DÜŞÜNEBİLMEK
İnsan, başıboş bırakılmamıştır. İnsan, abes olarak inşaa edilmemiştir. İnsan, lüzumsuz yaratılmamıştır. İnsan, Kiramen-Katibin melekleriyle devamlı denetim ve gözetim altındadır. Mahlukatın en şereflisi olan ve Allah tarafından ‘kul olma’ şeref madalyasıyla taltif edilen ‘insanın’ üzerinde, Allah’ın rahmet, merhamet ve şefkat eli hiç mi hiç eksik olmaz. Onun için kâinat Peygamberi: “Eğer insan, kendi başına bir an terk edilseydi, şeytanlar onu hemen kapardı” buyurarak, insanın Mevla katındaki değerine, kıymetine, emniyetine ve mağfiretine işaret etmişlerdir. Kutlu Kitabımızda ise bu husus şöyle vasfedilir: “Allah’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, hiç biriniz ebediyen temize çıkamazdı.” Rabbimizin engin ve zengin rahmetini ünlü bir mütefekkirin anlatımı bir başka hârikadır: “Yarabbi! Sen mutlak ve ezelî merhametsin. Bu ezelî merhametini, diyar diyar gezip, herkese anlatmak istiyorum. Fakat korkuyorum. Merhametinin büyüklüğünü anlarlar da, sana kimse ibadet etmez diye korkuyorum. Beni affet rahmetinle yarab! Beni bağışla himmetinle yarab!”
Allah, o kadar esirgeyici ve bağışlayıcıdır ki, kullarının ayakları yürürken tökezler de incinir endişesiyle, meleklerinin kanatlarını, kullarının yürüdüğü yollara ferşeder, halı gibi döşer... Kulları sevinince sevinir, üzüldüklerinde hüzün duyar. O’nun şefkati, her zaman düşenlerin, düşürülenlerin, ağlayanların, ağlatılanların, yetimlerin, öksüzlerin, gariplerin, masum ve mazlumların üzerindedir. Çünkü O’nun nebisi, cihanın hâmisi, gönüllerin efendisi Efendimiz s. diyor ki: “Mazlum ağladığı zaman kâinat titrer. Yetim horlandığında yüce Yaratıcı gazaba gelir. Mazlumun da yetimin de savunucusu ve koruyucusu kâdiri mutlak olan Allah’tır.”
Bir hadis-i kutsîde: “Bir kimse bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bir kimse bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim”, bir âyet-i kerimede ise: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” buyuran Mevla’mızın merhameti gazabından ileridedir. O’nun hayra rızası var, şerre rızası yoktur. O, kullarının hiç bir itaat ve ibadetine kesinlikle muhtaç olmadığı halde, yalnız, ama yalnız insanların menfaati için ısrarla ister bunları insanlardan... O, kullarının isyanından, küfründen, itaatsizliklerinden küçülmez ve fakat beşeriyetin bu acınacak halinden, daha doğrusu gafletinden öfkelenir, gazaplanır… Ne var ki, sonsuz ‘sabrı’ gereği, ‘tevbe’ kapısını kıyamete dek açık tutar, irâde yetkisinde insanları muhtar bıraktığı için, günahkârları, isyankârları, inkârcıları hemen cezalandırmaz. İmhal etmek de, ihmal etmemek de O’nun şânındandır. Bir edîbin dediği gibi: Hakkın sillesinin sesi yoktur / Bir de vurdu mu devâsı yoktur. O’nun tokadını yiyip de, nefes alamayanların manzaralarını devamlı gören gözler, zaman zaman zalimlerin, Firavunların, Nemrutların, gaddarların, azmanların nasıl perişan olduklarını, insânî ve rahmânî muazzez ve mukaddes değerlere meydan okuyanların, bizim bilip ve bilemediğimiz nedenlerle nasıl acı çektiklerini, nasıl rüsva ve kepaze edildiklerini ve Allah’ın ‘Kendi ve masum yaratıklarının’ hasımlarından nasıl intikam aldığını çok kere duyan, okuyan, gören ve dinleyen insan, “Seni kerîm Rabbine karşı aldatan nedir?” mealindeki Kur’an sorusuna, secdelere kapanarak cevap aramalıdır...
Ölümün, ölmeğe mahkûm bir hayatın sonu, ama ölümsüzlüğün bir başlangıcı olduğunu ‘müfritlerin dışında’ kabul eden hemen herkes, iyiliklerin her iki dünyada huzur ve sürûra medar, kötülüklerin gam ve kasavete rahnedâr olduğunu îman ve inanç bir tarafa, insanı bütün yaratıklara üstün eyleyen ‘akıl, iz’an ve idrak’ ile bilen ve sezen, sevdiklerini, onsuz yaşayamayacaklarını zannettiklerini tabutlarda taşıyarak mezarlara gömdükleri halde, eski ve eskiye taş çıkartacak neşe ile yaşamaya devam eden, nice varlıklarını her an ve bir anda kaybederek, yokluğun acımasız kahreden cenderesinin cehennemî atmosferini teneffüs etmemek için elinde hiçbir beraatı olmayan insan, acaba fıtratındaki melekî meknûz güzelliklerin ve birbirinden özel özelliklerin gereğini neden ve niçin yerine getirmez, getiremez!
Düşündüğü için insan olan insan; bıkmadan, usanmadan çok, ama çok düşünmeli, kafasını çatlatırcasına, beynini pelteleştirircesine tefekkür etmelidir. Çünkü, düşünmeyen insan, düşünemeyen insan, düşündüğünü düşünemeyen insan, ‘var’ olmaya inat, ‘yok’ olmaya mahkum demektir. Rabbimizin ilk “Oku” emrinin muhatabı da hiç şüphesiz düşünen insandır. ‘Ne az düşünüyorsunuz, düşünmez misiniz, düşünsünler, düşünün, düşünsenize… şeklindeki âyetler, Bir saat düşünmek, altmış sene ibadetten hayırlıdır’ gibi mesajlar, İslâm’ın tefekkür perspektifinin temel prensipleri cümlesindendir. Onun için, şu üç kelime, inanan insanın vird-i zebânı olmalıdır: Tefekkür, Teşekkür, Tezekkür. İnsan; tefekkürle kendini, teşekkürle, kendine ikrâmı, tezekkürle, hem tefekkürü, hem teşekkürü, hem de tezekkürü bahşeden Allah’ı unutmamış, yani yokluktan varlığa yükselmiş olur. Descartes’de öyle demez mi: Düşünüyorum, öyle ise varım. Benim varlığım Allah’ın varlığına delildir. Gerçek ilim sahibinin Allah’a inanmaması düşünülemez. Meşhur bilge düşünür Clairvany’in: Düşünmeden okumak körletir; okumadan düşünmek yanıltır, Şarkın Sokrates’i, Konfüçyüs’ün: Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek ise tehlikelidir sözleri, düşünce iklimimizin mihengi olmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.