sönen ocaklar, tükenen umutlar, çaresizler, çaresizlikler...
Bütün bunlar yirmi birinci asrın insanının gözleri önünde oluyor... Kumları gibi fitne ve fesadın bol olduğu, kol gezdiği, hırlaşmanın bitmemesi için sınırları asrın şeytanlarınca şeytanca çizilen ülkelerden biri olan Suriye’de aylarca süren bu felâket ve fecâat kimin umurunda! Bağırıp çağıranlar, sözüm ona kınayanlar, göstermelik protesto edenler aslında sarhoş olurcasına çakır keyiflerini yaşıyorlar ve ektikleri zakkum tohumlarının meyvelerini devşiriyorlar... Öyle ya, şöyle veya böyle, Müslüman bir ülke. Ölenler Müslüman, öldürülenler Müslüman olduklarını söylüyorlar(!)… Acaba dünyada böylesine dramatik ve trajedik bir fotoğrafın resmedildiği bir ülke var mıdır? Hür dünyanın, alçaklıklarına esir kalpazanları güya gece-gündüz toplanıp kara kararlar alıyorlar. Durun, yapmayın, etmeyin, vurmayın, kırmayın, orantısız güç kullanmayın diye düdük çalan kalpazanlar, seller gibi akıtılan müslümanın kanında geleceklerinin çıkar testlerini yapıyorlar...
Hayatta her şey kör tabiatın tesadüfüne tevdî edilemeyecek kadar bir hikmete mebnidir ve tevafukun eseridir. Onun için, çok defa bazı kişilerin, isimlerinin manasına muvafık hareket etmeleri tesadüf değil tevafuktur. Kaddafi (Kazzafi): Çokça fırlatan, sallayan, atan, iftirada bulunan… Saddam: Vurdukça vuran, kırdıkça kıran, toslayan, çarpan, tekmeleyen… Beşşer Esed: Çok müjde veren aslan demek olduğu gibi, Beşşer’in, (Bâşir) kelimesinden mübalağa olması da mümkündür. O zaman, Ormanın ırzına geçen, ormanı talan eden, harap eden aslan demek olan Beşşer Esed, dayılarına yaslanarak tavşana kaç, tazıya tut diyen dünyaya, çare orta iken çaresizliğin klarnetini çalan dünyaya rest çekiyor, söz dinlemiyor, şımarıyor, kuduruyor, asıyor, öldürüyor, sürüyor, süründürüyor, yakıyor, yıkıyor... Gezdim diyar-ı küfrü, beldeler, kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-ü İslamı, bütün viraneler gördüm diyen şairin tarif ve tavsif ettiği ya o İslam âlemi! Halbu ki İslam âlemi; Gücün, kuvvetin, ittihadın, ittifakın, şevketin, şahâmetin, terakkinin, medeniyetin, yaramazlara indirilen şamarın sembolü… İslam âlemi emi! Aman Allahım! Hem İslam, hem âlem! İslam âlemi… İslam bir tarafa, gerçekten bir âlem… Bu ne garip ve acâyip sükûnet! Bu ne hissiz ve hareketsiz ufûnet! Bu gaflet Kur’anın sesi mi! Bu atâlet Sünnetin nefesi mi! Şu sabır taşını çatlatan sabra bakın hele! Fışkıran kan nerede ise gökleri boyayacak, semânın masmavisi, kırmızıya göz koyacak, felekler, melekler hayretten ve dehşetten donacak, müminlerin duası bakalım ne zaman kabul olacak! Heyhât! Aman Allahım, Heyhât!
Hz. Ebu Bekir tarafından fethedilip İslamla müşerref olan, daha sonraları pek çok milletlerin idaresine ve istilasına maruz kalan, 1517 den 1918 senesine kadar, dört yüz bir sene, Ebet-Müddet Devlet, Devlet-i Âliyyeyi Osmaniyyenin Paşa Valilerinin ibâdet aşkıyla yaptıkları hizmetlerle, maddî ve mânevî teâlinin “ihsan ve ikramına” kavuşan, nice mâlum ve meçhul allâmeye, evliyaya, enbiyaya beşik ve mezar olan bu kadîm diyarın yeni yetme bir firavun tarafından yakılmasına, yıkılmasına, hiç suçu olmayan mâsumların, mazlumların mukaddeslerinin hunharca tahrip ve tahkir edilmesine, müstevlilere Fatiha okutturacak vahşîliklerle katledilmesine, iki milyar Müslüman’ın yapılacak şeyleri yapmadan/ yapamadan, yaptıkları dualara, ahlara, vahlara, vâh vâh! Vâh Suriyelim vâh!