ZAN KALBE EKİLEN ŞÜPHE
İnsan, yaratılış mayasına nakşedilmiş hakikatlerin ruhani yansımalarına kulak vererek bu dünyada yol aldığında fıtratının, İslam dininin gerekleri ile tam bir ahenk ve uyum içerisinde olmasından kaynaklanan bir hayat ritmini yakalamış olmaktadır. Hayatın bu ritminde kemal, huzur ve asudelik hâli vardır. Elbette “Ona iki yolu göstermedik mi? (Beled, 90/10)” ayeti, insanın hayat yolculuğunda daima iki yol arasında seçim yapacak olan sorumlu bir varlık olduğunu ilan etmektedir. Ne var ki yine diğer iki ayette, peşinen “Ona iki göz, bir dil ve iki dudak verdik.” (Beled, 90/8-9) buyurulması içine girdiği bu yolculuğun bir kaos sarmalı olmadığını resmetmektedir.
Yaratılış mayasındaki özü insana hakkı ve doğruyu usulca fısıldarken akıl yürütme ve duyulara dayalı gözlem ile de donatılmış olan insan, sadece hakikate programlı bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan insan, vahyin derin örgüsü içinde nakle dayalı haber, adil ve dürüst bir şahidin şehadeti ya da tanıklığı ve kalbinin, en deruni varlık sırlarını hissetme özelliği ile bir bilgi yumağı olma vasfını taşımaktadır (Taha Abdurrahman, Dinin Ruhu, 97-98). Bütün bunlara rağmen insanın hiçbir bilgi temeline dayanmayan akıl tutulmaları, kuşkunun dehlizlerinde yol bulan yanılsamaları ve tefekkürünün üzerine kara bir bulut gibi çöken sanrıları Kur’an’ın, “şek”, “rayb”, “mirye” ve “zan” gibi ifadelerle andığı, beşerî vizyonu kaplayan suizandan başka bir şey değildir.
Âlimlerin ifadesiyle “Berâet-i zimmet asıldır. (Kişinin suçsuzluğu asıldır.)” ilkesi, insanda asıl olanın masumiyet olduğunu ilan ederken bu temel gerçekliğe rağmen pek çok defa insan, başkaları hakkında -tüm bilgi ve iletişim yollarını terk ederek- sadece zannına göre konuşmaya başlar. Tüm azaları gibi bir gün hesabını vermekle yükümlü olduğu dudaklarından “Sanırım o böyle.”, “Zannederim bunu o yaptı.” gibi sözler, çoktan dilinden dökülmeye başlar. Hatta bu sözler, bir süre sonra “Ne hindir o bilmezsiniz siz!” ve “O, bunu da yapar!” gibi ifadelerle kirli bir sarkaç misali, puslu bir havada ritmini artırarak salınımını sürdürür. Gıybet, haset ve suizan ivmelenmesi içinde ruhu değil, nefsi okşayan bu sözler, Süfyân-ı Sevrî’nin “Zan iki çeşittir. Akla gelenler değil, söze dökülenler suizandır.” ilkesi doğrultusunda yağlı bir suizan urganı olarak sözün sahibinin boynuna dolanmıştır bile. Oysaki Allah Resulü, zannın ne kadar kötü olduğunu “Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna kulak kabartmayın, özel hâllerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin, birbirinize haset etmeyin, kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28) dememiş midir? Yine kutlu Nebi, “Hüsnü zan, güzel bir ibadettir.” (Ebu Davud, Edeb, 81) diye hatırlatmamış mıdır?
Kur’an-ı Kerim, gıybet ve suizan konusunda “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât, 49/12) buyurmaktadır.
Suizannın yol açacağı zararların başında türlü üzüntüler, derin mutsuzluklar ve dayanışma ruhunu yok eden toplumsal rahatsızlıklar gelir. Suizan, nefsani özelliği ile egoları besler, tecessüse neden olur, dedikodulara ve güvensizlik duygusuna yol açar. Bununla da kalmaz, bunu yapanların başkalarının günahını almalarına da neden olur.
Bizzat sahabe arasında gerçekleşen bir olay, suizannın ne kadar kötü bir şey olduğunu gözler önüne sermektedir. Allah Resulü, Selman-ı Fârisî’yi, işlerinde yardım etmek üzere iki kişiye göndermişti. Peygamber Efendimiz, toplumsal dayanışmanın, yardımlaşma ve imece usulünün önemini insanlara anlatmak istiyordu. Bir gün Selman, çalışırken uykusuna yenik düşmüş o gün görevi olan yemek hazırlama işini yerine getirememişti. Arkadaşları geldiğinde ona, “Bize ne hazırladın?” diye sormuşlar, o da, “Hiçbir şey.” diye cevap vermişti. Bunun üzerine arkadaşları, yiyecek istemesi için onu Allah Resulü’ne göndermiş, Allah Resulü de onu Üsâme’ye yönlendirmişti. Üsâme ise yanında bir şey olmadığını söylemiş; nihayetinde Selman, arkadaşlarının yanına eli boş dönmüştü. Daha sonra Selman onların yanından ayrılınca arkadaşları, arkasından, “Biz onu Sümeyha kuyusuna göndersek kuyuyu kurutur. Gelgelelim Üsame de pintinin tekidir.” diye gıybet etmişlerdi. Bilahare bu iki kişi Allah Resulü’nün yanına gelince Peygamberimiz kendilerine, “Ağzınızda morarmış et parçası görüyorum, bu neyin nesi?” diye sormuş, onlar ise “Ey Allah’ın Resulü, biz hiç et yemedik ki!” deyince Allah Resulü, “Hayır! Siz Selman ve Üsâme’nin etini yiyip duruyorsunuz!” diye cevap vermişti (Begavî, Meâlim, 7/344).
Suizan, kötü bir davranış olmasına rağmen maalesef tarih boyunca insanlar sadece birbirlerine değil, Allah’a karşı da suizan etmişlerdir. Hatta İsrailoğullarının kırk yıl boyunca Tîh Çölü’nde dolaşmalarının temel nedenlerinden biri suizandır. İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan iki sene sonra Kenan diyarına gelmişler, bu bölgeyi kontrol etmeleri için on iki kişilik bir keşif heyeti gönderen Hz. Musa’ya Habron şehrini izleyen bu heyetten sadece iki kişi, buranın üzüm, nar ve incir gibi ürünlerin yetiştiği bereketli bir yer olduğunu doğru bir şekilde haber vermişlerdir. Ama diğer on kişi, bu beldeyi ona kötülemişlerdir. Allah, onların bu yalanları üzerine, İsrailoğullarını kırk yıllık kumdan bir labirentin içinde dolaşmaya mahkûm etmiştir (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 1/512). Kuşkusuz bu keşif heyetinde yanlış bilgi üreten kişileri bu işe sevk eden tevhit dinine karşı duydukları kindir. Ebü’l-Bekâ, kinin (hıkd), düşmanlık nedeniyle insanlara karşı kalpteki suizandan ibaret olduğunu söyleyerek (Ebü’l-Bekâ, el-Külliyât, s. 408) gerçekte kin ile suizannın özdeş olduğunu ifade etmektedir.
Allah’a karşı suizannın sayısız örneklerinden biri de İsrailoğullarının Allah’ın rızık olarak lütfettiği bir nimet olan “menn”i depolamamaları ve onu günlük olarak tüketmeleri ilahi emrine rağmen onların, bunun biteceği ve Allah’ın bir daha onlara bu nimetini vermeyeceği zannına kapılmak suretiyle istifçiliğe yönelmeleridir. Oysaki onların bu davranışları, inançsızlıkları ile birleşerek onlara zillet ve sefalet damgasının vurulmasına ve Allah’ın gazabına uğramalarına neden olmuştur (Bakara, 2/61). Kuşkusuz suizan, çoğu defa inançsızlık, kıskançlık, bencillik ve açgözlülükle kol koladır. Tur Dağı’ndan ayrılıp yola koyulduklarında bıldırcın ve menn yemekten bıktıklarını, başka yiyecekler istediklerini söyleyen bu küstahlardan bir kısmının helak olduğu yer, bugün dahi “Kibrot Hattava” (Açgözlüler Mezarlığı) adı ile anılır (Ahd-i Atik, Sayılar 11:34).
Allah hakkında suizannın bir başka örneği ise kıblenin Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye döndürülmesinden sonra münafıkların, inananların zihin dünyalarını karıştırmasıdır. Müminler, münafıkların ileri sürdüğü iddialardan etkilenerek, geçmişte Kudüs’e doğru kıldıkları namazlarının zayi olduğu vehmine kapılmışlardır (Bakara, 2/143). Oysaki Allah, zannın gerçeğe dayanmayan bir bilgi türü olduğunu ilan etmektedir (En’âm, 6/116; Yûnus, 10/36; Necm, 53/28).
Bir başka olay, Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı yıl gerçekleşmiştir. Allah Resulü ve sahabesi umre yapmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkınca Medine civarında henüz imanları kalplerine tam olarak nüfuz etmeyen Cüheyne ve Müzeyne gibi kabileler, bu umreye türlü bahanelerle katılmamıştı. Onlar, Allah Resulü ve sahabesinin müşrik Kureyş, Sakîf ve Kinâne kabilelerince katledileceğini zannetmişlerdi (İbn Atiyye, el-Muharrirü’l-Vecîz, 5/130). Allah Resulü ve sahabesi zarar görmeden Medine’ye dönünce de aileleri ve geçim derdinin kendilerini meşgul ettiğini söyleyerek mazeretler uydurmaya çalışmışlardı. Kur’an-ı Kerim bu hususu, “... Siz aslında, Peygamberin ve inananların bir daha ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, sizin gönüllerinize güzel gösterildi de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak eden bir kavim oldunuz.” (Fetih, 48/11-12) şeklinde dile getirmektedir. İlgili ayetler, suizannın onlar için toplumsal ve ekonomik bir çöküşü doğuracağını “bûr” kelimesi ile ifade eder.
Kur’an-ı Kerim; inançsızlık, kıskançlık ve zillet kıskacında şekillenen suizannın birçok defa ağır bir vebalinin olduğunu çarpıcı şekilde anlatmaktadır. “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ, 17/36) ayetine rağmen Allah Resulü’nün eşi müminlerin annesi Hz. Aişe’yi inciten ve Efendimizi derin bir üzüntüye sevk eden “ifk olayı”nın ardında da münafıkların yalan haberleri ve insanların suizannı bulunmaktadır.
İfk olayı o derece derin bir toplumsal travmadır ki Medine sarsılmış, insanlar arasında güvensizlik ve hoşnutsuzluk ortaya çıkmıştır. Aslında bu olayla münafıklar yalnızca Hz. Peygamber’in ailesini hedef almamışlar, aynı zamanda bilgiyi ve haberi, manipüle edilebilecek bir nesne hâline getirmeye çalışmışlardır. Oysaki bilgi de haber de bir ilke olarak hakikate uygun olmak zorundadır. Rivayet ettiği hadisler ve ilmi ile İslami bilginin temel bir kaynağı niteliğinde olan Hz. Aişe’ye atılan iftira, kuşkusuz bir ölçüde doğrudan İslam’ın bilgi alanını zayıflatmaya yönelik bir teşebbüs niteliğindedir. Bu iftira müminlerin annesini hastalandırıp yataklara düşürecek kadar üzüntü vericidir (Buhari, Ehâdisü’l-Enbiyâ, 19). Allah Resulü, söz konusu asılsız dedikodu sırasında müminlere örnek olacak şekilde hiçbir fevri hareket göstermemiştir. Nihayet ayetle de olayın iftiradan ibaret olduğu tescil edilmiştir (Nûr, 24/11-16).
Allah Resulü’nün ailenin temelini sarsabilecek nitelikte olan böylesi bir dedikodu karşısında dahi suizanda bulunmadan hareket etmesi, günümüzde kadına şiddeti doğal ve alelade bir davranış olarak gören pek çok kişiye anlamlı bir uyarı niteliği taşır.
Bu nebevi uyarı, özünde mahremiyetin kıymetini, doğru bilginin önemini, iletişimin gerçek anlamını ortaya koyarken suizannın fesat, fitne, kargaşa, ümitsizlik, üzüntü ve ağır vebal getireceğini anlatır. İslam, bireyden aileye, aileden topluma ve nihayet tüm insanlığa doğru genişleyen bir satıhta gizli hususların araştırma konusu hâline getirilmemesi (Ebu Davud, Edeb, 37) ve Allah’tan asla ümit kesilmemesi (Yûsuf, 12/87) gerektiğini vurgular. Allah Resulü’nün anlatımı ile suizan, bir insanlık suçu olarak, kıyamet günü kulaklarına kurşun dökülmeyi hak eden toplulukların işledikleri nefret edilesi bir iştir (Buhari, Ta’bîr, 45). Mümine düşen, başkasının ayıbını örtmektir. Bunu yapan kişinin ayıplarını ise Allah örter (Müslim, Birr, 72). Suizannın, söz konusu örtüyü yırtarak insanı paçavra konumuna düşürmek isteyen bir davranış olarak ahlaki değerler dünyamızdan çekildiği gün insanlık, İslam’ın idealize ettiği esenliğe biraz daha yaklaşmış olacaktır
PEYGAMBER MESCİDİ’NDE ÇOCUK SESLERİ Ebû Katâde anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.), kızı Zeyneb’in Ebu’l- s b. Rebîa’dan olan kızı Ümâme’yi omzunda taşıyarak namaz kılardı. Secdeye vardığı zaman torununu yere koyar, secdeden kalkınca da onu tekrar sırtına alırdı.” (Müslim, Mesacid, 41) Medine’de Peygamber Mescidi’nde, alışık olunduğu üzere sıcak bir günde, insanlar öğle (veya ikindi) namazı için bekleşiyorlar. Bilal’in (r.a.) ezana başlamasıyla artan kalabalıkla birlikte cemaat arasındaki kıpırdanmalar da fazlalaşıyor. İnsanlar, yüzleri hane-i saadete dönük olduğu hâlde, birazdan evinden çıkacak olan Allah Resulü’nü görmenin tatlı telaşı içerisindeler. Belki de içlerinden bazıları çoktandır kafasını kurcalayan bir soruyu namazdan önce veya sonra sevgili Peygamber’ine (s.a.s.) iletmenin derdinde. Veya görüp çok etkilendiği bir rüyasını ona tabir ettirmenin. Belki içlerinden biri çok uzak yollardan gelip onu bir defa olsun bu namaz esnasında görebilecek. Bazıları ise namazdan sonra acaba o tadına doyum olmayan halkalar kurulur mu diye düşlemekte… Tüm bunların ve çok daha fazlasının yaşandığı mekân olan mescit birden sus pus oluyor. Allah Resulü kucağında sevgili torunu Ümâme ile mescide girip cemaate doğru yaklaşıyor. Dedesinin kucağında olmaktan duyduğu memnuniyeti her hâlinden belli olan Ümame, meraklı gözlerle etrafı süzerken Allah Resulü kendisinden başka kimsenin ona hissettiremeyeceği bir şefkatle torununu bağrına basıyor. Dede torun üzerinde o vakit yadırganan bakışlar hissediliyor. Öyle ya aralarında çocuk sevgisinin nasıl bir duygu olduğunun henüz farkına varamamış, çocuklarından hiç birini bağrına basıp öpmemiş, hatta bunu ayıp ve günah sayanlar var. Bir zamanlar kendilerinden utandıkları, doğumuna öfkelendikleri kız çocuklarına sevgiyle yaklaşmayı hâlâ içlerine sindirememiş olanlar var. Çölde bir köşede kaderine terk edilen kız çocuklarının “Babacığım!” çığlıkları hâlâ yüreklerini dağlayanlar var. Allah Resulü; pişmanlık, şaşkınlık ve merak dolu tüm bu bakışlar arasında tekbir alarak namaza duruyor. Üstelik kucağında Ümame’yle birlikte. Secdeye vardığında onu yere koyarken kalktığında tekrar kucağına almak suretiyle namazını eda ediyor. (Buhârî, Salât, 106; Müslim, Mesâcid, 41, Ebû Davud, Salat, 164) Rivayetin bir başka tarikine göre ise cemaate bu şekilde namaz kıldırıyor (Müslim, Mesâcid, 42).
Sevgili Peygamberimiz, çocuk ve namazı birlikte hayata dâhil etmenin gerekliliğini bu hadisede en güzel şekilde göstermiştir. Ne namaz çocukları öteleyerek onlardan bağımsız olmayı gerektiren bir ibadettir ne de çocuklar namazların edası için büyüklere bir engel teşkil etmektedir. İnsana özünü, henüz kirlenmemiş hâlini, masumiyetini ve tertemiz fıtratını hatırlatan çocuk, mescitlere arınmaya gelen müminler için aslında en güzel örnektir. Günahlardan arındıran namaz ile günahsız, masum varlıklar olan çocukların birlikteliği Allah Resulü’nün hayatının hemen her karesinde görülebilir. O, hayatının herhangi bir anında ya namaz kılmaktadır ya da bir çocuğu sevindirmektedir. Ruha iyi gelen, insanı daha fazla insan ve iyi bir kul kılan, yüreğini yumuşatan her ne varsa onları müminlerin hayatına dâhil etmenin peşindedir. O yüzden o tekbir aldığında ardında çocuklardan oluşan bir saf görmek mümkündür her zaman. O yüzden Medineli çocuklar namazı onun ardında saf tutarak, sureleri onun kıraatinden dinleyerek öğrenmişlerdir. Namazdan sonra etrafını sararak başlarının okşanmasını bekleyen çocuklar vardır Allah Resulü’nün çevresinde. Namaz esnasında saflar arasında dolaşmalarına engel olunmayan çocukların sesleri çınlamaktadır Peygamber Mescidi’nde. Ezanla, tekbirle, duayla büyür çocuklar burada. Omuz omuza bir ümmetin nasıl büyüdüğüne şahit olurlar hep birlikte. Namazlarına çocuklarıyla birlikte katılmaktan çekinmeyen kadınlar vardır Allah Resulü’nün cemaatinde. Çünkü namazda ağlayan bir çocuk işittiğinde kıraati kısa tuttuğunu bildikleri bir peygamberleri vardır o kadınların. Cuma hutbesinde dahi olsa torunlarının düşe kalka yürümelerine yüreği el vermeyip konuşmasını onları kucağına alarak sürdürür onların peygamberleri. Secdedeyken de torunları Hasan ve Hüseyin’in sırtına çıkmasına izin vermekten geri durmaz, bu yavruların oyununa engel olmamak için onlar sırtından ininceye kadar uzatır secdesini (Buhari, Ezan, 57; Müslim, Fezail, 80).
Allah Resulü, pişmanlık, şaşkınlık ve merak dolu bakışlar arasında tekbir alarak namaza durdu bir öğle vakti. Üstelik kucağında çok sevdiği torunu Ümame’yle birlikte. Namaz ve çocuk birlikteliğinin güzelliğini herkese göstermek istercesine. Çocuğa şefkati, o kendine has üslubu, zarafeti ve kimseye aldırış etmeyen kararlılığı ile dâhil etti dünyamıza. Dünyamızın o küçük ellere sımsıkı sarılarak daha da güzelleşeceğine inandı her zaman. Dünyamızın ve dahi namazlarımızın…
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan:Ayşe GÜREL/Bilecik İl Müftülüğü Vaizesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.