ORUÇLARIMIZIN HAYATIMIZDA BIRAKMASI GEREKEN İZ TAKVA
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) ramazan-ı şerifi, rahmet, mağfiret ve cehennem azabından kurtuluşun müjdesi olarak tavsif ve takdim ediyor. Bu güzel müjdeler ile dolu zaman dilimini bir fırsat bilerek idrak etmek, her bir anını Rabbimizin rızasına uygun bir şekilde tüketmek bizim en değerli kazanımımız olur. Bu ay içerisinde üzerimize farz kılınan oruç ibadetinin hikmetini özümseyerek yerine getirmek ve bu hikmeti hayatımızın tamamına hâkim kılmak kulluğumuzun kemale ermesinin en güzel vesilesi olacaktır.
Yüce Rabbimiz, orucun üzerimize farz kılındığını bildiren ayet-i kerimede bu hikmeti bizlere şöyle öğretiyor: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183.)
Orucun bizlere kazandırması gereken yegâne hakikat ve değer ayet-i kerimede de vurgulandığı üzere Allah’a karşı gelmekten sakınmak yani takva sahibi olmaktan başka bir şey değildir. Biz biliyor ve inanıyoruz ki girmeyi arzu ettiğimiz cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır. İman ettiğimiz yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim takva sahipleri için yol göstericidir. Rabbimizin katında değerimizi ve kıymetimizi takvamız belirler ve amellerimizin kabul olması yine bizim takvamıza bağlıdır. Her birimiz, Kur’ani ve nebevi bir kavram olan takvayı birkaç kelime veya cümle ile muhakkak tanımlarız. Ancak gelin bu yazımızda takvanın en güzel tanımlarından biri olan Hz. Ali’nin (r.a.) tanımına kulak verelim. Hz. Ali (r.a.) takvayı dört madde ile özetliyor: 1. Yüce Allah’tan hakkıyla korkmak. 2. Kur’an ve sünnet üzere yaşamak. 3. Az olana kanaat etmek. 4. Ayrılık gününe (ölüm gerçeğine karşı) hazırlıklı olmak. (Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşâd, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf es-Sâlihî eş-Şâmî eş-Şâfiî, I/423.)
Yüce Allah’tan hakkıyla korkmak
Bu güzel tanımdan da anlaşılacağı üzere her şeyden önce takva sahibi bir kul olabilmek için gönlümüzde, kalbimizde samimi bir Allah korkusunun yer etmesi gerekir. Zira hikmetin başı Allah korkusudur. Bizlere Rabbimizin rızasına muvafık bir hayat yaşatacak olan ancak bu duygu ve bilinçtir. Sahabe efendilerimizden Abdullah b. Ömer (r.a.), Efendimizin (s.a.s.) sohbetlerinin ve derslerinin sonunda yapmış olduğu on cümlelik bir duayı rivayet eder. Bu duanın ilk cümlesi şudur: “Allahım! Bizimle günahlar arasında engel olacak tarzda Allah korkusundan bize bir hisse ayır.” (Tirmizi, Sünen: Deavat, 80, 5/528 Hadis No: 3502.) İşte bu dua, günahlar ile aramıza perde olacak ve bizleri haramlar karşısında durduracak samimi bir Allah korkusunu Rabbimizden niyaz etmektir. Bize düşen vazife de bu duamızda samimi olabilmektir.
Kur’an ve sünnet üzere yaşamak
İkinci olarak ise takvanın olmazsa olmazı Kur’an ve sünnet üzere yaşamaktır. Efendimiz (s.a.s.) veda hutbesinin son cümlelerinde bizlere bu hakikati şöyle özetlemektedir: “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar, Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.) Vahyin son halkası, kıyamete kadar tek bir harfi dahi değişmeyecek olan, dünyevi ve ebedî saadetimizin teminatı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ve onun yaşanabilecek bir kitap olduğunu bizlere gösteren, bir beşerin tahammül sınırlarının ötesinde olmadığını yaşayarak ispat eden Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimizin hayat ölçüleridir.
İmam Malik (r.a.) şöyle buyurur: “Bu ümmetin ilk nesilleri ne ile ihya oldu ise sonradan gelenler de ancak ona tabi olmakla hayat bulacaklardır.” (Kitabü Şerhi İbn Huzeyme, Abdülaziz b. Abdullah er-Râcihî, 9/22.) Hepimiz için malumdur ki bu ümmetin ilk nesilleri olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin Kur’an’a ve sünnete sımsıkı sarılmakla hayat buldular. Bu hadis-i şerif ve bu güzel söz bizlere din-i mübin-i İslam’ın sadece cami içinde yaşanan veya sadece yılın belli gün ve aylarında bazı etkinliklerle idrak edilen sathi, yüzeysel bir din olmadığını, bilakis hayatın tamamında inancımızın söyleyecek bir sözünün olduğu gerçeğini bir kere daha hatırlatmaktadır. Bu anlamda ne zaman Kur’ani ve nebevi ilkeler bizim hayatımızın birinci gündem maddesini işgal eder ve bizlere, ailemize, cemiyetimize, ticaretimize istikamet vermeye başlarsa işte o zaman takva bilincini elde etme adına son derece önemli bir adım daha atmış oluruz. Alışveriş yaptığımız dükkândan, edindiğimiz arkadaşa kadar, vaktimizi harcadığımız mekândan, izlediğimiz programa kadar özetle hayatımızın her aşamasında tercihlerimiz, kararlarımız, hassasiyetlerimiz ve tavrımız ne zaman Rabbimizin rızasına uygun olursa takvamız da işte o zaman anlamına kavuşacaktır.
Helal olana kanaat etmek
Hz. Ali (r.a.) takva tanımının üçüncü başlığında ise az olana, elimizin altında olana, helal olana kanaat edebilmeyi, açgözlü ve tamahkâr olmaktan kendimizi muhafaza etmeyi bizlere öğretiyor. Bu hassasiyeti elde etmek, kişiyi tûl-i emel yani hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama arzusundan kurtaracak en güzel haslettir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.), “Ben, benden sonra sizin şirke düşmenizden korkmuyorum. Fakat ben sizin dünyanızdan, dünyayı istemenizden, dünya için öldürmenizden ve tıpkı sizden öncekilerin helak olması gibi sizin de helak olmanızdan korkuyorum.” (Müslim, Fezail, 31.) buyurarak bizleri bir tehlikeye karşı uyarıyor. Bu uyarı aslında yaşadığımız zaman dilimini ve içinde bulunduğumuz gerçeği çok net bir şekilde özetliyor. Dünyamıza, çevremize, yaşadığımız coğrafyaya şöyle bir baktığımızda zulmün, acının, gözyaşının ve dramın tek bir izahı ve açıklaması var o da bir avuç insanın her şeye sahip olma arzusu ve her şeyi kontrol etme gayesidir. Bu tehlikeden kendimizi koruma adına her şeyden önce bizlere düşen vazife ferdî planda helal dairesinde bir yaşam mücadelesi vermek, bahşedilen imkân ve nimetleri sadece ahiret yurdunu kazanma adına vesile kılmaktır. Daha sonra ise bu duyarlılığı iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma sorumluluğu ile hanelerimizde, sokağımızda, mahallemizde, iş yerlerimizde ve daha birçok yerde hâkim kılmaktır. Özetle takva sahibi bir kul olabilmek için helal ve haram hassasiyetinin en güzel temsilcisi ve davetçisi olmak zorundayız.
Ayrılık gününe hazırlıklı olmak
Dördüncü ve son olarak ise takva bilincini elde etmemiz için gereken ölçü; ayrılık gününe, veda gününe yani bizi ne zaman, nerede ve nasıl beklediğini bilmediğimiz, değişmez son olan ölüm gerçeğine karşı hazırlıklı olmaktır. Bir mümin için ölüm asla bir son veya yokluk anlamına gelmez bilakis imanımızın gereği ölüm bizim için ebedî hayatımıza atmış olduğumuz adımın ilkidir. Nitekim bizleri sıradan bir hayat yaşamaktan ve alelade bir ömür tüketmekten kurtaracak olan bu gerçeği hatırdan çıkarmamaktır.
Unutmak Rabbimizin bizlere ikram ettiği bir nimeti ve ihsanıdır. Acılarımızı, kederlerimizi, problemlerimizi bazen unutuyor ve hatırlamıyoruz. Bu manada unutmanın ne denli büyük bir nimet olduğunu daha da iyi anlıyoruz. Zira sürekli bu acıları, kederleri hatırda canlı tutmak hayatı bize yaşanılmaz kılar ve zorlaştırır. Ancak ölümü unutmak, hatırdan çıkarmak sıradan bir unutma olarak değil gaflet olarak isimlendirilir ve bir mümin için en büyük kayıp da budur. Bu noktada en güzel hatırlatmayı bizlere yine Efendimiz (s.a.s.) yapıyor. Allah Resulü “Şu dünya hayatında bir gurbetçi ya da bir yolcu gibi olun ve kendinizi kabir ehlinden sayın.” (Tirmizi, Zühd, 25.) buyurarak bu dünyada nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini ve asıl aidiyetimizin kabir olduğu gerçeğini bizlere bir kere daha hatırlatıyor. Başka bir hadis-i şerifinde ise Efendimiz (s.a.s.) akıllı adamı tarif ederken asıl zekâ sahibi ve uyanık kişiyi, “nefsini sürekli olarak hesaba çeken ve ölüm sonrası için hazırlık yapan” (Tirmizi, Kıyamet, 25.) olarak tarif ediyor. Kişinin, varlık sebebini, niçin yaratıldığını ve bu dünya için nihai sonun ölüm olduğunu kendisine sürekli olarak hatırlatması ve ebedî hayat için azığını hazırlaması ve bu azığın en hayırlısının takva olduğunu bilmesi muttaki bir kul olma adına son derece önemlidir.
Rabbimizin takva sahiplerine müjdesi
Bir müjde ile bu yazımızı tamamlamış olalım. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a karşı takva sahibi olursa Allah ona bir çıkış yolu yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talak, 65, 2-3.)
Mevlamız, her birimizi bu müjdeye nail eylesin. Ama unutmayalım ki bu ikram ve ihsana ulaşmamız için başında bir şart edatı var. O da kim takvaya erişirse, yani kim Allah’tan hakkıyla korkarsa, Kur’an ve sünnet üzere yaşarsa, helal dairesinde bir yaşam mücadelesi verirse ve değişmez son ölüm gerçeğine karşı hazırlıklı olursa Cenab-ı Hak (c.c.) problemli işlerinde ona bir çıkış kapısı gösterir ve hiç ummadığı yerlerden rızıklar verir.
Özetle oruçlarımızın ve diğer tüm ibadetlerimizin bize kazandırması gereken değer ve hayatımıza bırakması gereken iz takvadan başka bir şey değildir. Bu dünya hayatımızın saadeti ve ebedî kurtuluşun en güzel reçetesi takva üzere bir ömür geçirmektir.
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi
FETVALAR BÖLÜMÜ
1-Oruca ne zaman ve nasıl niyet edilir?
Niyet etmek orucun şartlarındandır. Niyetsiz oruç sahih değildir. Kalben niyet etmek yeterli ise de niyeti dil ile ifade etmek menduptur. Oruç için sahura kalkılması da niyet sayılır. Ramazan orucu, belli günlerde tutulmak üzere adanan oruçlar ile nafile oruçlar için niyet etme vakti, güneşin batması ile ertesi gün tepe noktasına gelmesi öncesine kadarki süredir Ancak imsaktan sonra yapılacak niyetin geçerli olması için bu vakitten itibaren bir şey yenilip içilmemiş, oruca aykırı bir iş yapılmamış olması gerekir. Aksi takdirde gündüz niyet caiz olmaz (Kasani, Bedai’, II, 85). Bu oruçlar için, “yarınki orucu tutmaya” şeklinde mutlak niyet yeterlidir. Bununla birlikte geceden niyet edilmesi ve “yarınki Ramazan orucuna” şeklinde orucun belirlenmesi daha faziletlidir. Ramazan’ın her günü için ayrı niyet edilmesi gerekir (Mevsıli, el-İhtiyar, I, 397, 400).
Kaza, keffaret ve bir zamana bağlı olmaksızın adanan oruçlar için gün batımından itibaren en geç imsak vaktine kadar niyet edilmiş olmalıdır.
Bu tür oruçlara niyet edilirken, “falanca kaza, keffaret veya adak orucuna” şeklinde belirtilmesi gerekir.
Şafiî mezhebine göre ise nafile dışındaki tüm oruçlara geceden niyet edilmelidir. İmsak vaktine kadar niyet edilmemişse o günün orucu geçerli olmaz. Nafile oruçlara ise güneş tepe noktasına gelmeden öncesine kadar niyet edilebilir (Şirazi, el-Muhezzeb, I, 331-332).
2-İmsak nedir? Ne zaman başlar? Sabah ezanı okunmaya başladığında yeme içmeye kısa bir süre devam edilebilir mi?
Sözlükte “kendini tutmak, engellemek, el çekmek, geri durmak” anlamlarına gelen imsak, dinî bir kavram olarak, fecr-i sâdıktan, iftar vaktine kadar yemeden, içmeden, cinsel ilişki ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmak, el çekmek demektir. İmsakın zıttı iftardır.
Halk arasında ise “imsak” oruç tutmaya başlanan fecr-i sadığın oluştuğu vakit anlamında kullanılır. Bu manada imsak, oruca başlama vakti demektir.
Oruca ne zaman başlanıp ne zaman bitirileceği Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde açıklanmıştır: “(Ramazan gecelerinde) şafağın aydınlığını gecenin karanlığından ayırt edinceye (tan yeri ağarıncaya/fecr-i sâdığa) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar (yiyip içmeden, cinsel ilişkide bulunmadan) orucu tamamlayın.” (Bakara, 2/187)
Takvimlerde gösterilen “imsak”, oruca başlama vaktini ifade eder. İmsak vakti aynı zamanda gecenin sona erdiği, yatsı namazı vaktinin çıkıp sabah namazı vaktinin girdiği andır. Ezan da imsak vaktinin başlaması ile okunmaktadır. Bu sebeple ezanın başlaması ile yemeyi içmeyi terk
etmek gerekir. Ezan başladığı sırada ağızda bulunan lokmanın yutulmasında bir sakınca yoktur.
3-Unutarak yemek içmek orucu bozar mı?
Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir kimse oruçlu olduğunu unutarak yer, içerse orucunu tamamlasın, bozmasın. Çünkü onu, Allah yedirmiş, içirmiştir.” (Buhari, Savm, 26) buyurmuştur.
Unutarak yiyip içen kimse, oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzındakileri çıkarıp ağzını yıkamalı ve orucuna devam etmelidir. Oruçlu olduğu hatırlandıktan sonra mideye bir şey inerse, oruç bozulur (Merğinani, el-Hidaye, II, 253-254).
4-Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi?
Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi, yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya güç yetiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu olduğunu hatırlatmamalı, aksi durumda hatırlatmalıdır (Şurunbulali, Merakı’l-felah, 238).
5-Ağız kokusunu önlemek için ağız spreyi kullanmak veya sakız çiğnemek oruca zarar verir mi?
Ağız ve burundan alınıp mideye ulaşan her şey orucu bozar. Bu itibarla, ağız kokusunu önlemek veya diş ağrısını gidermek maksadı ile ağza sıkılan sprey ve benzeri maddeler yutulur da mideye ulaşırsa orucu bozar, yutulmazsa bozmaz.
Günümüzde üretilen sakızlarda, ağızda çözülen katkı maddeleri bulunduğundan, ne kadar dikkat edilirse edilsin bunların yutulmasından kaçınmak mümkün değildir. Bu sebeple bu tür sakız çiğnemek orucu bozar (İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, III, 395, 396). Öte yandan, hangi sakızın orucu bozmayan türden olduğu bilinemeyeceğinden oruçlu iken sakız çiğnemekten sakınılmalıdır.
6-Oruçlu iken böbrek taşı kırdırmak orucu bozar mı?
Oruçlu olan bir kimsenin, vücuduna gıda verici bir madde enjekte edilmeden böbrek taşı kırdırmasıyla orucu bozulmaz. Bu operasyon esnasında böbreklere kan akması da orucu bozmaz.
7-Damardan verilen radyoaktif madde orucu bozar mı?
Bazı hastalıkların teşhisi amacıyla hastalara damar yoluyla besleyici niteliği olmayan radyoaktif maddenin verilmesi orucu bozmaz. Çünkü bu şekilde verilen söz konusu madde besleyici ve vücudu kuvvetlendirici mahiyet taşımamaktadır.
8-Göz damlası orucu bozar mı?
Konunun uzmanlarından alınan bilgilere göre, göze damlatılan ilaç, miktar olarak çok az (1 mililitrenin 1/20’si olan 50 mikrolitre) olup bunun bir kısmı gözün kırpılmasıyla dışarıya atılmakta, bir kısmı gözde, göz ile burun boşluğunu birleştiren kanallarda ve mukozasında mesâmat (gözenekler) yolu ile emilerek vücuda alınmaktadır. Kaldı ki bu işlem yeme içme yani gıdalanma anlamı da taşımamaktadır. Dolayısıyla göz damlası orucu bozmaz (DİYK 22. 09. 2005 tarihli karar; bkz. Kasani, Bedai’, II, 98).
9-Kulak damlası orucu bozar mı?
Kulak ile boğaz arasında bir kanal bulunmaktadır. Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, ilaç boğaza ulaşmaz. Bu nedenle kulağa damlatılan ilaç orucu bozmaz.
Kulak zarında delik bulunsa bile, kulağa damlatılan ilaç, kulak içerisinde emileceği için, ilaç ya hiç mideye ulaşmayacak ya da çok azı ulaşacaktır. Kaldı ki bu işlem yeme içme yani gıdalanma anlamı da taşımamaktadır.
Dolayısıyla kulak damlası orucu bozmaz (DİYK 22. 09. 2005 tarihli karar; bkz. Merğinani, el-Hidaye, II, 263; Kasani, Bedai’, II, 98; İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, III, 367, 376).
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.