YERLİ YERİNDELİK VE PROFESYONELLİK

ABDULKADİR İLGEN

Lügatlerimizden düşmeyen kavramlardan biri de profesyonelliktir. Kitap, “güzel işler” olarak tanımladığı bütün kavramları mutlak bırakmıştır. Mesela alçakgönüllü olmak çok güzel bir haslettir. Ama temsil konumunda bulunan bir yetkili, tevazu ile tezellül veya daha da kötüsü zillet kavramı arasındaki mesafeyi koruyamıyorsa, orada arıza var demektir.

Aynı şekilde “öfkelenmek” veya gazap duygusu, en kötü hasletlerden biri olarak bilinse bile, yerinde kullanıldığı zaman şecaat biçiminde pozitif bir anlam kazanabilir. Napolyon, “sevecen bir yönetim, en kötü yönetim” derken, sevecenliğe karşı çıkmak değil, yönetme erkinin farklı bir özelliğine dikkat çekmek istiyordu.

Yönetme erkini kullanan kişi, elbette o konuma yaraşır bir vekar ve irade sahip olmalı, onun gereğini yerine getirmelidir. Tevazuyla yönetim olmaz, olmamıştır da. Günümüzde takımın bütün bireylerini harekete geçirme anlamında kullanılan “yönetişim” kavramı bile, ekip lideri olmadan gerekli motivasyonu hiçbir zaman sağlayamaz. Orada bile, bütün bünyeye ruh olan, hâkim bir irade vardır.

Bizde ne siyaset edenler –tabii ki istisnaları vardır- ne de ve bilhassa akademisyenler, yönetim denilen şeyin “profesyonel” bir iş olduğunu tam olarak anlayamadıklarından, ayaküstü yönetim biçimini tercih ediyorlar. Sonuçta ne yönetişim, ne de tam anlamıyla yönetim oluyor.

Günümüzde sadece demokrasiden değil, “yönetebilen bir demokrasiden” bahsedilirken de aynı şeye dikkat çekilmek isteniyor. Başında kendisine anlam kazandıran bir sıfat olmadan demokrasinin hiçbir işe yaramadığı anlaşılmıştır. Sürdürülebilir ve yönetebilir bir demokratik sistemle ancak istenen neticeler alınabilir.

Merhum Topçu, “otoriteli, âdil devlet” derken, bizim binlerce yıllık devlet geleneğimize dikkat çekmişti. Herkese eşit muamele, adaletsizliğin en büyüklerinden biridir. Cennete girerken bile, belli bir sıralama ve hatta Vip Kapısı kullanıldığını Kitabın kendisi aktarıyor.

Yakınlarda vizyona giren “Muhteşem Yüzyıl” dizisini izlerken, zaman zaman aynı duygulara kapıldım. Bütün eksikliklerine rağmen, diziyi hazırlayanlar; dekorasyonundan en sıradan saray hizmetlisinin kıyafetleri ve saray protokolüne varıncaya kadar, her şey üzerinde düşünmüş izlenimini veriyorlar.

Venedik elçisine yapılan muamele, bir kibir ifadesinden çok, devletin vekarına yakışır bir protokol kuralından ibaret. Orada padişahın elçiyle doğrudan konuşması bile yadırganıyor. Eskiden bizim film yapımcıları, koskoca devlet-i âliyyenin başındaki adamı, Mahmut Paşa’dan giydirmeye hayâ edinmezken, ilk defa cihan padişahı ve hatta hizmetkârlarının bile Vakko’dan giyindiğini gördük.

Bunların hiçbiri gösteriş ve kibir değildir. Hepsi yerli yerinde, kentli işi ve güzel davranış biçimleri. Eskiden bizim Türk sağına mensup arkadaşlarımız, kendi köylü alışkanlıklarına kılıf bulmak için, camilerdeki hat ve tezhip sanatlarını bile bidat olarak yaftalama yoluna giderlerdi. Ne tuhaf ki, bugün Türk edebiyatında tezhiple ilgili en güzel metinleri okuma zevkimizi gidermek için, Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” kitabını okumak zorunda kalıyoruz.

Aynı şeye, iş hayatını profesyonellikten uzak, “esnaf” mantığıyla yönetme hatasına düşen davranış biçimlerinde rastlayabiliyoruz. Burada da açık açık belirtmeme gerek yok; ama hâla iş hayatında çoğu meslek erbabı, yönetim denilen şeyin başlı başına bir meslek olduğunu kavrayabilmiş değil.

Bendeniz bütün bunları, kentleşme sürecinin doğal aşamaları olarak gördüğüm için şaşkınlık yaşamıyorum. Yerli yerindelik de, zamanla ve kendi kuralları içinde öğrenilecek bir süreçtir.

Neticede rafine olan tortulardan ayrılır, halis altın piyasa bulur.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.