CAMİ VE AİLE
Mescit kelimesi, Arapçada “secdeye varılan yer” anlamına gelir ve namaz kılınan, secde edilen mekânlar mescit olarak adlandırılır. Kur’an-ı Kerim’de de bu isimlendirme ile yer alır. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî gibi. Türkçede mescit, genellikle küçük camiler için kullanılan bir kelimedir. Yazımızda Peygamberimiz döneminden bahsederken mekânların orijinal isimleri olan mescit kelimesini; günümüzdeki ibadet mekânlarından bahsederken ise cami kelimesini kullanacağız. Allah Resulü (s.a.s.), hicret yolculuğunun neredeyse sonuna yaklaşmıştı. Artık Mekkeli müşriklerin zarar veremeyeceği bölgeye ulaşmışlardı. Bu sebeple dinlenmek ve kendisine inananlarla zaman geçirmek amacıyla bir süre Kuba’da konaklamıştı. Medine’ye 9-10 km (6 mil) uzaklıkta olan bu köyde Müslümanlar, Amr b. Avf oğullarına ait bir hurma kurutma alanında cemaatle namaz kılıyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu mekânı mescide dönüştürmek için hemen harekete geçti. Günlerce süren yolculuğun sebep olduğu yorgunluğa rağmen çalışmalara bizzat katıldı (DİA, Mescid-i Kubâ, IXXX, s. 279). Burada inşa edilecek mescit, Müslümanların özgür ve korkusuzca ibadet edebileceği herkese açık bir mekân olması yönüyle oldukça önemliydi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye ulaştıktan kısa bir süre sonra Mescid-i Nebî’nin inşası için harekete geçti. İki yetim çocuktan satın alınan arsanın zemini düzeltildi, yaklaşık 2 metre derinlikteki temele ilk taşı Hz. Peygamber (s.a.s.) koydu. Bu taş, İslam medeniyetinin temeline konulmuş bir yapı taşıydı aynı zamanda. Mescidin yapımında tüm güçleriyle çalışan Medineli Müslümanlarla muhacirler birbirleriyle hızlıca kaynaştılar (DİA, Mescid-i Nebevî, IXXX, s. 282). Bu özel mescit yalnızca Müslümanları namazda buluşturmak için inşa edilmemişti, başta eğitim olmak üzere tüm etkinliklerin yürütüldüğü bir merkez olacaktı. Bu uygulama, İslam tarihi boyunca devam etti. Müslüman devlet adamlarının yeni kurdukları şehrin merkezinde inşa ettikleri ilk yapı cami oldu. Yöneticiler böylece sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) sünnetini ihya etmiş oldular. Bu şehircilik anlayışı, İslam medeniyetinin fiziki yapısının merkezinde caminin yer aldığının da göstergesiydi. Binalar elbette önemliydi fakat şehirleri medeniyet merkezlerine dönüştüren asıl unsur, sağlıklı sosyal yapılardı. Rabbimiz bu sebeple sosyal hayatın merkezine aileyi yerleştirmişti. İnsanlığın atası olan Hz. Âdem’den başlayarak tüm toplumların çekirdeğini aileler oluşturmuştu. Hz. İbrahim, Hz. Musa örneklerinde de görüldüğü gibi peygamberler tebliğ çalışmalarına ailelerinden başlamışlardı. Hz. Lokman, tüm ebeveynlere örnek olacak üslubuyla en güzel öğütlerini oğluna vermişti. Sevgili Peygamberimiz, tebliğ görevine eşiyle başlamış, oğlu gibi sevdiği kuzeni Hz. Ali (r.a.) ile devam etmişti. Allah Teâlâ onun görevine yakınlarını uyararak devam etmesini istemişti (Şuarâ, 26/214). Şehrin merkezinde yer alan cami ile sosyal hayatın merkezi olan aile, Peygamberimizin çabası ve örnekliğiyle ne de güzel hemhâl olmuştu. Aslında İslam ailesi mescitte şekillenmeye başlamıştı. Mekke’de azınlıkta olan müminler müşriklerin yoğun baskısına maruz kalıyorlardı. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk Müslümanlardan olan Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evini âdeta mescide dönüştürmüştü. Burada insanları İslam’a davet ediyor, kabul edenlere dinî bilgileri öğretiyor, onlarla birlikte namaz kılıyordu. Güvenlik endişesi ile kalabalık oluşturmamaya dikkat ediyorlar fakat küçük de olsa cemaatten vazgeçmiyorlardı.
Hicretten sonra üzerlerindeki baskılar kalkmış, Mescid-i Nebî inşa edilmişti. Müminler hayatlarını devam ettirebilecekleri ölçüde çalışıyor, geri kalan zamanlarını mescitte geçirmeye çaba gösteriyorlardı. İki sahabe aralarında anlaşıyorlar birisi çalışmaya, diğeri mescide gidiyordu. Ertesi gün nöbet değiştiriyorlardı. Çalışmaya giden, o günün kazancını kardeşiyle paylaşıyordu. Mescide gidenin paylaşacağı şey onlar için çok daha kıymetliydi çünkü onun kazancı Peygamberimizden öğrendiği bilgilerdi. Kendilerine yeni bir hayat kurma çabasında olan müminler topyekûn bir öğrenme çabasında idiler. Herkes tüm gücüyle kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkaran Allah Resulü’nü (s.a.s.) dinliyor, anlamadıklarını soruyorlardı. Bazen bir ayetin inmesine vesile olacak soru soruyor, bazen vahyin inişine şahitlik ediyorlardı. Vahyin gereklerini hemen yerine getirmeye gayret gösteriyorlardı. Mescit, hayatlarının merkezi olmuştu; tüm aile fertleriyle birlikte oradaydılar. Orası bir mektepti, sadece asli görevleri öğrencilik olan “suffe ashabı için” mi? Hayır, tüm inananlar için bir okuldu mescit. İrşat sadece derslerden ya da vaazlardan ibaret değildi. İbadetle veya günlük hayatla ilgili bir yanlışı kimseyi incitmeden düzeltmek, birkaç cümleden ibaret bir hatırlatma, birkaç ayeti ezberleme, güzel şeylerden ders alma irşadın yöntemlerinden birkaçı idi. Bu bilgiler ve uygulamalar, sadece o günün müminlerini ilgilendirmiyordu; her yaştaki öğrencilerin öğrendikleri bilgileri orada bulunmayanlara ve sonraki nesillere aktarma sorumlulukları da vardı. O sebeple her yaştan, her cinsiyetten, her statüden öğrenciye ihtiyaç vardı. Genci-yaşlısı, kadını-erkeği, sağlıklısı-engellisi, yetişkini-çocuğu için ilim yuvasıydı mescit. Görme engelli sahabi İbn Ümmi Mektûm’un mescitte cemaatle namaz kılması kadar orada öğrenecekleri de önemliydi, orada olması diğer müminlerin engellilerle ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerine ışık tutması açısından da önemliydi. O sebeplerle Peygamberimiz (s.a.s.), onun mümkün olduğunca mescide gelmesini istemişti (İbn Hanbel, III, 424). Mescide gelebilecek takati olan yaşlı ve güçsüzlerin mescitte olması da değerliydi. Kıyamı uzun namazı en faziletli namaz (İbn Mâce, İkâmet, 200) olarak tanımlayan Allah Resulü, imamlara cemaat içindeki yaşlı ve güçsüzleri dikkate alarak namazı fazla uzatmamalarını hatırlatmıştı (Buhârî, İlim, 28). Mescide gelmeleriyle hem yaşlıların hayata tutunmalarını sağlayacak bir amaçları olacaktı hem genç sahabeler yaşlılara karşı nasıl muamele edeceklerini öğreneceklerdi. Kadınlar namaz kılmayı mescitte öğrendiler. Bazı sureleri orada ezberlediler. Çünkü sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), kadınların mescitten mahrum kalmasını istemiyordu. Bunu ümmetine de tavsiye ediyordu. Kadınlar sadece vakit namazlarında değil cuma namazlarında da cemaate devam etmişlerdi. Çünkü müminleri topluca eğitmeyi hedefleyen cuma hutbelerinden kadınların da öğrenecekleri şeyler vardı. Ümmü Hişâm, Kâf suresini, her cuma hutbede okuyan Resûlüllah’tan dinleyerek ezberlediğini ifade etmişti (Müslim, Cum’a, 52). Kadınlar dinî konuları öğrenmek için soru sormaktan çekinmemişlerdi, çünkü Peygamberimiz onları cesaretlendiriyordu. Kendisi de soru sormayı seven bir hanım olan Hz. Aişe (r.anhâ) “Şu ensar kadınları ne iyi kadınlardır! Utanma duygusu onları, dinî (hükümleri) sorup öğrenmekten alıkoymuyor.” (Müslim, Hayız, 61) demiştir. Utandıkları için soramadıkları bazı şeyleri ise dolaylı yollardan da olsa mutlaka Allah Resulü’ne ulaştırıp cevabını almışlardır (Müslim, Hayız, 17). Resûlüllah (s.a.s.); yaşlı-genç, evli-bekâr tüm kadınların bayram namazına gelmelerini ve hutbeyi dinlemelerini istemişti (Buhârî, Îdeyn, 12, 15). Hutbe sonrasında kadınların yanına gidip onlara bazı konularda nasihat edip hatırlatmalar yapıyordu (Buhârî, Îdeyn, 16; İbn Mâce Sünnet, 61). Küçük çocukları olması kadınları mescide gelmekten alıkoymadı, onun zamanında kimse hanımlara “Şimdi çocuğunu ağlatma, mescide çocuk büyüyünce gelirsin.” demedi. Peygamberimiz (s.a.s.), bir sefer namazı kısa tutmuştu. Namaz sırasında ağlayan bir çocuk sesi duyduğunu ve annenin bu durumdan rahatsız olacağını düşünerek böyle yaptığını açıklamıştı (Buhârî, Ezân, 65). Çocuklar da mescitteydi, kimi zaman ağladılar kimi zaman Peygamberimiz (s.a.s.) secdeye gittiğinde sırtına tırmandılar. Böylece mescide gelmeyi sevdiler, orada ibadet edenleri gözlemlediler. Allah Resulü, yedi yaşında namaza alıştırılmaları gerektiğini ifade ettiğinde çocuklar buna hazırdı. Kuralları öğrenme zamanı geldiğinde onu da mescitte öğrendiler. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), torunları kadar yakından ilgilendiği Enes’in namaz sırasında etrafını seyrettiğini fark edince onu her zamanki güzel üslubuyla uyarmıştı. “Yavrucuğum, namazda yüzünü sağa sola çevirip bakma.” (Tirmizî, Cum’a, 60) Günümüzde aile fertlerinin ne kadarı camiyle böylesine bir yakınlık hâlinde, belli yaşın üstündeki yetişkinlerin özellikle kadınların çocukluk hatıralarında camiler Kur’an öğretimi dışında ne kadar yer tutuyor? Günümüzde camilerde gençlerin az oluşundan dolayı dertli olan, kendileri düzenli olarak ibadet ettikleri hâlde çocuklarına namaz kılma alışkanlığı kazandıramadığı için üzülen, endişelenen müminler azımsanmayacak sayıdadır. Bu durumu cami-aile ilişkimizin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine dair bir işaret olarak algılayabilir miyiz?
Diyanet İşleri Başkanlığımız son yıllarda ailenin tüm bireylerinin camide buluşmasını sağlamak amacıyla çok sayıda faaliyet yürütmektedir. Kadın vaizlerin sayılarının artırılması, pek çoğu camilerin bünyesinde yer alan yetişkinlere yönelik Kur’an kurslarının açılması, kadınlara cuma namazı için yer ayrılması, akşam saatlerinde yetişkinlere yönelik cami dersleri düzenlenmesi, çocukların ve gençlerin camiye severek gelmesi için cami buluşmaları düzenlenmesi, gençlere camilerde itikaf için yer ayrılması, ailece camiye gelmeyi teşvik eden faaliyetler düzenlenmesi bu çalışmalardan bazılarıdır. Tüm bu kurumsal çabalara rağmen camilerimiz asr-ı saadetteki canlılığından uzaksa bu durum bireysel bazı sorgulamalar yapılmasını da gerekli kılmaktadır. Uzun surelerle namaz kılmayı sevdiği hâlde bir çocuk ağlamasın, bir anne üzülmesin, ailenin hiçbir ferdi camiden uzak kalmasın diye kısa surelerle namaz kıldıran sevgili Peygamberimizi örnek alamadığımız için mi bu şikâyetlerimiz? Allah Resulü’nün onca uyarısına rağmen aileler ve camiler arasına bu mesafeler ne zaman girdi? Çocuklarımıza dinî bilgi verme, değer ve davranış kazandırmanın sadece ailede verilebileceğini düşünerek yanıldık mı? Ailede din ve değer eğitiminin verilmesi elbette çok önemli fakat yeterli olmadı mı? Çocukluğunda yeterli din eğitimi alamadığı için çocuklarının eğitiminde ve onlara örnek olma konusunda yetersiz kalan ebeveynlerin eksiklerini camilerde tamamlayabileceklerini göz ardı mı ettik? Bu soruları kendimize sorup gereklerini yerine getirme sorumluluğumuz var. Kapıları bizim için ardına kadar açık olan camilerimizi ihya etme görevimiz var. İslam’la tanıştıktan sonra en güzel şekilde yaşamak için öğrenme gayretiyle yanıp tutuşan sahabilerin çabasına, ensar kadınlarının cesaretine ihtiyacımız var. Çocuklarımızı küçük yaşlarından itibaren caminin neşesiyle tanıştırma sorumluluğumuz var. Bu konuda daha fazla geç kalma lüksümüz yok. Bu bizim sorumluluğumuz iken çocuklarımızın da bizim üzerimizdeki haklarındandır.
Kaynak: Dib Yayınları
Hazırlayan: Kudret KOÇYİĞİT- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizi
FETVALAR BÖLÜMÜ
1-Trafik kazasıyla mûrisinin ölümüne sebep olan kimse ona vâris olabilir mi?
Bir an önce mirasa konabilmek için mûrisin öldürülmesi ihtimalini ortadan kaldırmak maksadıyla kâtil mirastan mahrum edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Katil mirasçı olmaz.” (Ebu Davud, Diyat, 20; Tirmizi, Feraiz, 17; İbn Mace, Feraiz, 8; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, I, 49)
Ancak öldürmenin hangi çeşidinin mirastan mahrum kılacağı hususunda ictihad farklılıkları vardır. Hanefîlere göre, kısas veya keffaretlazım gelen -kasten veya kasta benzer öldürme, hataen ve hata hükmünde öldürmeler- mirasçı olmaya engeldir; ölüme sebebiyet vermek bu kapsamda değerlendirilmemiştir (Mevsıli, el-İhtiyar, IV, 504).
Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre, doğrudan doğruya öldürme veya ölüme sebebiyet verme mirasa engeldir. Mâlikî mezhebine göre ise, öldürme kasten olursa mirasçı olmaya engeldir. Ancak, kasıtsız (hataen) öldürme mirasçı olmaya engel değildir (İbn Kudame, el-Muğni, IX, 150 vd. ; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, III, 36; Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami, VIII, 260-262).
Dolayısıyla Mâlikî mezhebine göre; herhangi bir kasıt olmaksızın, trafik kazası ve benzeri yollarla hataen ölüme sebep olan kişi mirastan mahrum edilmez. Günümüz şartlarında bu görüş tercih edilebilir.
2-Müslüman gayrimüslime mirasçı olabilir mi? Din ayrılığı mirasa engel midir?
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Kâfir bir kimse müslümana, müslüman da kâfire mirasçı olamaz.” (Buhari, Feraiz 26) ve “Farklı din mensupları birbirlerine mirasçı olamazlar.” (Ebu Davud, Feraiz 10; Tirmizi, Feraiz 16) şeklindeki hadislerine dayanan fakihlerin çoğunluğu, din farkının mirasa engel olacağını söylemiştir. Bu hadisleri başka bilgilerle birlikte değerlendiren Muaz b. Cebel, Muâviye b. Ebî Süfyan gibi sahabîlerle sonraki bazı müctehidler, gayrimüslimin müslüman akrabasına mirasçı olamayacağını ama müslümanın gayrimüslim birisine mirasçı olabileceğini kabul etmişlerdir.
Günümüzde de tercih edilen bu görüşe göre; müslüman, gayrimüslim anne-babasından kalan mirası alabilir (Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, XII, 50; Azimabadi, Avnu’l-Ma’bud, VIII, 87; Mardini, er-Rehabiyye, s. 38).
3-Evli bir kadın, kendisine ailesinden kalan mirası kocasına danışmadan istediği gibi kullanabilir mi?
Kadın kendi mal varlığında istediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Bu itibarla, evli bile olsa bir kadın malını/parasını dilediği gibi harcayabilir, hayır hizmetlerinde kullanabilir veya eşine hibe edebilir. Kadının malî durumu iyi olsa bile ailenin giderlerinin karşılanmasında eşine yardımcı olma zorunluluğu yoktur. Şu kadar var ki, aile içi huzursuzluğa sebebiyet vermemek için eşlerin her konuda birbirlerine danışmaları uygun olur.
4-Küçük yaşta iken babası vefat eden çocuğa mirastaki payı ne zaman teslim edilir?
Vefat eden kimsenin varisleri hangi yaşta olurlarsa olsunlar İslam miras hukukunda öngörülen miktarda payları verilir. Küçük yaşta olanlar reşid oluncaya kadar mallarını velileri-vasîleri (kanunî temsilcileri) koruma altına alırlar.
Kur’an-ı Kerim bu konuda; “Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır.” (Nisa, 4/2) ve “Yetimleri deneyin. Ergenlik çağına erdiklerinde, eğer reşid olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin….” (Nisa, 4/6) buyurulmaktadır.
5-Kişinin mal varlığında ölümünden sonra meydana gelen artış mirasa dâhil midir?
Kişinin ölümünden sonra mal varlığında meydana gelen tüm artışlar mirasa dâhildir. Bu artışın sağlanmasına mirasçılardan biri veya birkaçı fiilen çalışarak katkı sağlamışlarsa, karşılığında kendilerine ayrıca ecr-i misil/emsal ücret ödenir.
Kaynak: Dib Fetvalar
Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizi
DEYİMLERİN HİKAYESİ
Yavuz Sultan Selim Han zamanında Yemen, Osmanlı topraklarına katıldıktan bir süre sonra, Yemen’de isyan çıkmış. Yemen Fatihi Sinan Paşa, zor zahmet duruma el koyarak sükuneti sağlamış. Sinan Paşa’nın ordusu çölde konaklarken yemek pişirmek üzere, has torbalar içindeki pirinç yere serilmiş büyük bir çadır bezinin üstüne dökülmüş, taşlarını ayıklanmaya başlamışlar. Bu sırada bir fırtına çıkmış, rüzgârın savurduğu bir kum bulutu, pirinçleri üstüne konmuş. Kumların arasında kalan pirinçlere bakakalan Yeniçeriler arasından bir asker, arkadaşlarına: “Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, oysa bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Hadi ‘ayıklayın bakalım pirincin taşını’ şimdi” demiş. Bu deyim ters durumlar yüzünden iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, ayırmak zor veya imkansız olunca kullanılır olmuştur.
Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.