AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

İNSANİ SORUMLULUK: BÜYÜK EMANET

İNSANİ SORUMLULUK: BÜYÜK EMANET

    Yüce Yaratan, diğer canlılardan farklı olarak “akıl” ve “irade” vermek suretiyle insanı, çeşitli kabiliyetlerle donatmış; ona, verdiği kararı uygulayabilme özgürlüğünü sunmuştur. Bütün bunları bahşettikten sonra, 

 “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder” (Kıyâme, 75/36) diyerek ona dünya hayatında sorumsuz bırakılmayacağını bildirmiş, kendisine çeşitli görevler yüklemiştir. Koyduğu düzen içinde huzurla yaşaması için ona doğru yolu göstererek  bazı sınırlar koymuş, emir ve yasaklar belirlemiştir.   

   İnsan da göklerin, yerin ve heybetli dağların dahi üstlenmekten çekindiği “emanet”i, yani Allah'a kul olma sorumluluğunu akıllı, irade sahibi, düşünen, gören ve işiten bir varlık olarak kabul etmiştir. Böylece Allah'a bir anlamda söz vererek sözünü yerine getirmekle yükümlü olan sorumlu bir varlık, yani “mükellef” olmuştur.

    Sorumluluk, insan hayatına yön veren, onu amaçsız yaşamaktan kurtaran bir rehberdir. Sadece duyguya dayalı bir iç ses değil, aynı zamanda bir düşünme faaliyeti ve bilinç düzeyidir. Dolayısıyla her ne kadar sorumluluk duygusu insanın fıtratında varsa da bunun körelmesi ya da geliştirilmesi insanın elindedir.

    Fıtrat dini olan İslâm, insanı sorumlu bir varlık olarak kabul ederken öncelikle ona yerine getirmesi gereken görevlerin bildirilmesini zorunlu görmüş ve bunun mümkün olmadığı durumlarda insanlardan sorumluluğu kaldırmıştır. 

   Allah Teâlâ'nın akıl ve irade sahibi kullarına yüklediği sorumluluklar ancak onların güçlerinin yettiği kadardır. Hz. Peygamber'in bildirdiği üzere, kullarını en iyi tanıyan ve onların zorluk çekmelerine razı olmayan  Yüce Yaratan, unutarak ya da hatayla yaptığı günahlardan dolayı onları sorumlu tutmamış, kalplerinden geçirdikleri kötü düşünceleri fiile dönüştürmedikleri takdirde onları affedeceğini söylemiştir. 

    İstisnai ve zorunlu bazı durumlar hâricinde insan, sorumluluğu sürekli olan bir varlıktır ve onun sorumlulukları kendisini yaratan Rabbinden başlar. İnsanın ilk ve en büyük sorumluluğu Rabbine karşıdır. Allah Teâlâ'nın,

   “İşte bu Kur'an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir” (İbrâhîm, 14/52)  sözleriyle ortaya koyduğu üzere bu sorumluluk, kulun kendisini yaratan Rabbinin varlığını ve birliğini kabul ederek O'na ortak koşmadan inanmasıdır.

   İnancının gereği olan yaşam tarzını benimsemesi, Allah Teâlâ'nın koyduğu sınırları koruması, emir ve yasaklarına riayet etmesi; dahası bütün bunları kuru bir mecburiyet duygusuyla değil samimi bir mesuliyet hissiyle, yerine getirmesidir. Rabbini ve O'na olan sorumluluklarını daima hatırında tutması, bu şuurla yaşamasıdır.

   Oldukça geniş olan sorumluluk alanı öncelikle kişinin kendisinden başlar. İnsan, bedeninin ve ruhunun ihtiyacını karşılayarak kendisine gereken özeni göstermekle yükümlüdür.

      Rabbine karşı sorumlu olan insan, O'nun emaneti olan bedenine karşı da sorumludur. Bu nedenle bedenine iyi bakmalı, onun yeme, içme, dinlenme gibi ihtiyaçlarını zamanında görmeli ve sağlığına dikkat etmelidir.

   Aynı şekilde mânevî ihtiyaçlarının olduğunu unutmamalı, ruh sağlığını da korumalıdır. Ruh sağlığının temini öncelikle Allah'a ortak koşmadan, tam bir teslimiyetle inanmayı gerektirir. Çünkü gönüller ancak yaratılışının doğasına uygun olan İslâm ile ve Allah'ı anmakla huzur bulur. 

   Hayatının devamı, kendisinden istenen amelleri yerine getirebilmesi ve zamanı geldiğinde de emanetini sağlıkla teslim edebilmesi, kişinin bedenen ve ruhen sağlıklı bir yaşam sürmesiyle mümkündür. Bunlara özen gösteren kişi, yaşamı için vazgeçilmez olan aklını, dinini, malını ve şerefini koruma sorumluluğunu da yerine getirmiş olur. Kendine karşı görevlerini yerine getiren insan, diğer sorumlulukları da yüklenmeye hazır hâle gelir.

  Kişinin sorumluluklarının önemli bir bölümü anne ve babasıyla ilgilidir. Kişi, kendisini dünyaya getiren, şefkatle besleyip büyüten, nazını çeken ve onu türlü zorluklara katlanarak yetiştiren ebeveynine karşı daima saygılı olmalı, onlara iyi davranmalı, kendilerine değer verdiğini her fırsatta belli etmelidir.

     Allah Teâlâ, akrabalık bağlarının canlı tutulmasına özen gösterilmesini istemiş, pek çok âyette bu konunun önemine işaret etmiştir.   Öyle ki akrabalık ilişkilerini devam ettirenle ilişkilerini sürdüreceğini, onları ihmal edenle de ilişkisini keseceğini,  ayrıca dünya ve âhirette kendisini cezalandıracağını bildirmiştir. 

   Akrabalık ilişkilerine özen göstermesiyle bilinen  Hz. Peygamber de sıla-i rahîmin gereği üzerinde önemle durmuş, bu ilişkileri canlı tutmanın aile içinde sevginin artıp malın çoğalmasına ve ömrün bereketlenmesine vesile olduğunu ifade etmiştir. 

        İnsanın sorumlu olduğu alanlardan biri de içinde yaşadığı toplumdur. “Müminler ancak kardeştirler” (Hucurat, 10) ayetiyle ifade edildiği üzere toplum, insanın en geniş ailesidir. Bu ailede yaşayan insanın toplumun tüm bireylerine karşı ayrı ayrı sorumlulukları vardır. Kan bağı olan kişilerin ardından insan, her an yanı başında hazır bulunan komşularına karşı sorumludur. Zira kişinin sevincinin de üzüntüsünün de ilk şahitleri olan komşular aynı zamanda bir sıkıntı ya da ihtiyaç hâlinde varılacak ilk kapılardır.

Allah Resûlü, 

 “Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse cennete giremez” uyarısıyla, herkese olduğu gibi Müslüman'ın en yakınındaki komşularına güven vermesinin önemine işaret etmiştir.

 “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse, iman etmemiştir” diyen Allah Resûlü, Müslümanlara komşuyu gözetme sorumluluğunu yüklerken, “Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse komşusuna iyilik etsin!”  buyurarak bu önemli vazifenin imanın gereklerinden olduğunu hatırlatmıştır.

   En yakınından en uzağına bütün komşularıyla iyi ilişkiler kurmakla görevli olan bireyler, toplumun zayıf kesimini oluşturan yetimler, öksüzler, kimsesizler ve muhtaç durumda olanların yeme içme, barınma gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak; eğitim imkânları sağlamak ve psikolojik destek sunmak suretiyle onları topluma kazandırmakla yükümlüdür. Zira bu kişiler toplum için birer emanet olduğundan özenle korunmaya ve bakılmaya muhtaçtır.

    Öksüz ve yetimleri gözetmenin yanı sıra toplumdaki diğer ihtiyaç sahipleri de unutulmamalıdır. Nitekim Allah Teâlâ, mallarda muhtaç ve yoksul durumda olanlar için hak olduğunu  bildirerek, muhtaç durumda olanlara yapılan harcamanın, bir anlamda onlara kendi haklarını iade etmek olduğunu ifade etmiştir.

     Ne kadar sorumluluk sahibi olursa olsun, kişinin bireysel olarak yapabilecekleri sınırlıdır. Toplumsal sorumlulukların tamamını kendi başına yerine getirmesi mümkün değildir. Bu nedenle insanlar toplumsal dayanışma ve işbirliği içerisinde huzurlu bir toplum için birlikte çaba sarf etmelidirler. Allah'ın yeryüzündeki halifesi konumunda olan insanoğlu, Rabbinin kendisine sunduğu hayatı yine O'nun razı olacağı şekilde imar etmek ve yönetmekle görevlidir.

    Bu görev gereği toplumu oluşturan her birey, kurulan düzende üzerine düşeni en güzel şekilde yapmak durumundadır. Allah Resûlü, herkesin bulunduğu mevkide görevlerinin olduğunu bildirerek, sorumluluk paylaşımının her düzeyde gerçekleşmesi gerektiğini şu şekilde dile getirmiştir: 

 “Hepiniz sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.”

   

   İnsanı yaratan, dolayısıyla onun hataya olan meylini en iyi bilen Allah Teâlâ, iyiliği emredip kötülüğe engel olma sorumluluğu üzerinde ısrarla durmuş, geçmiş ümmetlerin bu sorumluluğu yerine getirmediklerinden dolayı helâk olduklarını belirterek Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: 

 “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 104) 

Allah Resûlü de bu konuda titiz davranmış ve şöyle buyurmuştur: 

 “Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle tavır koysun. Bu ise, en azından yapılması gerekendir.”

İşte bütün bunlar, kişinin sorumluluk alanının ne kadar geniş olduğunu göstermekte, yanlış olana müdahale etmenin de insanın yükümlülükleri arasında bulunduğunu bildirmektedir.

    Bireyin Rabbinden başlayarak kendisine, aile ve akrabasına, topluma karşı genişleyen sorumluluk halkası diğer canlılar ve içinde yaşadığı cansız çevre ile tamamlanır. İnsan, çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için emrine verilen hayvanlara karşı merhametli olmalıdır. Hayvanlarla ilişkilerde, hangi amaç için kullanılırsa kullanılsın onları ürkütmemek ve onlara eziyet etmemek temel ilkedir.

   Hz. Peygamber'in, bir köpeğe su vermesinden dolayı günahkâr bir kimsenin Allah'ın affına mazhar olacağını söylemesi, bir kediyi hapsederek ölene dek aç bırakan kişinin ise cehenneme gireceğini bildirmesi bu prensibin gereğidir. 

Hayvanlara iyi davranmayı teşvik eden Resûlullah, 

 “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah'tan korkunuz. Onlara (binmeye) elverişli hâllerinde bininiz ve onları (yenmeye) elverişli hâllerinde yiyiniz”  buyurmuş, onların doğasına aykırı şekilde kullanılmasını ve sırf eğlenme maksadıyla hedef yapılmasını da yasaklamıştır. 

Kendisine,  

“Yâ Resûlallah, hayvanlara iyilik etmede de bizim için ecir var mı?” şeklinde yöneltilen soruya, 

 “Her canlıya iyilik için ecir vardır” diye cevap vererek tüm canlılara karşı merhametli davranma sorumluluğunu hatırlatmıştır.

    Sorumluluğun diğer yönünü insanın içinde yaşadığı tabiata karşı görevleri oluşturur. Bitkiler, hayvanlar ve diğer canlılarla ortak yaşam alanı olan tabiatta mevcut dengeyi korumak da insanın yükümlülükleri arasındadır. Nitekim Allah Teâlâ, söz konusu dengeyi korumak konusunda insanları uyarmaktadır: 

 “O (Allah) göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın.”  (Rahmân, 7-8)

    Bunun için insan, kendisi kadar diğer canlıların, hatta sonraki nesillerin de kullanma hakkı olan tabiatın kaynaklarını ölçülü kullanmak durumundadır. Bu doğrultuda Allah Resûlü akan bir nehirden abdest alırken dahi israf edilmemesini tavsiye etmiştir.  Medine'yi “Harem bölge” (sit alanı) ilân ederek burada avlanmayı ve ağaç kesmeyi yasaklamış,  ashâbını ağaç dikmeye teşvik etmiştir. 

   Ayrıca çevrenin temiz tutulmasına büyük önem vermiş, özellikle canlıların yaşam kaynağı olan su kaynaklarının kirletilmemesi gerektiğini vurgulayarak insanın çevresine karşı sorumlulukları üzerinde durmuştur.

    İnanan insan, inancının gereğini yerine getirmekle ve günü geldiğinde hesap vermekle yükümlü olduğunun bilincindedir. Zira her sorumluluk hesap vermeyi gerektirir. Her insan günü geldiğinde yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirip getirmediğinden sorgulanacak, bunun karşılığında mükâfat veya cezayla karşılaşacaktır.

Çünkü Allah Teâlâ'nın, 

 “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik.' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût, 2)   âyetinde bildirdiği üzere Müslüman olmak şehâdet getirmekten ibaret değildir. “Müslüman” adını taşımak, dinin gerektirdiği yükümlülüklerin bilincinde olmak suretiyle dille söyleneni kalbe yerleştirmeyi ve bu doğrultuda yaşamayı gerektirir.

 

 

 GÜNÜN AYETİ:

 “ İşte onlar, hayırda yarışmakta ve öne geçmektedirler.” (Mü’minun, 23/61)

 

  GÜNÜN HADİSİ:

Enes b. Malik’ten (r.a) rivayet edildiğine göre, Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur: “ İnsanlardan öyleleri var ki, hayrın (önünü açan) anahtarlar gibidir ve şerrin de (önünde duran, ona mani olan) sürgüler gibidir. Kimisi de şerrin anahtarı ve hayrın sürgüsü gibidir. Yüce Allah’ın, hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu! Ve ne yazık Yüce Allah’ın  şerrin anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!” (İbn Mace, Sünnet,19)

   

GÜNÜN DUASI:

       “Allah’ım! Sen affedicisin, Kerim’sin, affı seversin beni affet.”

 

BİR SORU - BİR CEVAP:

  SORU:   Zekât verilen kişinin zengin olduğu ortaya çıkarsa ne yapmak gerekir?

  CEVAP:  Zekât mükellefi, kime zekât verdiğini araştırmalıdır. Araştırma sonucu zekât verilebilecek kişilerden olduğu kanaatine ulaştığı birisine zekât verir, daha sonra bu kimsenin zekât verilecek kişilerden olmadığı ortaya çıkarsa, zekâtı geçerli olur. Araştırma yapmaksızın zekât verir ve daha sonra bu kimsenin zekât verilebilecek kişilerden olduğu ortaya çıkarsa, zekâtı geçerlidir. Ancak böyle olmadığı anlaşılırsa, zekâtı geçerli olmaz, yeniden vermesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 302, 303).

Bu yazı toplam 1793 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR