Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜŞRİKLERLE MÜCADELESİ

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜŞRİKLERLE MÜCADELESİ

Mukaddes şehir Mekke, insanlığın kurtuluşu için yeni bir ümidin ve yeni bir doğumun muştusuna sahne olmuştu. Allah Resûlü’nün peygamber olarak gönderilişinin üzerinden birkaç yıl geçmiş, ilâhî mesajların açıktan açığa insanlara duyurulma vakti gelmişti.

Yüce Allah, Elçisi’ne en yakın akrabasından başlamak üzere insanları uyarması talimatını vermişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, Safâ tepesine çıkarak aynı soydan gelen akrabalarına: “Ey Fihroğulları, ey Adîoğulları...”diye oymak oymak seslenmişti. Belli ki çok önemli bir meseleyi görüşmek, konuşmak istemekteydi. Sevilen, güvenilen birisi olduğu için çağrıyı duyan yakın ak-rabaları hemen oraya koşmuşlardı. Topluluk merakla neler olacağını bekemeye koyulmuştu ki, Hz. Peygamber (sav) söze başladı: “Ne dersiniz, size şu dağın arkasında (sizinle savaşmak üzere) atlılar bekliyor diye haber versem bana inanır mısınız?” Onlar, “Biz senden hiç yalan işitmedik.” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Resûlü, şöyle dedi:“Öyle ise yakında gelecek çok çetin bir azap öncesinde sizi uyarıyorum.”

Toplantıya katılanlar arasında müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Leheb de vardı. Hemen söze atıldı ve toplantının amacına ulaşmasına mani olmak için, “Yazıklar olsun sana! Bizi buraya bunun için mi topladın!” dedi, sonra oradan ayrıldı. Hz. Peygamber’in (sav) amcalarından olan Ebû Leheb’in bu sert muhalefeti üzerine şu âyetler nâzil oldu: “Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu da! Ona ne malı, ne de kazandığı fayda verdi! O, alevli bir ateşe girecek. Ve karısı da boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde odun hamalı olarak (ateşe girecek).” Oradaki herkes gibi Ebû Leheb de bir müşrikti. Yani “Allah’ın dışında uydurma ilâhları O’na ortak koşan bir kimse idi.

Allah Resûlü, başlangıçta Mekkeli müşrikleri İslâm’a davet etmiş, fakat karşılığında çok farklı tepkiler almıştı. Müşrikler önce aleyhte faaliyette bulunmak suretiyle İslâm’a daveti engellemeye çalışmışlar ve hatta Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna kadar Müslümanların Kâbe’de alenen namaz kılmalarına mani olmuşlardı. Allah Resûlü, panayırlara gelenleri İslâm’a davet ederken amcası Ebû Leheb onu takip ederek, “Ona uymayın, onu dinlemeyin!” diye telkinlerde bulunurdu.Müşrikler ayrıca, münazara ve tartışma ortamı oluşturarak davete engel olmaya çalışırlardı. Nitekim müşriklerin ileri gelenleri, “Ey Muhammed! Gel, biz senin dinine uyalım, sen de bizim dinimize uy. Bir sene sen bizim ilâhlarımıza tap bir sene de biz senin ilâhına tapalım. Eğer senin getirdiğin bizimkilerden daha hayırlıysa biz de sana bu konuda ortak olmuş ve ondan nasibimizi almış oluruz.” demişler ve bunun üzerine Kâfirûn sûresi indirilmişti: “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız...”Müşrikler sadece Resûlullah’a eziyet etmekle kalmamış, aynı zamanda ashâbına da işkence etmişlerdir. Nitekim sahâbe-i kirâmdan Abdullah b. Mes’ûd Ammâr b. Yâsir, Süheyb b. Sinân, Bilâl-i Habeşî, Mikdâd b. Esved ve Abdurrahman b. Avf gibi isimler de bundan nasibini almışlardı.

Allah Resûlü’ne karşı gösterilen bu tepkinin temelinde önemli ölçüde ticarî kaygı ve buna bağlı olarak Mekke’nin liderliğini elinde tutan seçkin sınıfın menfaatlerinin kaybolması endişesi yatıyordu. Müşriklerin elebaşları, İslâm davetinin yayılması durumunda kendi otorite ve egemenliklerinin büsbütün tehlikeye gireceği endişesini taşıyorlardı. Aslında onlar Allah’ın Resûlü’ne değil otoritelerini sarsan vahye karşı çıkıyorlardı. Bir keresinde bu gerçeği Ebû Cehil Allah Resûlü’ne açıkça dile getirmişti: “Biz seni yalanlamıyoruz, senin getirdiklerini ya-lanlıyoruz.”

Resûlü’nün etrafında birikenlerin sayısı giderek arttıkça müşriklerin de tehdit ve şiddete yönelik tavırları artıyordu. Nitekim bir gün Ukbe b. Ebû Muayt Allah Resûlü’nü Kâbe’de namaz kılarken görünce üzerindeki elbiseyi boğazına dolayarak onu boğmaya kalkışmış, Hz. Ebû Bekir’in zamanında yetişmesiyle oradan uzaklaştırılmıştı. Ebû Cehil de aynı şekilde Resûlullah’ı Kâbe’de namaz kılarken görürse boğazını sıkacağını söylemişti. Bu sözler Hz. Peygamber’e iletildiğinde o, böyle bir şey yapması durumunda meleklerin onun hakkından geleceğini söylemişti. Benzer bir şekilde Ebû Leheb ile şerde ortaklık kuran ve bu birlikteliği cehenneme kadar uzanacak olan hanımı da Peygamber Efendimizin geçtiği yollara dikenler atmıştı. Bir başka seferinde Allah Resûlü Kâbe’nin yanında namaz kılarken

Ebû Cehil ve yandaşları gizli bir plan yapmışlar ve secdeye vardığında yeni boğazlanmış bir devenin işkembesini sırtına koyarak kahkaha atıp eğlenmişlerdi. O günlerde henüz yaşı küçük olan kızı Hz. Fâtıma gelerek babasının üzerini temizlemiş ve yaşının küçük olmasına rağmen onlara sert sözler söylemişti. Allah Resûlü namazını tamamladıktan sonra üç defa, “Allah’ım, Kureyş’i sana havale ediyorum!” demiş ve ardından,“Allah’ım, Ebû Cehl b. Hişâm’ı, Utbe b. Rebîa’yı, Şeybe b. Rebîa’yı, Velîd b. Ukbe’yi, Ümeyye b. Halef’i ve Ukbe b. Ebû Muayt’ı sana havale ediyorum!”sözleriyle Rabbine sığınmıştı.Bedir Savaşı sırasında yaşı henüz genç olan sahâbîlerden Abdullah b. Mes’ûd’un anlattığına göre, Resûlullah’a eziyet eden müşriklerin bu elebaşları Müslümanlar tarafından tek tek yere serilmişler ve hak ettikleri cezayı bulmuşlardı.”Resûlullah (sav) Mekke’de kaldığı sürece ne kadar zor ve sıkıntılı günler geçirdiğini şu sözlerle ifade etmişti: “Bana, Allah yolunda, hiç kimsenin yaşamadığı kadar büyük bir korku yaşatıldı. Yine bana, Allah yolunda, hiç kimsenin çekmediği kadar eziyet çektirildi.”

Nübüvvetin yedinci yılında müşrikler daha da acımasız bir planı devreye soktular. Müslümanları tümüyle hayattan tecrit etmek maksadıyla boykot kararı aldılar. Onlarla her türlü ilişkiyi kesmeyi, kız alıp vermemeyi, alış veriş yapmamayı ve onlarla konuşmamayı kararlaştırdılar. Müslümanlara karşı sosyal ve ekonomik bir abluka içeren bu kararları yazılı bir metin hâline getirerek Kâbe’nin içine astılar.Müslümanlar topluca işkenceye tâbi tutuldular. Üç yıl süren bu boykot esnasında açlık ve yokluktan çok bitkin duruma düştüler; çocuklardan ve yaşlılardan ölenler oldu. Sonunda Kureyş’ten bazı insaflı kimseler bu acımasız duruma tepki gösterdiler ve alınan kararlara uymayarak ablukayı deldiler. Müslümanlarla ilişki kurdular ve onları bu durumdan kurtardılar. Resûlullah (sav), bütün bu eziyet ve haksızlıklar karşısında büyük bir sabır ve metanet gösteriyor, bu tavrıyla ashâbına da örnek oluyordu. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Resûlü’nden “sabretmesi”ve “müşriklerden yüz çevirmesi” isteniyordu.Ashâbdan bazılarının yapılan bu eziyet ve işkenceler karşısında kimi zaman şikâyette bulunmaları üzerine Allah Resûlü de onlara sabrı tavsiye ediyordu. Nitekim Habbâb b. Eret’in naklettiğine göre, Allah Resûlü (sav) Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapıp uzanmış vaziyette iken kendisine Kureyş müşriklerinin eziyetlerinden bahsedip şikâyette bulunmuşlar ve “Bizim için (Allah’tan) yardım dileyemez misin? Bizim için dua edemez misin?” demişlerdi. Allah Resûlü şöyle buyurmuştu: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kişiler vardı ki müşrikler tarafından yakalanır, onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi o çukurun içine gömülürdü. Sonra büyük bir testere getirilir, onun başı üzerine konulurdu da başı iki kısma ayrılırdı. Bir başkasının da demir taraklar ile etinin altındaki kemiği ve sinirleri taranırdı ama bu işkenceler o mümini dininden çeviremezdi. Allah’a yemin ederim ki bu din kesinlikle tamamlanacaktır. Öyle ki biniti üzerinde bir kimse (tek başına) San’â’dan Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır... Fakat sizler acele ediyorsunuz!” Bu sözleriyle o, Allah’ın dinini mutlaka kemale erdireceğini ve müminleri galip getireceğini haber veriyordu.Resûlullah (sav), ashâbını müşriklerin bu amansız takiplerinden kurtarıp dinlerini daha güvenli bir ortamda yaşayabilmelerini sağlamak maksadıyla onlara, komşu ülke Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etti. Müminlerin Habeşistan’a hicreti, müşriklerin baskısından kurtulmak için bir çıkış yolu olmuştu. Zira Habeş kralı Necâşî, âdil bir hükümdardı ve Müslümanlara ülkesinde çok iyi davranmıştı.Allah Resûlü, bir başka çıkış yolu olmak üzere Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif’e gitmeye karar verdi. Yanına evlâtlığı Zeyd b. Hârise’yi de almıştı. Sakîf kabilesi, putlara tapan müşrik bir topluluktu. Resûlullah (sav) kabilenin ileri gelenlerini İslâm’a davet etti. Kureyşlilerle akrabalık ve ticaret bağları bulunan Sakîf kabilesi müşrikleri, onun çağrısını dinlemedikleri gibi, şehrin ayak takımını peşine takarak taşlatmışlardı. Atılan taşlarla ayakları kanlar içinde kalan Allah Resûlü, bu zor anında Rabbine yönelmiş, O’na teslim olup rızasını talep etmiş ve “Allah’ım! Sakîf’e hidayet et.” diye duada bulunmuştu. Nitekim Resûlullah (sav) Mekke’ye girmek istediğinde, bu kez Mekkeli müşrikler, birilerinin himayesine girmeden onu Mekke’ye sokmak istemeyeceklerdi. Hz. Âişe validemizin Uhud’dan daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını sorması üzerine Allah Resûlü, bu zorlu ânı daha sonraları şöyle anlatmıştı: “...Bir ara başımı yukarı kaldırdığımda, beni gölgelendirmekte olan bir bulut gördüm. Baktım ki içinde Cebrail var. Bana seslendi ve şöyle dedi: ‘Şüphesiz Allah, kavminin sana söylediklerini ve seni (korumayı) reddettiklerini duymuştur. Onlar hakkında kendisine dilediğini emretmen için sana dağlar meleğini göndermiştir.’ Bunun üzerine dağlar meleği bana seslendi, selâm verdi ve şöyle dedi: ‘Yâ Muhammed! Ne dilersen olacaktır. İki dağı onların üzerine kapamamı dilersen (yaparım).’” Fakat çektiği bu kadar eziyete rağmen Rahmet Elçisi’nin dudaklarından yalnızca şu cümleler dökülmüştü: “(Hayır), Bilakis ben Allah’ın, onların soyundan yalnız Allah’a kulluk eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkarmasını dilerim.” Nitekim Allah Resûlü’nün bu duası kabul olmuş, Yüce Allah’ın ona Mekke’nin fethini nasip ettiği günden itibaren Arap yarımadasında yaşayan müşrik topluluklar akın akın İslâm’a yönelmişlerdi.Kutlu Nebî, müşriklerin bunca eziyet ve dayatmalarına rağmen insanlara İslâm’ı tebliğ etme konusunda büyük bir kararlılık gösteriyor, bu maksatla farklı çıkış yolları aramaya devam ediyordu. 620 yılında Akabe’de gizlice görüştüğü Medineliler, davetine icabet ederek Müslüman olmuşlar ve o tarihten itibaren müminler Medine’ye hicret etmeye başlamışlardı. Medine’ye ilk hicret eden sahâbî Mus’ab b. Umeyr olmuştu. Hicret edenlerin sayısı hızla artıyor, müşrikler bundan büyük rahatsızlık duyuyorlardı. Hz. Peygamber’in de oraya giderek daha büyük bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Bir gün Dârünnedve’de toplanıp Ebû Cehil’in teklifiyle Resûlullah’ı öldürmeye karar verdiler. Onların bu niyetlerinden Cebrail aracılığıyla haberdar olan Allah Resûlü (sav) yanına yol arkadaşı olarak Hz. Ebû Bekir’i de alıp Medine’ye hicret etti. Yüce Allah, bu yolculuk esnasında Resûlü’nü ve onun en yakın dostu Hz. Ebû Bekir’i muhafaza etmişti. Hicret yolcuları müşrikleri yanıltmak için ters istikametteki Sevr mağarasına sığınmışlar fakat müşrikler mağaranın önüne kadar yaklaştıkları hâlde onları bulamayarak geri dönmüşlerdi. Yüce Allah’ın bu yardımı Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Medine’ye hicretin üzerinden henüz iki yıl geçmemişti ki Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler, Ramazan ayında Bedir Savaşı’nda karşı arşıya geldiler. Allah’ın yardım ve inayetiyle Müslümanlar, sayıca kendilerinden fazla olan müşrikleri mağlup ettiler. Müşriklerin elebaşları tek tek öldürüldü. Ebû Cehil ve diğerleri, Hz. Peygamber’e (sav) ve İslâm’a kar-şı gösterdikleri düşmanca tavırlarının cezasını çok ağır ödediler. Müşriklerden bir kısmı esir alınmış ve esirler malî durumlarına göre fidye ödemek suretiyle veya Müslüman çocuklara okuma yazma öğretmeleri karşılığında ya da karşılıksız olarak serbest bırakılmıştı. Allah Resûlü savaş sonrasında, İslâm’a açıkça düşmanlık eden müşriklere karşı lütfettiği bu parlak zafer ve ilâhî yardım dolayısıyla Allah’a hamd ve senâda bulunmuştu.

Bedir’de alınan bu ağır mağlubiyet dolayısıyla, Mekkeli müşrikler bu kez intikam hırsına kapılarak yeniden saldırıya geçme hazırlıklarına başladılar. Hazırladıkları üç bin kişilik bir orduyla Medine’ye doğru hareket ettiler.Allah Resûlü yaklaşık bin kişiden oluşan ordusuyla Uhud dağı eteklerine kadar ilerledi. İki ordu bu kez Uhud’da karşı karşıya geldi. Başlangıçta Müslümanlar müşrikleri bozguna uğrattıysa da Resûlullah’ın stratejik öneme sahip Ayneyn tepesine yerleştirdiği okçuların çoğunun onun talimatına aykırı hareket ederek yerlerini terk etmeleri üzerine müşrikler arkadan saldırarak savaşın seyrini değiştirdiler. Bu esnada Allah Resûlü’nün amcası Hz. Hamza şehit düşmüş, kendisi de yüzünden yaralanmış, dişi kırılmış, omuzundan da ok yarası almıştı. Yüzüne kanlar akarken, bir taraftan kanını siliyor, diğer taraftan da “Peygamberlerinin başını yaran, dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulur! Halbuki o (Peygamber) onları Allah’a davet ediyor.”diye hayıflanıyordu.

Müşriklerin Medineli Müslümanlara yönelik son saldırısı, Yahudiler ve diğer müşrik Arap kabilelerinin de katılımıyla gerçekleştirilen zorlu Hendek Savaşı’nda vuku bulmuştu. Bu savaşta Allah Resûlü ve ashâbı çok büyük zorluklar yaşamışlar, şehri müşriklere karşı savunabilmek için Medine etrafına hendek kazmışlar, günlerce süren bu çalışmalar esnasında açlığa tahammül etmek zorunda kalmışlardı.

Savaş esnasında son anda müşriklerle gizlice ittifak kuran Kurayza Yahudilerinin ihanetine uğramışlar ve o kadar zorlu anlar yaşamışlardı ki hiçbir zaman namazını geçirmeyen Allah Resûlü, kuşatma sırasında günün bazı namazlarını eda edememiş, daha sonra hepsini birlikte kılmak zorunda kalmıştı. O, buna çok üzülmüş ve bundan dolayı müşriklere beddua etmişti.Yirmi gün kadar devam eden kuşatmada müşrikler topluluğu bir sonuç alamamış, Allah’ın inayetiyle şiddetli bir fırtınanın ardından kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye geri dönmüşlerdi.

Hicretin üzerinden altı yıl geçmiş, vatan özlemi ve Kâbe’yi ziyaret etme arzusu, Peygamber Efendimizi ve Mekkeli Müslümanları her geçen gün daha fazla etkilemeye başlamıştı. Allah Resûlü (sav) gördüğü bir rüya üzerine umre yapmaya karar verdi ve ashâbından da sefer için hazırlanmalarını istedi. Ashâbıyla birlikte Medine’den hareket ettiler ve Hudeybiye denilen yere geldiler. Müşrikler, onların Mekke’ye girmelerini istemiyorlardı; karşılıklı yapılan görüşmeler sonrasında bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre, Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden dönecekler, umre için ertesi yılı bekleyeceklerdi. Mekke’den biri Medine’ye sığındığında iade edilecek, ancak aynı durum Medineliler için söz konusu olduğunda iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek ve taraflar antlaşmaya ihanet etmeyecekti. Antlaşmanın maddeleri ilk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünse de o güne kadar Müslümanları muhatap bile kabul etmeyen müşrikler, bununla birlikte en azından antlaşma zemininde buluşmak suretiyle Müslümanların varlığını onaylamak zorunda kalmışlardı.

Antlaşma sonrasında Allah Resûlü tebliğ faaliyetlerine hız vermiş ve bazı devlet başkanlarına gönderdiği davet mektupları sayesinde, İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya başlamıştı. Nitekim bundan dolayı müşriklerle yapılan bu antlaşma Kur’an’da, “feth-i mübîn” (apaçık bir fetih) ve “nasrı azîz” (şanlı bir zafer) olarak nitelendirilmiştir.

Mekkeli müşrikler, Benî Bekir kabilesiyle ittifak kurup Müslümanların müttefiki olan Huzâalılara saldırarak Hudeybiye Antlaşması’nı bozmuşlardı. Mekke’nin lideri konumundaki Ebû Süfyân bunun farkındaydı, antlaşmayı tekrar yenilemek istediyse de bunu başaramadı.Tarihler miladi 630 yılını gösterdiğinde, Allah Resûlü gizlice sefer hazırlıklarına başladı.Mekkeliler ne olduğunu anlayamadan, on bin kişilik İslâm ordusu Mekke’ye doğru yola çıktı. Müşrikler yirmi otuz kişilik bir grubun dışında direniş gösteremeden teslim oldular. Kâbe’deki bütün putlar temizlendi.Resûlullah (sav), müşriklerin kendisine ve ashâbına yaptıkları onca eziyet, işkence ve haksızlıklara rağmen birkaç kişinin dı-şında tüm Mekkelileri affetti.Fetihten sonra Mekkeli müşrikler, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek Müslüman oldular.Mekke’nin fethiyle birlikte müşriklerin Resûlullah’a ve ashâbına karşı olan düşmanlıkları da sona ermiş ve böylelikle yarımadanın bu bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki bütün engeller ortadan kaldırılmış oldu. Ayrıca bu fetih, Resûlullah’ın kendisine onca eza ve cefa çektiren Mekkeli müşriklere karşı ne kadar müşfik olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. O (sav), tüm bu zulüm ve işkencelere rağmen sabretti. Daima onların ‘olmalarını’ istedi, ölmelerini değil. Her zaman onların İslâm’a girmelerini ve böylece dünya âhiret mutluluğunu kazanmalarını istedi ve onları kazanmaya çalıştı. Hatta Bedir’de esirleri fidye karşılığı serbest bırakması gibi sebeplerle ilâhî ikaza uğradı. Yaptığı savaşlarda bile onların yaşamaları ve İslâm’ı seçmeleri ümidini taşıdı. Neticede Mekke’den kendisini kovanların hepsini ele geçirmesine rağmen onlardan öç, intikam almadı... Bu, sabrın, rahmetin bir ifadesiydi.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

''Deki: ''Ey Kafirler!'' Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz Sizin dininiz size ,benim dinim de banadır.'' ( Kafirun 109/1-6)3

GÜNÜN HADİSİ:

İbn Abbas'ın işittiğine göre Resulullah(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ''İki göz vardır ki cehennem ateşi onlara dokunmaz : Allah korkusundan ağlayan göz ve gecesini Allah yolunda nöbet tutarak geçiren göz.'' (Tirmizi Fedailü'l-cihad 12)

GÜNÜN DUASI:

Rabbim! Beni yalnız başıma bırakma sen varislerin en hayırlısısın ( Enbiya 21/89)

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU : Buluntu eşya (lukata) ile ilgili hükümler nelerdir?

CEVAP: Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak câiz olmadığı gibi kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de câiz değildir.

Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir.

Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vâcip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır. Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/200-201).

Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 5/162, 163).

Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak daha sonra sahibinin çıkması hâlinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, 11/2-3).

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: Hakkı ŞENER

DİN HİZMETLERİ UZMANI

Bu yazı toplam 258 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR