Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE EHL-İ KİTAP DIŞINDAKİ İNANÇLAR

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE EHL-İ KİTAP DIŞINDAKİ İNANÇLAR

İslâmiyet’ten önce Arap yarımadasında Hz. İbrâhim’in (as) dini üzere yaşamaya çalışan insanlar vardı ki bunlara hanîf deniyordu. Putlara tapmaktan yüz çevirip Allah’ın dinine döndükleri için Hz. İbrâhim (as) ve onun yolundan gidenler, ‘meyleden, yönelen’ anlamına gelen ‘hanîf’ ismiyle adlandırıldılar. Hanîfler, kitabı ve belirli ibadet şekilleri olan düzenli bir dinin mensupları değillerdi. Daha ziyade toplumdan kendilerini soyutlayarak tevbe ve duaya dayalı bir zühd hayatı yaşıyor ve Hz. İbrâhim’den (as) kalan sünnet olma, haccetme, cünüplükten arınmak için gusletme, putlar için kurban edilen hayvanların etini yememe ve şarap içmeme gibi bazı gelenekleri uyguluyorlardı. Genelde okuma yazma bilen, eğitimli, Ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hıristiyan din adamlarıyla iletişimi olan kimselerdi. Ancak Yahudi ya da Hıristiyan değillerdi.

Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini ilân etmesinden hemen önceki Mekke toplumunda sayıları son derece az olan hanîflerden birisi de Varaka b. Nevfel idi. Hz. İbrâhim’in (as) getirdiği tevhid dinini aramaya koyulmuş ve Hıristiyanlığı seçmişti. Kendisi İbrânîce bilir ve İncil’den âyetler yazardı. Allah Resûlü’ne (sas) ilk vahiy geldiğinde, Hz. Hatice (ra) onu Varaka’ya götürmüş ve başından geçenleri ona anlatmıştı. Varaka, Allah Resûlü’ne (sas) gelenin vahiy meleği Cibrîl (as) olduğunu ve tıpkı Hz. Musa’da (as) olduğu gibi ona da peygamberlik görevi verildiğini müjdelemişti.

İslâmiyet’in doğuşundan sonra Hanîflik ayrı bir din veya dinî akım olarak varlığını sürdürmemiş ancak özündeki temel ilkeler İslâm dini içerisinde devam etmiştir. Nitekim ‘hanîf’ kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın (cc) razı olduğu gerçek inanç olarak takdim edilir. Âyetlerden bazısında hanîfliğin müşriklikten tamamen farklı, hatta onun karşıtı tevhid eksenli bir inanç olduğuna işaret edilirken bazısında da bu inancın köklerinden bahsedilerek Hz. İbrâhim’in (as) dini olduğuna dikkat çekilir. Kur’ân-ı Kerîm açıkça, Hanîfliğin Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı ve hatta onlardan daha önce olduğunu belirtmektedir: "Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?... İbrâhim, ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı; aksine o, Allah’ı (cc) bir tanıyan dosdoğru (hanîf) bir Müslümandı; müşriklerden de değildi." (Âl-i İmrân 3/ 65,67)

Allah Resûlü (sas) de bu kavramı farklı bir dini değil İslâm inanç ve hayat tarzını ifade etmek üzere kullanmıştır. Ashâbdan Abdullah b. Abbâs’ın (ra) naklettiğine göre, Resûl-i Ekrem (sas), "Allah’ın (cc) en çok hoşnut olduğu din hangisidir?" sorusuna, "Kolay olan Hanîflik dinidir." diye cevap vermiştir. Ayrıca, "Allah (cc) katında gerçek din, Yahudilik ya da Hıristiyanlık değil, hanîflik esasına dayanan Müslümanlıktır. Kim iyi bir davranışta bulunursa bu yaptığı asla boşa gitmeyecektir..." buyurmak suretiyle, Hanîflikten maksadın İslâm olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Meşhur muvahhid Zeyd b. Amr’ın anlattığına göre gerçek dini aramak üzere çıktığı seyahatinde Şam’da rastladığı din adamları, ona Hanîfliği tavsiye etmiş, Hanîfliğin de Hz. İbrâhim’in (as) dini olduğunu ve onun Yahudi veya Hıristiyan olmadığını, sadece bir olan Allah’a (cc) kulluk eden bir muvahhid olduğunu ifade etmişlerdir. Dolayısıyla, Allah Resûlü’nün (sas), ‘bütün kulların hanîf (tevhid inancını kabule meyilli) olarak yaratıldığını’ ve ‘kendisinin de müsamahakârlık esasına dayalı Hanîflikle gönderildiğini" ifade etmesi de gösteriyor ki aslında Hanîflik, bütün peygamberlerin tebliğlerinde ortak olan ilkeler olup İslâm dini de hâlihazırda bu ilkeleri yaşatan yegâne dindir.

Resûlullah’ın (sas) yaşadığı dönemde ateşe tapan Mecûsîler ile hayır ve şerrin iki ayrı yaratıcı güç tarafından var edildiği inancına sahip Sâbiîlerin de ayrı birer dinî grup olarak mevcut oldukları anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm buna şöyle işaret etmektedir: "Mümin olanlar, Yahudi olanlar, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet gününde (ayrı ayrı) hükmünü verir. Çünkü Allah (cc) her şeyi hakkıyla bilendir." (Hac 22/17) Diğer din mensuplarıyla birlikte Mecûsîlerden de bahseden bu âyet, dinler ve mensupları hakkında önemli bir hususa açıklık getirmektedir. Âyette, ‘müşrikler’ diğerlerinden ayrı tutulmuştur. Zira Hıristiyanlar ve Mecûsîler, her ne kadar Allah’tan (cc) başka varlıklara ilâhî nitelikler yakıştırmış olsalar da, tek bir mabuda inandıkları için müşriklerle aynı kategoride değerlendirilmemişlerdir. Dolayısıyla Allah’ı (cc) bırakıp çok sayıda varlığa ilâhî nitelik atfeden müşrikler, Allah’ın (cc) birliğini, eşsiz ve ortaksız olduğunu açıkça reddettikleri için ayrı bir kategoride yer almışlardır.

Mecûsîlik, milâttan önce beşinci yüzyılda İran’da ortaya çıkan bir dindi. Bu dinin kurucusu olan Zerdüşt, yeri göğü yaratan tek tanrı inancına dayalı bir din ortaya koymakla beraber, zaman içerisinde çok tanrıcı inanç ve ibadet şekilleri Mecûsîlik içerisinde yaygınlaştı. Nitekim Resûlullah (sas) dönemindeki Mecûsîler, yaratıcı tanrı Ahura Mazda’nın eşi ve çocukları olduğuna, kötülükleri kaderin efendisi ve zamanın kaynağı kabul edilen kötülük tanrısının yarattığına inanıyorlardı. Müfessir sahâbî İbn Abbâs (ra), "İranlıların peygamberleri vefat edince, İblis onlara Mecûsîliği kabul ettirdi." sözüyle onların itikadının Ehl-i kitaptan farklı olduğuna işaret etmiştir. Mecûsîlerin ibadet şekilleri de Ehl-i kitaptan farklılık arz ediyordu. Ateşi ilâhî saflığın ve temizliğin sembolü olarak kabul eder ve tapınaklarında yakarlardı. Güneş doğarken, öğle vakti güneş tepedeyken ve güneş batarken çeşitli dualar okuyarak ibadet ederlerdi. Hz. Peygamber’in (sas) bu vakitlerde namaz kılmayı yasaklaması, sırf onlara benzememek içindir.

Allah Resûlü (sas), peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren Mecûsîleri Ehl-i kitaptan ziyade müşriklere yakın olarak görmüş ve siyasî tutumunu ona göre belirlemiştir. Şöyle ki, dönemin siyasî açıdan güçlü milletlerinden Hıristiyan Rumlar, İranlı Mecûsîlerle savaşmış ve mağlup olmuşlardı. Bu durum müşrikleri harekete geçirdi ve Allah Resûlü’nü (sas) şu sözleriyle tehdit etmeye başladılar: "Gördünüz mü, sizler de kitap ehlisiniz, Hıristiyanlar da! Biz de İranlı Mecûsîler gibi ümmîyiz. Nasıl ki İranlı kardeşlerimiz, sizin gibi kitap ehli olan Hıristiyanlara galip geldiler; siz de eğer günün birinde bizimle savaşacak olursanız sizin de sonunuz onlar gibi olacak!" Ancak çok geçmeden müminleri rahatlatan ve onları zaferle müjdeleyen ilâhî beyan gelmiş, bir zaman sonra tam da Kur’an’da haber verildiği gibi Hıristiyan Rumlar, İranlı Mecûsîlerle tekrar bir savaş yaparak bu kez onları mağlup etmişler ve bu olay Müslümanları sevindirmişti.

Hicretin sekizinci yılında Bahreyn ve Hecer bölgelerinin de İslâm topraklarına katılmasıyla oralarda yaşayan Mecûsîlere nasıl muamele edileceği konusunda soru işaretleri oluşmuştu. Resûlullah (sas), onlardan da cizye alınması talimatını vererek cizye karşılığında temel hak ve hürriyetlerini koruma altına almıştı. Ayrıca Mecûsîlerin yaşadığı bölgelerin valisine gönderdiği mektupta onların İslâm’a davet edilmesini, şayet bu daveti reddederlerse kendilerinden cizye alınmasını, ayrıca kadınları ile evlenilmemesini ve kestiklerinin yenmemesini emretmişti. Bu ifadeler gösteriyor ki Mecûsîler, gerek hayvan kesimi, gerekse evlilik konusunda İslâm dininin esaslarına aykırı davrandıklarından, sosyal ilişkiler açısından Ehl-i kitaptan farklı bir zümre olarak değerlendirilmiş, ne kestiklerinin yenilmesine ne de kadınlarıyla evlenilmesine müsaade edilmişti. Resûlullah’ın (sas) elçisi Alâ’ b. el-Hadramî de, mektubu Mecûsîlerin lideri Münzir b. Savâ’ya götürdüğünde ona şöyle demişti: "Ey Münzir! Sen dünyada gayet akıllı bir adamsın, âhirette küçük düşme! Bu Mecûsîlik kötü bir dindir, Arap’ın kerem ve ahlâkına uygun değildir. Bu dinin mensupları, kendileriyle evlenmekten hayâ edilen kimselerle evleniyor, yenilmesi hoş olmayan şeyleri yiyorlar. Dünyadayken âhirette kendilerini yiyecek olan ateşe tapıyorlar. Sen akıl ve fikir yoksunu biri değilsin, yalan söylemeyen birini tasdik etmemek, ihanet etmeyen birine güvenmemek, verdiği sözden hiç dönmemiş birine itimat etmemek sana hiç yakışır mı? Bütün bunlar o ümmî Peygamber’in vasıflarıdır. Andolsun ki hiçbir akıl sahibi onun hakkında, "Ne olurdu emrettiği şu şey yasaklansa, yasakladığı şu şey de emredilseydi veya ne olurdu biraz daha merhametli olsa ve daha az cezalandırsaydı!" diyemez. Gün gibi aşikârdır ki ondaki bu vasıflar hem akıl hem de düşünce sahiplerinin idrak ve fikriyatına tamı tamına uygun düşmektedir."

Hz. Peygamber (sas), Mecûsîlere temel hak ve hürriyetlerini tanımakla beraber, gündelik hayatta ve ibadetleri ilgilendiren konularda Müslümanların onlarla aralarına mesafe koymasını talep etmişti. Zira toplumsal hayattaki sınırların kalkması, onların İslâm’a aykırı inanç ve geleneklerinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması sonucunu doğurabilirdi. Allah Resûlü (sas) Mecûsîlere ait av hayvanlarıyla avlanılanların etinden yenilmesini yasaklamış, onların tencerelerinin kullanılıp kullanılamayacağı sorulunca, "Yıkayıp temizledikten sonra onlarda yemek pişiriniz." buyurmuştur. Ayrıca saç sakal şekli ve giyim kuşam tarzı konusunda da Mecûsîlere benzememeyi emretmiştir. Diğer yandan kafirlerin güneş doğarken ve batarken onun için ibadet ettiklerini belirterek, kerahet vakti olarak anılan bu vakitlerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Mecûsîlerin inanç ve ibadet şekillerine bakıldığında, bu hadiste Hz. Peygamber’in (sas) ‘kâfir’ olarak ifade ettiği kimselerin onlar olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti döneminde de Mecûsîlerin dinî ve hukukî konumu tartışma konusu olmuştu. Nitekim Hz. Ömer (ra) bir gün Mecûsîlerden bahsederken, "Onlar hakkında ne yapacağımı bilmiyorum." demiş bunun üzerine ashâb-ı kirâmdan Abdurrahman b. Avf (ra) şu bilgiyi nakletmişti: "Bu konuda Resûlullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu işittiğimi kesinlikle söyleyebilirim: "Onlara da Ehl-i kitaba uygulanan hükmü uygulayın!" Allah Resûlü’nün (sas) Mecûsîlerden cizye aldığı haberi kendisine bildirilince Hz. Ömer (ra) valilerine onlardan cizyeyi kabul etmelerini fakat kadınlarıyla evlenmenin meşru olmadığını bildirmişti.

Allah Resûlü’nün (sas) peygamber olarak gönderildiği dönemde varolan bir diğer dinin mensupları da Sâbiîlerdi. Sâbiîler, Yahudilik içerisinden çıkmış bir fırka iken zamanla evrenin hayır ve şerre hükmeden iki ayrı ilâhî varlık tarafından yönetildiğine ve gök cisimlerinin tanrısal özelliklere sahip olduğuna dair Mezopotamya’da yaygın olan inanışı kabullenmişlerdi. Kur’an’da Sâbiîlerden üç ayrı yerde bahsedilmektedir. ’Sâbiî’ kelimesi, ‘bir dinden çıkıp, başka bir dine giren,’ mânâsına gelmektedir.

Araplar, kendi putperest dinlerini terk eden kimselere bu isimle hitap ederlerdi. Resûlullah (sas) ve ashâbı hakkında da, kendi dinlerini terk edip başka bir dine meylettikleri için bu ismi kullanmışlardı. Resûlullah’ın (sas) onlarla karşılaştığı veya iletişime girdiğini gösteren herhangi bir mâlûmata sahip değiliz. Ancak daha sonraki dönemlerde, yoğun olarak Mezopotamya yani Harran bölgesinde yaşadıkları için Harrânîler diye de bilinen Sâbiîler, İslâm topraklarında farklı zamanlarda farklı muameleler görmüşlerdir. Kimi zaman Ehl-i kitap, kimi zaman da müşrikler gibi değerlendirilmişlerdir.

Yüce Allah’ın (cc), insanlara kulluk görevlerini hatırlatmak ve varlığın hakikatini kavramada kılavuzluk etmek üzere gönderdiği bütün peygamberler gibi Allah Resûlü (sas) de, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı boyunca din, dil, ırk ve renk ayrımı gözetmeksizin bütün insanlığa kurtuluşa giden yegâne yolun tevhid yolu olduğunu göstermiştir. O, peygamberlik görevi gereği, geçmişte birçok peygamberin getirmiş olduğu ilâhî hakikatleri tasdik edip onaylamış, tahrife uğramış olanları da düzeltip tashih etmiştir. Hangi inanca mensup olursa olsun, ortak insanî değerlere saygı gösterdiği müddetçe her insanı saygıya değer görmüş, yaşama ve inanma gibi temel hakları güvence altına almıştır. Resûlullah’ın (sas) farklı din mensuplarıyla beşerî münasebetleri bütüncül bir nazarla incelendiğinde görülecektir ki onları her fırsatta tevhide çağırmakla birlikte, kendi inancında kalmak isteyenlere cizye gibi bazı yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla serbestlik tanımış ve dinlerini terk etmeleri konusunda asla bir zorlamada bulunmamıştır.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

HİSSEMİZE DÜŞENLER

Allah teala tarafından gönderilen dinlerin temel amacı tevhid inancını inşa etmektir.

Hanîflik, bütün peygamberlerin tebliğlerinde ortak olan ilkeler olup İslâm dini de hâlihazırda bu ilkeleri yaşatan yegâne dindir.

Mecusilik Ehl-i kitaptan farklı bir zümre olarak değerlendirilmiş, kestiklerinin yenilmesine ve kadınlarıyla evlenilmesine müsaade edilmemiştir.

Allah Resûlü (sas) , yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı boyunca din, dil, ırk ve renk ayrımı gözetmeksizin bütün insanlığa kurtuluşa giden yegâne yolun tevhid yolu olduğunu göstermiştir.

GÜNÜN AYETİ:

“Şüphesiz Allah katında din İslam'dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir. (Ali imran,19) Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Ali İmran ,85)

GÜNÜN HADİSİ:

Übey b. Kâ"b"dan nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) ona şöyle buyurmuştur: “...Allah katında gerçek din, Yahudilik ya da Hıristiyanlık değil, Hanîflik esasına dayanan Müslümanlıktır. Kim iyi bir davranışta bulunursa bu yaptığı asla boşa gitmeyecektir...”

( Tirmizî, Menâkıb, 32)

GÜNÜN DUASI:

Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın. (Ali imran 3/8)

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU : “Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?

CEVAP: “Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: 'Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz' ...” (el-A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız.

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan : Ahmet ŞİMŞEK Cezaevi Vaizi

Bu yazı toplam 129 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR