SAVAŞ HUKUKU BARIŞ ESASTIR
İranlı bir Mecusî iken, hak dini bulmak için yollara düşen ve sonunda Hz. Peygamber'e kavuşup Müslüman olan bir sahabi idi Selman-ı Farisi. Medine'ye köle olarak gelen Selman, yıllar sonra memleketine Müslüman bir ordunun komutanı olarak dönmüştü. Selman'ın komutanı olduğu ordu, İran kalelerinden birini kuşatmıştı. Selman-ı Farisi, karşı tarafa saldırmakta acele etmiyor, Hz. Peygamber'in uygulamalarından öğrendiği gibi onlar ile anlaşmaya varmak için bekliyordu. Emrindeki askerler ise sabırsızdı. Ona, "Ey Ebu Abdullah, onlara karşı taarruza geçmeyecek miyiz?" diyorlardı. Selman ise, "Bırakın da tıpkı Rasülullah'ın (sav) yaptığı gibi ben de onları öncelikle İslam'a davet edeyim." diyordu.
Selman-ı Farisi, daha sonra kuşatmış oldukları kalenin içindeki İranlıların yanına giderek onlara şöyle hitap etmişti: "Ben de sizin gibi İranlıyım. İranlı olduğum halde şu Arap askerlerin bana nasıl itaat ettiklerini görmüyor musunuz? Eğer Müslüman olursanız bizimle aynı haklara sahip olur ve aynı sorumlulukları yüklenirsiniz. Fakat bunu kabul etmezseniz, sizi dininizden dönmek için zorlamayız, bunun karşılığında hakimiyetimizi kabul ederek boyun eğmiş olursunuz ve bize, size sağladığımız güvenlik karşılığı cizye verirsiniz. Eğer bu tekliflerimizi kabul etmez iseniz sizinle savaşırız!"
Selman'ın bu sözleri karşısında onlar, "Biz cizye vermeyi kabul etmeyiz. Sizinle savaşacağız!" demişlerdi. Bunun üzerine askerleri Selman'a, "Ey Ebü Abdullah! Haydi artık saldırmıyor muyuz?" demişler, Selman ise, "Hayır!" demiş ve muhasara altındakileri üç gün bu şekilde İslam'a davet etmiş, üçüncü günün sonunda ise askerlerine taarruz emrini vermişti. Yapılan savaş sonucunda Müslümanlar galip gelmiş ve kale fethedilmişti.(Tirmizî, Siyer, 1)
Selman-ı Farisi, Peygamber Efendimizin savaşa çıkacak komutanlara verdiği talimatlar doğrultusunda hareket etmişti. Zira Hz. Peygamber ordu hazırlanıp savaş için yola çıkacağı esnada, ordunun komutanına şu tavsiyelerde bulunurdu: "Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onlara şu üç seçeneği sun. Bunların hangisinde sana olumlu cevap verirlerse kabul et ve onları bırak:
•Onları İslam'a çağır; kabul ederlerse bunu kabullen ve onları serbest bırak.
•Onları kendi yurtlarından muhacir diyarına göç etmeye çağır. Eğer bunu yaparlarsa muhacirlerin haklarına ve sorumluluklarına sahip olacaklarını haber ver. Ama yurtlarından göç etmeyi kabul etmezlerse Müslüman bedeviler gibi olacaklarını, Allah'ın onlar için belirlediği hükümlerin kendileri için de geçerli olacağını söyle. Bu durumda ancak Müslümanlarla birlikte cihada katılırlarsa ganimet ve fe'y elde edebileceklerdir.
•Şayet bunu da reddederlerse cizye vergisi vermelerini teklif et. Eğer cizye vermeyi olumlu karşılarlarsa bunu kabullen ve onlara dokunma. Son olarak bunu da reddederlerse Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaş. . . "(Müslim, Cihad ve Siyer, 3)
Hz. Peygamber'in barış yapma konusundaki bu tavsiyeleri şu ayetleri hatıra getiriyordu: "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.''(Enfal, 61. ayet)
''Ancak sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınmış bulunanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmayı içlerine sığdıramayıp (tarafsız olarak) size gelenler başka. Eğer Allah dileseydi, onları size musallat kılardı da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah, onlara saldırmak için size bir yol (yetki) vermemiştir."(Nisa, 90. ayet)
Kur'an'daki tavsiyeler ve Peygamber Efendimizin de komutanlarına savaş öncesi verdiği talimatlar, mümkün olduğunca barışın ve huzurun sağlanmasına yönelik tedbirlerdir. Nitekim Peygamberimiz düşmanla karşı karşıya geldiği savaşlardan birinde, güneşin batıya meyletmesini beklemiş, daha sonra ordusuna şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan afiyet isteyin. Fakat onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Ve bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır.''(Buhâri, Cihad,156) "Siz savaşın ne getireceğini kestiremezsiniz."(İbn Hanbel, II, 400) buyurarak savaşın sonucunun ne olacağının önceden tahmin edilemeyeceğini, her iki tarafın da zarar göreceğinin bir hakikat olmasından hareketle aslında savaşta kazananın olmayacağını vurgulamıştır. Peygamber Efendimizin savaş ile karşı karşıya gelmiş olan ordusuna son anda bile barışı ve sabrı tavsiye etmesi, İslam'ın barışa verdi ği önemin açık bir göstergesidir. Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, barışın temini için savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda cihaddan geri kalmayı uygun görmemiş ve şöyle buyurmuştur: "Müminlerden özür sahibi olmaksı zın (cihaddan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihaddan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsi ne de en güzel olanı (cenneti) vaad etmiştir. Ama mücahidleri büyük bir mükafat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihaddan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."(Nisâ, 95-96)
Savaştan geri durmamanın yanında Peygamber Efendimizin ashabına zaman zaman hatırlattığı bir husus daha vardır ki, o da savaş esnasında cepheden kaçılmaması gerektiğidir. Efendimiz, cepheden kaçmanın da savaşa katılmamak gibi uygun olmayan davranışlar arasında olduğunu belirterek ashabına, harp esnasındaki tüm sıkıntılara rağmen sabırla mücadele etmelerini öğütlemiş ve cepheden kaçmayı büyük günahlar arasında sayarak bu davranışı sergileyenlerin helak olacağına işaret etmiştir.
İslam'ın yayılmasına ve yaşamasına engel olanlara ve Müslüman yurduna tasallut edenlere karşı yürütülen, insanların, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğüne güvenlik ve huzuruna yönelik tehditleri bertaraf etmeye yönelik Allah rızası gözetilerek yapılan her türlü mücadele cihad olarak adlandırılır. Bu mücadele, istila, baskı, zulüm, sömürü gibi siyasî ve iktisadî dünyalık çıkarlar için yapılmadığından gerek tarihsel ve gerekse modern anlamdaki savaşlardan çok farklıdır. Müslümanlar için her durumda barış ve esenlik esastır. Zorunlu durumlarda savaşılması, ancak sulhu temin etmek ve barışı sağlamak içindir. Bu çaba, dinin gereklerini yerine getirmenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
Cihadın "fî sebllillah" yani Allah rızası için yapılması esastır. Nitekim Nebî (sav) müminleri sadece hak ve adalet için savaşmaları ve hakkı yüceltmek için mücadele etmeleri konusunda sık sık uyarmış, ırkçılık ve soy sop davası için açılan bir bayrak altında toplanarak savaşan veya bu uğurda öfke ile kılıç sallayıp ölen kimsenin cahiliye ehli gibi öleceğini ifade etmiştir.10 Bir savaş sırasında sivillerin evlerine baskın yapıp talan edenlerin olduğu Hz. Peygamber'in kulağına gelmiş, bunun üzerine o bir duyuru yaptırarak ordu içinde talan ve yağma yapanların cihaddan maddî ya da manevî bir karşılık alamayacaklarını ilan ettirmiştir.(Ebû Dâvûd, Cihâd, 88)
Hz. Peygamber tarafından Yemen'e vali olarak gönderilen Muaz b. Cebel'in bize aktardığına göre, Hz. Peygamber, dostlarına şöyle seslenmiştir: "Savaş iki türlüdür: Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, komutanına itaat eden, değerli malını bu yolda harcayan, arkadaşına kolaylık gösteren ve bozgun culuktan kaçınan kimsenin uykusu da uyanıklığı da tamamıyla sevap olarak yazılır. Gösteriş ve başkalarına duyurmak için savaşan, komutanına isyan eden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimse ise bundan hiçbir karşılık göremez."(Nesâî, Cihad, 46)
Hz. Peygamber'in mecbur kaldığı savaşlardaki amacı asla düşmanı yok etmek olmamıştır. O, harbi kazanmaya ve her iki tarafın zayiatını olabildiğince azaltmaya azami gayret göstermiştir. Nitekim Bedir esirlerini fidye karşılığı serbest bırakmak istemesinin gerisinde, onların İslam'a girmelerini ümit etmesi yatmaktaydı. Peygamberliği boyunca yaptığı tüm savaşlarda çok az miktarda can kaybının olması onun insan hayatına verdiği değeri göstermektedir. Peygamber Efendimizin hayatı boyunca gerek kendisinin ve gerekse göndermiş olduğu komutanlarının yapmış oldukları savaşlarda bu kadar az insan kaybının olması, Rahmet Elçisi'nin savaşa dair birtakım kuralların gözetilmesinde titiz davranmasına bağlıdır. Bu kuralların başında, karşı tarafın İslam'a davet edilmesi, kabul ettikleri takdirde onlarla savaşılmaması hususu gelmektedir. Toplu olarak İslam'a giren yahut Müslümanların hakimiyetini kabul eden gruplar ile savaşılamayacağı gibi savaş esnasında karşı taraftan ferdi olarak teslim olanlara, bir şekilde İslam'ı seçenlere yahut Müslümanlığını ifade etmek üzere gelip selam verenlere dokunulmaması ve saldırılmaması savaşın en önemli kaidelerindendir.
Peygamber Efendimiz, yine aynı gayeyle, düşmanın haber alma çabalarını da engellemiş, onların keşif kollarını ve casuslarını etkisiz hale getirmiştir. Rasülullah düşmanın durumu, saldırı hazırlığı içinde olup olmadığı ve asker sayısı, teçhizatı gibi bilgileri öğrenmek ve savaşa ona göre hazırlanmak için bilgi toplamaya önem vermiştir. Nitekim Hendek Savaşı öncesi Huzeyfe b. Yeman'ı Mekkeli müşriklerin durumunu öğrenmek için onların karargah kurdukları yere, seçkin arkadaşlarından Zü beyr b. Avvam'ı ise Yahudi Kurayzaoğulları hakkında istihbarat toplamaya göndermiştir.
Rasül-i Ekrem, savaş esnasında taarruz için uygun zamanı kollamıştır .Mekke fethinde olduğu gibi kalabalık görünmek için fazladan ateş yaktırmış, ayrıca fiziki şartları da kendi lehine kullanmaya çalışmış, bu bağlamda güneşten olumsuz etkilenmemek için önlemler almıştır.Hz. Peygamber, düşmana karşı uyguladığı savaş stratejisi ile düşmanı hazırlıksız yakalayarak seferlerin birçoğunu savaşmadan zaferle sonuçlandırmış, böylece can ve mal kaybının önüne geçmiştir.
Rahmet ve Şefkat Peygamberi'nin sünnetine, İslam'ın temel ilke ve esaslarına göre, Müslümanlar için savaş, arzulanmayan bir durumdur. Ancak din, millet ve insanlık değerlerine düşman olanlara karşı caydırıcı bir unsur olması için Müslümanlar her zaman savaşa, savunmaya ve gerektiğinde de taarruza hazır olmalıdır. Yüce Rabbimizin, "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez."(Enfal, 60) ayeti gereğince düşmana karşı caydırıcı bir etki uyandırması amacıyla, masum insanlara karşı kullanılmadıkça, her türlü gelişmiş silahların bulundurulmasında bir sakınca yoktur. Dahası masum sivillere karşı insafsızca saldırıların engellenmesi için askeri açıdan, savaşın silahsız yapılan şekilleri düşünüldüğünde ise siyasi, ekonomik, teknolojik açıdan güçlü olunmasının ne kadar önemli olduğu ortadadır.
Peygamber Efendimiz bu ayet gereğince savaşa yönelik birtakım hazırlıklar yapmış, bu kapsamda atıcılık, binicilik gibi alanlarda kendilerini yetiştirmeleri konusunda ashabını teşvik etmiş, at ve deve yarışları düzenleyerek askerlerinin o günün güçlü ve etkili silahlarını en güzel şekilde kullanmalarını sağlamıştır.
Ben, "Rahmet Elçisiyim." diyen Efendimizin savaş hukukuna dair bu uygulamalarının, “Allah her işte ihsanı (güzel ve zarif davranmayı) emreder.(Savaşta/yahut hayvan boğazlarken dahi) öldürmeyi en güzel biçimde (acı çektirmeden ve hunharca görüntülere meydan vermeden) gerçekleştirin ...Bir hayvanı keseceğinizde onu güzelce kesin. Bu işi yapacak olanınız bıçağını iyice bilesin, hayvana acı çektirmesin." (Müslim, Sayd, 57) sözleri gereğince düşmanla savaşta bile ihsanı elden bırakmamanın, merhamet ve şefkat sınırları dahilinde düşman ile mücadele ilkesinin bir neticesi olduğunu söyleyebiliriz.
GÜNÜN AYET-İ KERİMESİ
“(Ey mü’minler!) Verdikleri sözü bozan, peygamberi (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve üstelik ilk önce kendileri sizinle savaşmaya başlamış olan kavme karşı savaşmaz mısınız? Onlardan korkar mısınız? Eğer inanıyorsanız bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha layıktır. Onlarla mü’minlerin gönüllerini ferahlatsın ve mü’minlerin kalplerinden (zâlimlere karşı birikmiş olan ) öfkeyi (onların hakkından gelmek suretiyle) alsın.” (Tevbe Suresi 13-15. ayetler)
GÜNÜN HADİS-İ ŞERİFİ
Süleyman b. Büreyde’nin , babasından rivayet ettiğine göre, Rasulullah (sav) birini orduya komutan olarak tayin etttiğinde ona özel olarak, Allah karşısında takva sahibi olmasını, beraberindeki Müslüman askerlere iyi davranmasını tavsiye eder ve şöyle derdi: “Allah’ın adıyla ve Allah yolunda savaşın. Allah’ı inkar edenlerle savaşın. Savaşın, fakat hainlik yapmayın, zulmetmeyin, öldürdüğünüz kimselerin organlarını kesmeyin ve çocukları öldürmeyin. (Tirmizî, Diyât, 14)
KAYNAK : DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI
HAZIRLAYAN : Ümmühan BAYRAKÇI - BİLECİK MÜFTÜLÜĞÜ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.