AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

“ANNE, BEN ARTIK DEİST DEĞİLİM!”

“ANNE, BEN ARTIK DEİST DEĞİLİM!”

Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu bir durumu şöyle anlatıyor; Bir sınav görevi esnasında bir bayan öğretmen deizme dair kitap yazdığımı öğrenince, “Hocam, sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Size başımdan geçen gerçek bir olay anlatacağım,” dedi. “Sizi dinliyorum,” dedim, başladı anlatmaya: “Kızım biyoloji öğretmenliğinde okuyor. Bir gün okul dönüşü eve geldiğinde daha içeri adımını atmadan kapıda, ‘Anne, ben deist oldum!’ dedi. O an âdeta tepemden aşağı kaynar sular döküldü. ‘Bu da nereden çıktı kızım, hayrola?’ diye sordum. ‘Anne karar verdim, artık ben deistim.’ Üstüne gitmedim, öğretmen olmama rağmen deizme dair benim bildiklerim de kulaktan dolma şeylerdi. O güne kadar ne olduğunu ciddi manada pek merak etmemiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse bir gün benim kapımı da çalabileceği aklımın ucundan dahi geçmemişti. Oturdum, o gece başım da ağrır vaziyette biraz internette gezindim, nedir bu deizm diye birkaç siteye baktım. Tadım tuzum yoktu, bölük pörçük birkaç şey okudum ama aklımda kalanlar pek fazla değildi. Neyse meseleyi soğumaya bırakmanın daha uygun olacağını düşündüm ve o günden sonra da konuyu hiç açmadım, hatta babasına dahi söylemedim. Aradan 2,5-3 ay kadar zaman geçti, yine bir gün okuldan geldiğinde kapıyı açtım. Daha ben hoş geldin demeden, ‘Anne, ben artık deist değilim!’ dedi. Ben neden fikir değiştirdiğini sordum: ‘Anne, bugün çok hassas mikroskop altında hücrenin akla durgunluk veren karmaşık yapısını ve çalışma düzenini inceledik. Hayretler içinde kaldım. Bunun kendiliğinden, tesadüfi bir şey olamayacağına kanaat getirdim. O an, hayatımdan neredeyse dışladığım Allah’ın gücünü ve varlığını yakından kavradım. Allah kesinlikle var ve buna tüm kalbimle inanıyorum. Varlığını hissettirmediği tek bir yer, tek bir saniye dahi yok, hücrede bile.’ Ben bu sözleri duyunca nasıl mutlu oldum tarif edemem Hocam. Kitabınızı alıp kızıma hediye edeceğim, kendim de mutlaka okuyacağım.” Ben, “Ne güzel, kızınız kendi anlamış gerçeği.” deyince, öğretmen annenin cevabı şu oldu: “Evet, kızım bizi çok yormadı, şükürler olsun. Beni en çok sevindiren şey de doğruyu kendisinin bulması oldu.” Bu gerçek hikâyenin bir benzerini de “Son Hurafe: Deizm” adlı eserimde anlatmıştım. “Karnı geniş bir Müslüman olmak yerine deist olayım.” diyerek deizmin kıyısına kadar gelen yakından tanıdığım bir gencimiz, bana, inanç krizlerinden kendisini Enam suresinin 116. ayetinin kurtardığını söylemiş ve sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Deist olduğumda böyle bir hayatın bana sunacaklarını ve benden götüreceklerini geceler boyu düşündüm durdum. Bu yüzden çok uykusuz gecelerim oldu. İçimdeki şiddetli fırtınayı dindiren, beni sakinleştiren, gözümün açılmasını, idrak perdemin aralanmasını sağlayan bu ayet oldu. Şimdi kendimi hiç olmadığı kadar sağlam bilinçli ve tutarlı bir Müslüman olarak görüyorum. Şükürler olsun.” (Ankara: DİB Yay., 2020, s. 298.)

Avrupa’nın din ile siyaset, Kilise ile toplum ilişkilerinin yoğun kriz ve dönüşüm yıllarına denk gelen XVII. ve XVIII. asırlarda adını sıkça duyursa da akabinde epeyce bir süre kaybolan ve bugün karşımıza kemikleşmiş bir din karşıtlığı ideolojisi olarak gelişmiş kapitalizmin kargosunda kapımızı çalan deizm, hiç şüphe yok ki bir çetin meydan okumadır. Deizm birimizin kapısını ansızın çalabilir, tıpkı hikâyesini anlattığım öğretmen annemizde olduğu gibi. Ancak uyaralım, herkes bu anne kadar şanslı, her genç de bu iki gencimiz gibi kendi yolunu kendi bulacak kadar feraset ve basiret sahibi olmayabilir.

Zevahiri kurtarmak                                                                                   Teknolojinin nesnesine dönüşmüş gündelik hayatta modern insanın ahlak ve inançla olan mesafesi her gün biraz daha açılırken, bir çelişkiden diğerine sıçraması artık pek yadırganmıyor. Doğası gereği “ateist” olan gelişmiş kapitalizmde bu çelişki sıçramaları tuhaf karşılanmıyor. İnanma ya da inanmama özgürlüğünü istediği gibi kullanmanın eldeki yegâne ve en değerli özgürlük olarak pompalandığı bir çağda “–mış” gibi yapmak, “-mış” gibi inanmak giderek yaygınlaşıyor. En azından, “memnuniyetin paketlendiği, arzunun yönetildiği, siyasetin işletildiği ve tüketim ekonomisinin hâkim olduğu bir toplumda” zevahiri kurtarmaya yetiyor. Ne var ki bu toplumda dinî, ahlaki ve siyasi soruların belli bir derinliğe sahip olabilme, bir adap, usul ve erkân dairesinde tartışılabilme ihtimali de o nispette azalıyor. (Terry Eagleton, Akıl, İnanç ve Derim, Çev. Akın Emre Pilgir, 2021, İstanbul: Tellekt Yay., s. 41-42.) Bu nahoş durum, güç, sömürü, para, şöhret eksenli dünyada insani “denge” kaybının önümüze koyduğu bir bedeldir. Arzu ve gücün dışında hiçbir kural ve hedef tanımayan küresel kapitalizmin dünyasındaki yegâne dengenin amansız rakipler arasındaki “güç” dengesi olduğunu, pek yeri olmasa da izninizle buraya not düşelim. Deizmin bir anda neden, nasıl ve hangi amaçlarla parla(tıl)dığı sorusu artık bir muamma değil. Ancak tam olarak ne olduğu hâlâ tartışmalı olan, yedeğe aldığı bir sözde tanrının varlığını görüntüde kabullenen ama bağnaz din inkârcılığı ile küresel kapitalizmin fenalıklarını örtbas eden modern, bir o kadar da iğreti bir hurafedir. Bu hâliyle deizm, benliği ve insan ilişkilerini parçalayan; faydacı bir ahlakı pompalayan; kaba araçsal bir aklın sırtını sıvazlayarak onun dogmatik şüphelerini besleyen; israf ve tüketimi teşvik eden liberal rasyonalizmin elinde “dinsiz” toplum inşasının taşeronu gibi durmaktadır. Diğer taraftan, insanın sadece ruh ve inanç dünyasını aydınlatmayı değil, aynı zamanda toplumsal hayatı ve insan ilişkilerini de belli bir düzen ve ahenk içinde tutmayı amaçlayan din, katı bir şekilcilik, kaba bir kuralcılık, kuru bir dil, bencil bir dışlayıcılık, buyurgan ve yargılayıcı bir üslup ile servis edildiğinde, özünü ve ruhunu yitirdiğinden bir işlev icra etmeyecektir. Dinin özündeki değerler ve korumak istediği amaçlar bizzat Müslümanın eliyle zedelendiğinde ahlaki ve dinî hedef ve hassasiyetler yavaşça buharlaşacaktır. (Ali Bardakoğlu, İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?, 2019, İstanbul: Kuramer Yay., s. 54-60.)

Taklit-itaat kültürünü gençliğe dayatamayız!                                                                   Batı’nın kendi sosyal, kültürel ve dinsel ikliminde doğan ve serpilen deist anlayışın İslam coğrafyalarına da sıçraması bizi Müslümanlığımız ile tepeden tırnağa yüzleşmeye davet etmektedir. Bunda sayısız din istismarının, sorunlu ve kamplaştırıcı din anlayışının, yanlış Müslüman sunum ve temsilinin vebali de vardır. Dinin özünü şekil ve lafızcılığa boğan, sosyal değişime, tarihî tecrübeye, kültürel mirasa, dinî birikime sırt dönen, toplum bilincini yok sayan, tekfirciliği meslek edinen anlayışların “İslam” etiketi ile pazarlanması taze dimağlar üzerinde elbette bir tahribat yapacaktı. Dünyaya, akla, bilime ve kendi köklerine giderek yabancılaşan bir taklit-itaat kültürünün günümüz sorgulayan gençliğini cezbetmesi hayaldir. Diğer taraftan, sanal dünyanın elimizdeki gerçek dünyayı alıp bize kendi kurguladığı dünyayı dayatması karşısındaki çaresizliğimiz de bir başka sorundur. Çevresindeki acılara, kayıplara, trajedi ve dramlara sessiz ve duyarsız kalan, sanal dünyanın sığ sularında saatlerce ve şuursuzca çimerken içinde yaşadığı gerçek dünyayı unutan bir gençliğin bilincinin tıkanması ve buna bağlı olarak inancının sığlaşması kaçınılmazdı. Kendi ilgi, talep, istek ve zevkleri çerçevesinde kendisine bir alan oluşturan, bunu her türlü paylaşım ve bölüşüme kapatan bireyciliğin piyasa, başarı ve şöhret odaklı bir konformist gamsızlığa gömülmesi kuvvetle muhtemeldi. Dahası, bu bireycilik egoist ve saldırgan bir menfaatçiliğin dışavurumudur. Alman roman ve oyun yazarı Ödön von Horvath’ın, egoist, bencil bireyin ruhunu balık suratına benzetmesi ilginçtir. Donuk ve hareketsiz balık suratıyla bu ruhun aptallığın cennetinde yaşadığını ve tek amacının başkalarını hor görmek olduğunu söyler. (Ödön von Horvath, Tanrısız Gençlik, 2021, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s. 18.)

Küçük bir manifesto!                                                                                                                Hakikati puslu, anlaşılmaz öğretilere gömenleri deşifre etme vaktidir. Tüm değerlerin kaybı ruhun ölümüdür, sıradan bir kepazeliğe teslim olmaktır. Gençlerin saklanan, keşfedildiğinde ise kalbi delip geçecek anlamın peşine düşmesi, sorgulaması cesur bir erdemdir ve teşvik edilmelidir ancak elinden tutulmalıdır. Manevi huzur ve zihinsel dinginlik yapay, kaprisli ve fantastik bir rasyonellik ile elde edilebilecek bir şey değildir; böyle bir rasyonellik zarif kalpleri de yoracaktır. Çocuğundan endişe etse de Allah’ı unutan ve hiç yokmuş gibi davranan ebeveynler de suçludur. Tekinsiz, belirsiz dünyada güvenebileceğimiz, kapısına yaslanabileceğimiz bir tek Rabbimiz kaldı. Akıl, rasyonellik ve çağdaşlık adına bizi Rabbimizden soğutmak isteyenlere ne kendimizi ne de çocuklarımızı yem edelim.

 Kaynak: Dib Yayınları

Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

 

MUSİBETLER KARŞISINDA İNSAN

Küresel bir şaşkınlık ve arayışın öne çıktığı zor zamanlar, şayet küresel bir bilince dönüşebilirse insanlık gelecek adına umuda doğru bir yol bulmuş olacaktır. Modern dönem, büyük iddialarla ve hayallerle başladı. On sekizinci yüzyıldan itibaren Batı merkezli bir dünya şekillenirken “aydınlık bir çağ” sloganları atılıyordu. Nitekim “Aydınlanma Dönemi” halihazırda pek çok akademik kitabın bölümü ve çalışmanın başlığı olarak varlığını devam ettirmektedir. Zıddından hareketle öncesinin “karanlık” olduğunu işaret eden bu başlık bile söz konusu dönemin iddialarının boyutlarını göstermesi bakımından önemlidir.

Modern dönemin öncülerine göre akıl, bilim teknoloji gelişecek ve insanlık daha güzel bir hayata kavuşacaktı. Bunun için, söz konusu anlayışın sahipleri, Hristiyanlığın içi boş, hayata rehberlik edemeyen skolastik dünyasıyla büyük bir mücadeleye giriştiler. Sonra Batı kendi aile kavgasını ve bu kavganın sonucundaki mutabakatlarını dünyanın tamamına empoze etti. Kendi anlayışını dünyanın her yerine egemen kılmak için medya, siyaset, ekonomi, kültür gibi tüm araçları hoyratça kullandı. Bu esnada bilimsel gelişmeler devam etti. Buharlı makinaların icadıyla başlayan süreç baş döndürücü bir hızla gelişti. Dünya küresel bir köye dönüştü. Tüm bunlarla beraber modern dönem, insanlık tarihinin en büyük felaketlerine ve dramlarına sahne oldu. Deniz aşırı yolculuk yapacak araçlar geliştiren ve ateşli silahları icat eden Batı, coğrafi keşifler adı altında, kendi dışında kalan tüm zayıf coğrafyaları köleleştirdi. Sömürgeleştirdiği coğrafyaların insanlarını güç kullanarak acımasızca köleleştirdi. Köleleştirilen milyonlarca insanın sevkiyatı için pazarlar ve liman şehirleri kuruldu. Sömürgeleştirilen ülkelerin tüm doğal kaynakları talan edildi. İnsanlık ve insani değerler adına, tarihin en mahcup edici olayları yaşandı. Bu esnada dünyanın yeni egemenleri paylaşım kavgasına tutuştu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ve ortasında iki defa dünya savaşı yapıldı. Dünya ilk defa Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombalarının korkunç yüzüyle karşılaştı. İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası güvenlik teşkilatları kuruldu ama bugün dünya coğrafyasının üçte ikisi savaş ve kaosla kuşatılmış vaziyette. Ekonomik kuruluşlar ihdas edildi ama dünya nüfusunun yarısı yoksulluk içinde hayata tutunmaya çalışıyor. İklim değişiklikleri, çevre kirliliği. Ekonomik bunalımlar, salgın hastalıklar, uluslararası terör örgütleri gibi her biri kıyamet senaryolarını andıran küresel musibetlerin ortasında, yorgun, mutsuz, umutsuz bir dünya var karşımızda.

Elbette, her şeyin tükendiği bir süreçten ve olumsuzluklara çaresizce teslimiyetten bahsetmiyoruz. Doğru bir çıkış yolu tercih edildiğinde tüm sorunların üstesinden gelmek mümkündür. Önemli olan, her şeyin her yerde olduğu ve dünyanın, tüm insanlığın beraberce yaşadığı büyükçe bir ava dönüştüğü bilişim çağında, samimiyetle konuşmak sorumluluk duygusuyla davranmak ve daha güzel bir dünyanın yaşanmasına katkı sunma çabası içinde olmaktır. Bu bağlamda, yaşanan bireysel ve küresel bunalımların, bir arayışı ve sekinete çıkan bir yol bulma imkân ve ihtimalini de beraberinde getirmesi mümkündür.

Öncelikle, insanın kendisiyle yüzleşmeye ihtiyacı var. “Bilgi çağında insan, varoluşun hikmetini, manayı tefekkürü kaybetmiştir. Şimdi neyi kaybettiğini hatırlamak, kendisini tedirgin eden ve hayatı yaşanmaz hale getiren semptomların gerçek sebeplerini bulmak zorundadır. Elbette son yıllarda yeryüzünün büyük siyasi, iktisadi ve toplumsal krizlerle kuşatıldığını, bir yanda alabildiğine israf, bencillik ve rehavet yaşanırken diğer yandan dünya nüfusunun yarıdan fazlasının açlık, yoksulluk, sefalet ve sosyal problemlerin kıskacında bir hayat mahkum edildiğini; savaşlar terör örgütleri ve salgın hastalıklarla milyonlarca insanın kan, gözyaşı ve umutsuzluk girdabına sürüklendiğini; bu çağda yaşayan ve çevresinde olan biteni fark etme yeteneği olan herkes bilmektedir. Ama bütün bunlar, gezegenimizde “neler” yaşandığına dair tablolardır. Oysa asıl önemli olan ve daha iyi bir geleceğe katkı sunacak şey ise bütün bunların “neden” yaşandığını ortaya koymaktır. Çünkü istenmeyen ve ıstırap veren bir durumda önemli olan semptomların sebeplerini doğru tespit ederek gerçekçi bir teşhis ve uyun bir reçete ile tedavisine başlamaktır. Bu bağlamda, modern dönemde bireysel boyuttan küresel alana, yaşanan bunalımların, felaket ve trajedilerin, en ciddi sebeplerinden birisi: insani değerlerin ötelenmesi ve fıtratın yozlaşmasıdır. Yani yaşanan esasında büyük bir hakikat ve merhamet krizidir. Hakikatin kaybedilmesi derin bir anlam krizine, merhametin yitirilmesi ise vahim bir ahlak krizine yol açmıştır. Modern dönemin paradigmaları insanı ele alırken maalesef onun Allah’la irtibatını görmezden gelmiştir. Böylece insan yeryüzündeki ulvi misyonunu ve ilahi otoriteye karşı sorumluluk ve hesap verme bilincini kaybetmiştir. Eşya, varlık, insan ve toplumla ilişkilerde güzel ahlakı ve hukuku yok sayarak kendi huzuruna ve geleceğine kast etmiştir. Kur’an-ı Kerim insana, en güzel şekilde yaratıldığını, üstün özelliklerle donatıldığını, sorumlu kılındığını, yeryüzünde bulunuş gayesinin iyilik ve merhametin egemen olması ve kötülüğün ortadan kalkması için gayret etmek olduğunu, zaaflarına yenik düşmemesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Ama maalesef modern dönemde insan, yalnızca fiziki boyutuyla öne çıkarılmış, onu varlık aleminde farklı ve değerli kılan erdemler ihmal edilerek güç merkezli bir bakışla adeta doğal seleksiyonun bir unsuru olarak kabul edilmiştir. İnsanın huzur, güven ve refahı, tamamen maddi unsurlara endekslenmiş, merhamet merkezli değerler, ideal insan tasavvurunun dışında bırakılmıştır. Güçlünün kendini haklı gördüğü bir anlayış öne çıkmıştır. Nükleer, kimyasal, biyolojik silah denemeleri güç yarışına dönüşmüş, dünyayı defalarca yok edebilecek silahlar üretilmiştir.

Modern dönemin anlam ve ahlak krizi, insanın tabiatla ilişkisini de adeta bir kavgaya endekslemiştir. Açgözlülük tamahkarlık, cehalet insanı tabiat karşısında saldırgan biz konuma sürüklemiştir. İnsan, Allah’ın tabiata koyduğu yasalara uygun hareket etmek yerine doğayla savaşmayı tercih etmiştir. İnsanın ve tüm varlığın doğayla ontolojik bütünlüğü ve uyumu göz ardı edilmiştir. Binlerce yıldır insanoğlunun tabiata dair edindiği tecrübe ve birikim de hiçe sayılmıştır. Ürettiği devasa makinalar ve ileri teknolojinin insana doğa karşısında üstünlük sağlamadığı, çevresel felaketlerde bir kez daha açıkça ortaya çıkmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, insanların elleriyle yaptıkları sebebiyle karada ve denizde düzen bozulmuş, yeryüzünde fesat ortaya çıkmıştır. Bu türbülanstan çıkışın ilk hamlesi, insanlığın kendisiyle yüzleşmesi ve varlığın anlamını tefekkür ederek yeni bir başlangıç yapma iradesini ortaya koymasıdır. Doğayla ve toplumla ilişkisinde sorumluluk duygusu ve hukuku egemen kılmasıdır.

Zira insanı değerli kılan, kalbinden hayata taşıdığı sevgi, merhamet ve sorumluluk duygusudur. Ulaşım ve bilişim çağında hayatı kolaylaştıran gerçek imkân, teknolojiden önce merhamet ahlakıdır. Zira söz konusu gelişmeler ancak merhamet zemininde kaldığında insanlığın iyiliğine hizmet etmekte, merhamet olmayınca ekonomi eşya, teknoloji, küresel fesadın teknik enstrümanlarına dönüşebilmektedir. Dolayısıyla küresel bir şaşkınlık ve arayışın öne çıktığı zor zamanalar, şayet küresel bir bilince dönüşebilirse insanlık gelecek adına umuda doğru bir yol bulmuş olacaktır. Bunun için herkesin yapabileceği pek çok şey vardır. Önce kendi aklını ve kalbini hakikate ve iyiliğe ayarlamak gerekir. Sohbetleri, okumaları, hayalleri aynı zeminde buluşturmak gerekir. Elbette organize olmayan iyilik, kötülüğün işini kolaylaştırmaktan öteye geçmeyecektir. Öyleyse daha güçlü beraberlikler oluşturmak gerekir.

Kaynak: Dib Yayınları

Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

 

GÜNÜN AYETİ

Şüphesiz iman edip Salih amel işleyenler, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenlerin mükafatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaktır.         (Bakara, 277)

GÜNÜN HADİSİ

Veren el, alan elden daha hayırlıdır. (Buhari, Zekat, 18)

GÜNÜN DUASI

Allahım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt. Bizi (cenneti kazandıracak) selamet yollarına yönelt.

 

DUYURU: bilecik.adrb.diyanet – bilecik.diyanet.genclik Instagram hesaplarımız açılmıştır. Takiplerinizi bekleriz.

 

Bu yazı toplam 869 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR