Mekke"de cehaletin kol gezdiği yıllardı. Müşrikler her türlü kötülüğü yapıyor, güçlü olanlar zayıfları eziyordu. Mekke dışından gelenler ise hepten korumasızdı. Şehrin nüfuzlu kişileri kendi menfaatlerini beslemek üzere onları zalimce sömürüyordu. Hz. İbrâhim ile oğlu Hz. İsmâil"in yaptığı kutsal mabedin etrafında zalimler destekleniyor, mazlumların feryatlarına ise kulak tıkanıyordu.
İşte bu dönemde Yemenli bir tacir, mallarını Kureyş"in önde gelenlerinden biri olan Âs b. Vâil"e satmıştı. Ama Âs b. Vâil"in ne parayı ödemeye ne de malı geri vermeye niyeti vardı. Yemenli tacir, nüfuzlu kabileleri dolaştı. Yapılan zulmü anlatıp yardım istedi. Fakat yardım göreceği yerde azar işitince Ebû Kubeys Dağı"na çıkıp Âs b. Vâil"in zulmünü tüm Mekkelilere yana yakıla söylediği bir şiirle haykırdı.
İşte o zaman kalplerinde adalet duygusunu yaşatanlar, Abdullah b. Cüd"ân"ın evinde toplandılar ve bu kutsal şehirde zulmü kaldıracaklarına dair bir antlaşmaya vardılar. Aralarında o zamanlar henüz yirmi yaşlarında bulunan Muhammed b. Abdullah da vardı. Yapılan bu antlaşmaya göre ister Mekkeli olsun isterse Mekke dışından gelsin hiç kimse zulme uğramayacak, mazlumun hakkı mutlaka geri alınacaktı. İlk iş olarak Yemenlinin hakkı, Âs b. Vâil"den alındı. Artık kim haksızlığa uğrasa bu âdil insanlara koşuyor ve hakkını arıyordu. Bu kutlu harekete, “Erdemliler Antlaşması” anlamına gelen “Hilfü"l-füdûl” dendi.
Gerçekten de zulmün sıradanlaştığı, hatta zalimlerin desteklendiği bir zamanda böyle bir hareket son derece değerliydi. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de, “Henüz delikanlı iken amcalarımla beraber iyi insanların yapmış olduğu antlaşmada hazır bulunmuştum. Bana kızıl develer dahi verilse bu antlaşmayı bozmak istemezdim.” diyerek bu değeri ifade etmiş, şayet İslâmiyet döneminde de böyle bir antlaşmaya davet edilse yine hemen katılacağını söylemişti.
Asıl itibariyle zulüm, haksızlık etmek, hak sahibine hakkını vermemek, bir şeyi lâyığı olmayan yerde kullanmaktır. En büyük haksızlık ise Allah"ın hakkını Allah"tan başkasına vermektir. Dolayısıyla sayısız nimetlerine rağmen Allah"a ortak koşmak, tam anlamıyla zulümdür. Nitekim Kur"ân-ı Kerîm"de bu durum, oğluna öğütler veren Lokman"ın (as) dilinden şu şekilde ifade edilmiştir: “Ey Oğulcuğum! Allah"a şirk koşma. Gerçekten şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13.) Kur"an"ın bildirdiğine göre, tek ilâh olarak Allah"ı tanımamaları ve O"nu bırakıp başka ilâhlar edinmeleri sebebiyle zalimler büyük bir azaba uğrayacak (Bakara, 2/165.) ve asla affedilmeyecektir.(Nisâ, 4/48.) Herhangi bir yardımcıları da olmayacaktır onların.(Hac, 22/71.) İşte bu nedenledir ki hayatı boyunca hiçbir zaman haktan taviz vermeyen ve her zaman zulmün karşısında duran Resûlullah (sav), öncelikle zulmün en büyüğü olan “şirk”le mücadele etmiştir.
Diğer taraftan Allah"a şirk koşmanın yanı sıra, Allah"ın âyetlerini yalanlamak,(A’râf, 7/162, 177) peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da(Nahl, 16/113) Kur"an"da zulüm olarak nitelendirilmiştir. Zira bütün bu inkâr davranışları Yüce Yaratıcı"nın varlığını ve hükmünü kabullenmeyerek O"na karşı haksızlık etmek anlamına gelmektedir. Bu sırada insan kendisine de zulmetmekte,(Nisâ, 4/64) Rabbi ile sıcak bir bağ kurmanın vereceği huzur ve güveni yaşamayarak O"nun sunduğu iman ve kulluk nimetlerinin lezzetinden nasibini almayarak aslında kendisine yazık etmektedir. En ufak bir haksızlığa bile müsaadesi olmayan Rabbimiz kimseye zulmetmezken böyle bir durumda kişi kendi kendine zulmetmektedir. (Fâtır, 35/32.) Bir başkasının hakkına girmese bile, hevâ ve hevesinin peşinde koşarak günah işleyen kimsenin de kendi nefsine zulmettiği aşikârdır. İşte bu durumda olanlar için Allah Teâlâ, “Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder sonra da Allah"tan bağışlanma dilerse Allah"ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (Nisâ, 4/110.) buyurarak rahmet kapılarını açık tutmaktadır.
Şirki en büyük zulüm olarak takdim eden Yüce Allah, “Ben zulmü kendime ve kullarıma haram kıldım. O hâlde siz de birbirinize zulmetmeyin.” buyurur (Müslim, Birr, 55.)ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde zulmün her türlüsünü yasaklar. Nitekim Hz. Peygamber de Veda Hutbesi"ni dinleyen binlerce insana şöyle seslenmiştir: “Kanlarınız, mallarınız ve onurlarınız dokunulmazdır.” (Buhârî, İlim, 9) Bu aslında İslâm"da insanların zulme uğramayacaklarının belki de son kez alenen tebliğiydi. Zira Sevgili Peygamberimiz zulmetmemenin temel bir prensip olduğunu daha önce de defalarca ifade etmiş, “...Müslüman, Müslüman"ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 32.)
İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde zulüm, karşısındakinin sınırlarına riayet etmemek, hakkını gasp etmek veya ona âdil davranmamak şeklinde tezahür edebilir. İlişkiler ne kadar yakın ve yoğun ise hak ve sorumluluklara özen göstermek de o kadar önemli hâle gelmektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber, öncelikle birlikte yaşadıkları aile fertlerinin haklarına riayet etmeleri konusunda ashâbını sık sık uyarmıştır. Eşlerin birbirine zulüm ve eziyetini yasaklamış, erkeklere hanımlarına karşı her türlü kaba ve kırıcı davranıştan uzak durmalarını tembihlerken (Müslim, Hac, 147) hanımlara da kocalarının haklarını korumalarını öğütlemiştir.(Ebû Dâvûd, Zekât, 32)
Diğer taraftan anne baba ile evlât arasındaki ilişkide de zulmün her çeşidini yasaklayan Sevgili Peygamberimiz, sahâbîlerden birinin diğer çocuklarını bir tarafa bırakıp sadece bir oğluna mal bağışlamasını onaylamamış, “Sana iyi davranmaları senin onlar üzerinde hakkındır. Ama çocuklar arasında âdil davranman da onların senin üzerindeki hakkıdır.” diyerek onu ikaz etmiştir.(Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 83) Oğlu gelince öpüp kucağına alan, fakat kızı gelince ilgisiz bir şekilde yanına oturtan adamı da çocukları arasında haksızlık yaptığı için kınamıştır.(Beyhakî, Şuâbü’l-îmân, VI, 410.)Aynı şekilde anne babaya ve yakın akrabaya zulmetmek yani onların hakkını tanımamak da Resûlullah"ın (sav) asla tasvip etmediği davranışlardandır. Anne babaya eziyet ve saygısızlığı büyük günahlar arasında sayan Allah Resûlü, haklarını hiçe sayarak akraba ile ilişkiyi kesmenin ilâhî rahmetten ve cennetten mahrumiyete sebep olacağını söylemiştir.
“Bir kimse, komşusu onun kötü davranışlarından güvende olmadığı sürece iman etmiş olmaz.” (İbn Hanbel, I, 388.)buyuran Hz. Peygamber (sav), komşuluk ilişkilerinde olumsuz davranışlarda bulunmayı da “zulüm ve haksızlık” olarak nitelendirmiştir. Başkasının malını gasp eden zalim kişiyle ilgili olarak ise, “Kim bir karış miktarınca toprak parçasına haksızlıkla sahip olursa, o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” (Müslim, Müsâkât, 137.)diyerek böyle bir zulmün cezasız kalmayacağını hatırlatmıştır.
Ayrıca Resûl-i Ekrem, “Kim bir adama can güvenliği konusunda teminat verip de daha sonra onu öldürürse kıyamet gününde zulüm sancağını taşıyacaktır.” diyerek (İbn Mâce, Diyât, 33.)muhatap gayri müslim bile olsa zulmün haram olduğunu bildirmiştir. Bu bağlamda savaşta bile zulmü yasaklayan Rahmet Peygamberi, düşmanın organlarını keserek işkence etmeye, ihtiyar, çocuk ve kadınları öldürmeye kesinlikle izin vermemiştir.(Müslim, Cihâd ve siyer, 3)
Şartlar ne olursa olsun Müslüman, zalimin karşısında, mazlumun ise yanında yer almalıdır. Zira Hz. Peygamber bunun zıddına hareket edenleri, “Bir davada zulme yardımcı olan kimse, kuşkusuz Allah"ın gazabına uğrar.” (Ebû Dâvûd, Kadâ’ (akdiye), 14.) sözleriyle uyarmıştır. Ayrıca Resûlullah (sav) zalim idarecilerin yaptıkları haksız uygulamalara yardım edenlerin âhirette kendisiyle buluşamayacaklarını belirtmiş, zalim yönetici karşısında hakkı söylemeyi ise en büyük cihad saymıştır. “İnsanlar bir zalimi görürler de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah"ın onları genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5) buyuran Allah Resûlü"ne göre, sessiz kalarak da olsa zalimin zulmünü onaylamak ise herkesi kapsayan bir azaba uğramak anlamına gelir. Nitekim Yahudiler günah işleyenleri önce uyarır, fakat daha sonra yapılanlara aldırış etmeden onlarla yer içerlerdi. Kur"an, “Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar.” diyerek (Mâide, 5/79.) İsrâiloğulları"nı bu yaptıklarından ötürü kınamış, onların durumunu ashâbına anlatan Resûlullah (sav) da heyecanla, “Hayır! Hayır! Zalimin zulmünü önlemedikçe size de kurtuluş yoktur!” buyurmuştur.(Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5)
Bir haksızlığa şahit olan herkes, en az haksızlığa uğrayan kişi kadar zulme karşı koymak, direnmek ve engellemeye çalışmakla sorumludur. Zira toplumsal duyarlılığın azalması, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” gibi sorumsuz ve vurdumduymaz bir yaklaşımın artması, bütün toplumun zarar görmesine sebep olacaktır. Bu nedenle, değil zulme razı olmak, zulmedenlere meyletmek bile Kur"an"da yasaklanmış, zulme uğrayanların hakkını savunmak için savaşmayanlar ise kınanmıştır. Zulme engel olunmadığı takdirde toplumda haksızlıkların önü alınamayacak, güçlü ama zalim kimselerin toplumun huzurunu bozması kaçınılmaz olacaktır. Adaletin hâkim olmadığı, haksızlığın hüküm sürdüğü bir toplum ise Allah"ın hoşnutluğunu ve yardımını kazanamayacaktır. Zira Kur"an"ın açıkça bildirdiğine göre, “Zalimler kurtuluşa eremeyecektir.” (Kasas, 28/37.) İşte böyle bir tabloyu tasvir ederken Hz. Peygamber, zalimin yaptıklarının açıkça söylenmediği, bir anlamda zulme karşı sessiz kalındığı zamanlarda bu duruma seyirci kalanların da zalime destek vermiş gibi değerlendirileceğini belirtmiştir.
Bu arada zulüm görenlerin de sorumluluklarının olduğu unutulmamalıdır. Mazlumlar zulme boyun eğmemeli, mümkün olduğu kadar zalime fırsat vermemelidir. Bu yüzden Allah Resûlü, “Kim malını korumak uğruna öldürülürse şehittir.” buyurmuş, (Buhârî, Mezâlim, 33) zulme uğrayarak öldürülen Müslümanların da o yüce mertebeye ulaşacaklarını haber vermiştir.
Öte yandan mazlum, kendisine zulmedildi diye karşısındakine daha fazlasını yapmaya çalışmamalı, haklıyken haksız konuma düşmemelidir. Hz. Peygamber, bu tehlikeye karşı ashâbını uyarırken,“Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız, herkes zulmederse biz de zulmederiz, diyen ilkesiz kimseler olmayın. Aksine kendinize iyilik yapanlara karşı iyilik yapmayı, kötülük yapanlara karşı ise zulmetmemeyi ilke edinin.” (Tirmizî, Birr, 63.) buyurmuştur. Resûlullah"ın (sav) şu ifadesi de aynı amaca yöneliktir: “Karşılıklı küfreden iki kişinin günahı, mazlum taraf ileri gitmedikçe küfretmeyi başlatan kimseyedir.” (Müslim Birr ve sıla, 68)
Hz. Peygamber her fırsatta başkasına zulmedenin dünyada ve âhirette cezasız kalmayacağını bildirmiştir. İşte bu yüzden Resûlullah (sav) değerli sahâbîsi Muâz b. Cebel"i Yemen"e gönderirken, zekât tahsili sırasında mal sahiplerine haksızlık yapmamasını tavsiye ederek, “...Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.” demiş, (Buhârî, Zekât, 63) mazlumun bedduasını almamaları konusunda insanları uyarmıştır. Evet, belki zalim belirli bir süre için zulmüne devam edebilir ve yaptığı yanına kâr kalmış gibi görünebilir. Fakat mazlumun ahının ilelebet yerde kalması kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Hz. Peygamber, bir mazlum Allah"a yakardığı zaman ona gök kapılarının açıldığını ve Allah"ın, “Yemin olsun ki, belirli bir zaman sonra da olsa sana mutlaka yardım edeceğim.” buyurduğunu müjdelemiştir. (Tirmizî, Deavât, 128) Allah Resûlü başka bir hadisinde ise, “Allah, zalime mühlet verir, fakat onu yakalayacağı zaman göz açtırmadan ansızın yakalar.” demiş ve şu âyeti okumuştur: “İşte Rabbin zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun azabı çok acı ve çok çetindir.” (Hûd, 11/102) Hatta mazlum, günahkâr olsa bile duası kabul edilecek ve zulme uğrayan mutlaka yardım görecektir. İşte bütün bunlardan hareketle kültürümüzde, “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste!” denilmiştir.
Zalimleri bu dünyadakilerin yanı sıra âhirette de acıklı bir azap bekler. (Şûrâ, 42/44-45.) Zira zulmetmek Peygamberimizin özlü ifadesiyle, “kıyamet gününde zifiri karanlıklar” demektir. Bu yüzden Allah Resûlü ashâbına, altın ve gümüşün bir değer ifade etmediği kıyamet gününden önce haksızlık ettikleri kimselerle helâlleşmelerini tavsiye etmiştir. Zira o gün hak sahibi kendisine haksızlık edenin iyiliklerini alacak, zalimin verebileceği iyiliği tükenmişse mazlumun günahları ona yüklenecektir. (Buhârî, Rikâk, 48)Yani küçücük bir şey de olsa başkalarının hakkını alanlar hak sahipleriyle hesaplaşmadıkça cennete giremeyecektir. Öyle ki Peygamberimizin ifadesiyle, “O gün haklar mutlaka sahibini bulacak, boynuzsuz koyun bile boynuzludan hakkını alacaktır.” (Müslim, Birr, 60)
Neticede İslâm, kişinin Rabbine şirk koşmasından başlamak üzere zulmün her türlüsünü yasaklamış ve zalimlerin kurtuluşa eremeyeceğini kesin bir şekilde açıklamıştır. Haksızlık yapılan kişinin Müslüman olup olmaması sonucu etkilemez. Zira “kul hakkı” kavramı bütün insanları kapsayan bir özelliğe sahiptir. Bunca uyarıya rağmen kim zulmederse, onu dünya ve âhirette acıklı bir sonun beklediğini hatırından çıkarmamalıdır. Çünkü zarar vermemek ve zarara uğramamak temel bir prensiptir ve zulme uğrayan kişi affetmedikçe kötülük yapan kötülük bulacaktır. Bu ağır sorumluluk sebebiyle Hz. Peygamber kul hakkıyla Allah"ın huzuruna varmaktan özenle kaçınıyor ve “Ben, sizden hiç kimse, kendisine kan veya mal (meselesi) sebebiyle yaptığım bir haksızlıktan dolayı peşimde olmaksızın Rabbime kavuşmayı ümit ederim.” (Müslim, Birr, 60) diyordu. Ayrıca o, şöyle dua ediyordu:
“Allah"ım! Fakirlikten sana sığınırım. Darlık ve zilletten sana sığınırım. Zulmetmekten ve zulme uğramaktan da sana sığınırım.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 236)
KAYNAK: DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI
HAZIRLAYAN: ÜMMÜHAN BAYRAKÇI BİLECİK MÜFTÜLÜĞÜ İL VAİZİ