ALİ ERDAL

ALİ ERDAL

TÜRKİYE YALNIZ MI KALDI?

TÜRKİYE YALNIZ MI KALDI?

Politika (veya siyaset)... Cumhurbaşkanı adaylarını konuşmaya daha vakit var, önce mücerret polutikayı konuşalım… İkna etmekten kuvvet kullanmaya kadar, her imkânla yaşayışı, tabiatı ve toplulukları nizamlama ve geleceği plânlama aksiyonu... Şartları doğru tespit ve değerlendirme, doğru seçenekleri bulma, imkânları en etkili ve faydalı şekilde kullanarak menfileri müspete çevirme sanatı...

Yani ha politika, ha hayat... Dolayısıyla ha politika, ha ahlâk... Bu durumda, dağdaki çobanın işi bile politika... Herkese ve her sahaya ait bir faaliyet iken, siyasîlerin icraatları daha göz önünde olduğu, herkesi ilgilendirdiği ve herkesi etkilediği için, politika deyince –tabiî olarak– akla, sadece devlet ve cemiyet idaresi geliyor ve idareciler her vesile ile değerlendiriliyor. Politika dünya görüşünün hayata yansıması olduğu ve “eşyaya hâkim olup” gayelere ulaşmak, emelleri gerçekleştirmek en çok politika ile mümkün olduğu için politikacıyı; (harekete geçiren ve yönlendiren imanı ile birlikte) değerlendirmek şart oluyor. Menfaat içinse politika “şeytanî”; yüksek bir gaye içinse makbul... Müslümanı harekete geçiren, Allah adını hâkim kılma aşkı, Firavun´u kibri... Ve derece derece diğerleri ikisinin arasında...

Böyle düşününce politikayı; isabetli ve keskin görüş, yüksek zekâ, tedbir ve hamle üstünlükleri yerine hinlik ve kurnazlık becerisi gören cemiyetin pespâyeliği daha iyi anlaşılır. Problemleri çözüyormuş gibi yapıp erteleyerek daha beter hale getiren, “benden sonra tufan” diyen, “halka hizmet sevdalısı” görünüp eline geçen imkânlarla gününü gün eden, kendi yarını için çalışan ikiyüzlü... Böylelerinin sahayı istilâsına bakıp, cemiyeti onlara bırakıvermek, onlara daha zalim olma fırsatı verecek ve cemiyeti de yozlaştıracaktır. “Politika bizim işimiz değil” denilerek seçilenin ve faaliyetin tahkiri ve “yesin ama hizmet de etsin” gibi sözlerle hırsızlığın meşru görülmesi, yozlaşma değilse nedir? Politikacıların sözlerini tutmayacaklarını işin başında ifade için söylenen “sigara paketine yazmak” deyiminin altında biraz da, o hali kabullenmek yatmıyor mu? “Fırsatları değerlendireceksin arkadaş!; karda yürü, izini belli etme!; sen mi kurtaracaksın?; enayi misin sen?, fırsat varken küpünü doldur!” sözlerini söyleten ve kabule iten; “dilsiz şeytan olmama” ahlâkı mı, tenkit eder göründüğünün elde ettiği imkânlarını kıskanmak mı; siz takdir edin. Asıl acı tarafı, politikacıların dürüst olamayacağı, dürüstlerin politikayı beceremeyeceği, o “çirkef” içinde kötülerin cirit atması ve iyilerin ancak köşesinde dudaklarını ısırarak olanları seyredebileceği kabullerinin umumî olması... Ahlâklı olduğu görüntüsü vermelidir ama, olmasını şartlar engellemektedir. Kötülüğü ve kötüleri defetmeğe uğraşmaktansa, bir gün bana da gün doğar beklentisiyle, kötülüğe ve kötülere teslim olma kolaycılığı, karaktersizliği... Daha beteri, “kötüye birşey olmaz” denilerek, kötülükte bir çeşit üstünlük (hâşâ) vehmetmek, Allah muhafaza, kötülük yapmayı uğurlu gibi telâkki etmek... Memleketi ve geleceğimizi hırsa ve hırsıza emanet etmeye umumî rıza!.. Bir cemiyet, ahlâksızlık ve kötülük karşısında havlu atıyor; farkında mıyız?

Eğer bu teşhis doğruysa, bütün imkânlarla ve “kan aranıyor” aciliyetiyle çaresine bakmalı; yok yanlışsa, böyle söyleyeni ya hapse atmalı ya tımarhaneye... Öyle sanıyorum ki, bu satırları okurken bana hak veriyorsunuzdur.

“Beni kime şikâyet edebilirsin?” diye kibreden padişahına, “seni şeriate şikâyet ederim” diyebilen ve “biz başımızdakileri uyanık bildiğimiz için rahat uyuyorduk” diye kafa tutabilen, padişahına mahkemesinde ayakta ifade verdiren millet; kendine hizmet etsin diye verdiği imkânlarla dağa-taşa, kuytulara-meydanlara adını yazdıran ve resmini astıran, her fırsatta adını haykırtan, çöp arabasını bile nefsinin reklâmına âlet edecek kadar bencilleşen narsistlere “ne yaparsın hepsi böyle” diye katlanır, hattâ onların “çalıp çırpmalarını” o mevkilere gelmenin tabiî hakkı telâkki eder hale gelmiştir… Bir ekşi elma ısırığını helâl ettirmek için yedi yıl köleliğe razı olan ahlâkı takdirle anlata anlata bitiremeyen, onun gibi yaşamaya çalışan millî idrak ve izan, neredesin? Nerden nereye düşmüşüz, farkında mıyız? Ve bizim başka düşmana ihtiyacımız var mı?..

“Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” (Hadis)... Yükselme devrimizin hak âşığı cemiyetinde devlet adamı; “Allah adını yüceltme” idealiyle hareket ediyor; bu sayede, bu sorumlulukla ve bunun için diğer devletlerin başındakileri “Fransa valisi” görebiliyordu. Bu hakka sahip olduğuna, bunun vazifesi olduğuna inanıyordu. Zira dünyadaki devletler; bu yüce ideale tâbi olanlar ve tâbi olacaklar, tâbi kılınacaklar diye ikiye ayrılıyordu... Siyasetin vazifesi, merhametle, o yüce idealin anlaşılma ve kabul edilme şartlarını, ulaşabileceği her yerde, ihdas etmekti. Krallar padişahlarımıza değil sadrazamlarımıza, bu sebeple denkti. Kibirden değil, o yüce ideal uğruna... Bunun için de on sekizinci yüzyıla kadar dışişleri bakanlığına lüzum görülmemişti. Aşkımızı kaybettiğimiz zamanın devlet adamları ise, krallarını sadrazamlarımıza denk saydığımız dünya karşısında “düvel-i muazzama ne der?” korkusuyla titredi. İnsan aynı insan... Kişiyi heybetli, güçlü, idealist ve “rey sahibi” yapan da, fikirsiz, sünepe, başıboş yapan da ve aşağılık duygusu içinde yüzdüren de bağlı olduğu iman manzumesi ve ona uygun hayatı... İran, Suriye ve Mısır seferinden muhteşem zaferlerle dönen, mukaddes emanetleri ve halifeliği getiren cihan padişahı; kendisini sokaklara dökülmüş karşılamak için bekleyen İstanbul´a ikindi vakti, Roma lejyonlarını kıskandıracak şâşâ ile girmesi mümkünken ve hakkıyken, gece yarısı sessizce ve mahcup girme yüceliğini gösteren de insan... Kendisini karşılamaları için çocukları soğukta-sıcakta sokaklara döktüren ve bekleten; devlet memurlarını işlerini bıraktırıp karşısına dizdiren; konvoylarla kendisini karşılatan; hak etmediği alkışlar karşısında fatih edasıyla “şapkasını sallayan” da, elini sebil gibi öptüren de, kendine hizmet ettiren de, zimmetine dünyanın malını geçirten de, meydanlarda caka satan da insan... Böylelerine kıskançlıkla özeniliyor mu, özenilmiyor mu? Hem “çirkefin içinde” olduklarını söyle, hem onlara özen... Sağlıklı bir düşünce mi? Gıyabında her kötü sözü söylediği kişinin, karşısında şirinlikler yapıp, methiyeler düzerek dünyalık için gözünün içine bakmanın hangi kitapta yeri var? Bunların cevabına göre siz karar verin başka düşmana ihtiyaç var mı, yok mu?..

1940´lardan sonra... “Düvel-i muazzama” karşısında titreyen, tehditle, borçlandırmayla eli kolu ve dili bağlanan, taklitçi politikalarla kendini Batı´ya gülünç köle eden devlet adamları bile aranır hale geldi. Onlar hiç olmazsa “düvel-i muazzama”nın iradesini anlamaya çalışarak, kabul edebilecekleri bir yol çizme gayretindeydiler. Bunlar ise “gerici” dediği halkına “çatık kaş hükümet”; “çağdaş ve ileri” dediği Batı karşısında süt dökmüş kedi... “Allah´a ısmarladık” demeyi bile “gericilik” addedecek, Allah demeyi yasaklayacak, din esaslarını değiştirmeye kalkışacak kadar yobaz politikacılardan az mı çekti bu millet... Jandarma ve tahsildar, bunların zulüm kırbacı oldu. Bir yandan “halkçı kahraman” ve “şefkatli baba” rolleri, bir yandan halkın inançlarına, yaşayışına, giyimine, müziğine açık ve sinsi düşmanlık... İyi polis, kötü polis rolündeki danışıklı dövüşçülerden az mı çekti bu millet... “İç düşman” dediği inanmış halkına “eli maşalı”; “gelişmiş ve medenî” gördüğü dünyanın kapısında dilenci... Darbe yapan da, darbeye maruz kalan da, aynı turşunun suyu... Bütün aksiyonları, “geri” olduğunda hemfikir oldukları halkın “örümcekli inanışlardan”, “halka rağmen” kurtarılıp aydınlatılması. Böyle olur “halkçılık” dediğin... “Cahil halk” onların istediğine, onların istedikleri kadar inanmalı; ille okuyacaksa Kur´ân ve ezanı, onların istedikleri gibi okumalı... Hastanın, istemese de zorla ameliyat edilerek kurtarılması gibi halk; İslâm´dan koparılmalı, olmuyorsa mümkün olduğu kadar uzak tutulmalı. İçerde; başkente sokmayacak kadar küçümsedikleri “cahil halka” karşı yırtıcı kaplan olan baylar, Batı kapılarında sırnaşık kedi...  Batı´ya karşı “istiklâl mücadelesi” veren bir milletin dış politikası, Batı uçurtmasının kuyruğuna takılmayı en büyük meziyet ve marifet bilen, bunu da kılığından konuşmasına ve elindeki viski kadehine kadar her haliyle iftiharla ilân eden sarsak “monşerlere” kalmıştır.

Düşman gördüklerini doğru teşhis etseler, hayran oldukları Batı´yı anlasalar yüreğimiz yanmaz. En ufak bir fikir, teşhis, tespit, kanaat ve rey sahibi değiller... Üç-beş kelimelik dünya görüşü... En ufak bir dün tespiti ve yarın hayali bile yok. Bu hal, 13 Ekim 1964 tarihli Büyük Doğu´nun kapağında “karanlıkta bir zenci yüzü” olarak ifade edilmişti. Kim olduğu belirsiz bir karaltı... Ölü mü, sağ mı belli değil... Bütün iradesini, hattâ reflekslerini, efendi emrine vermiş, ifadesiz köle... Matbaada basılmış gibi birbirine benzeyen, çekirge sürüleri gibi politika sahalarını basan, “işbilir” değil, kurnaz ve “işini bilir” olmayı meziyet zanneden, gözlerinin kurnazlıktan parlaması zekâ sanılan, halkı kazanmak için basit şirinlikler yapmak, “iş bulmak” ve “seçim yatırımları” yapmaktan başka siyaset bilmeyen bu tipler, uzun konuşmalarında incir çekirdeğini dolduracak fikir bulunmamalarıyla alay konusu olmuşlardır ve daha sağlıklarında millet nazarında ölmüşlerdir. Meselâ milletin nefret ettiği “şapka”yla milleti selâmlamayı kendisine gösterilen ilgiye en güzel cevap zanneden –öyle kabullenilsin isteyen–  malûm tipten bugün, “muhteşem” saltanatı boyunca onu küçümseyen esprilere konu olacak bir tek söz kalmıştır: “Dün dündür, bugün bugündür”...

Edebiyatçısının (Şinasi) “sana medeniyet peygamberi dense (hâşâ) yeridir” diye övdüğü, Tanzimat politikacılarına  kalsaydı, o gün yıkılırdı devlet... Şükür ki... Tedbir dehası “Ulu Hakan”ı nasibetti Allah... 33 yıl, “düvel-i muazzamayı” birbiriyle didiştirerek milleti barış içinde yaşatıp, devletin yıkılmasını önledi. Onun başta para, istihbarat, eğitim, dışarıyla münasebet tedbirleri sayesinde Çanakkale müdafaasını ve İstiklâl savaşını yapmak mümkün oldu.

Ne yapılması gerektiğini bilen ve elinden gelen bütün imkânları bu yolda kullanan ve milletin gönlünde taht kuran Ulu Hakan... Yapılması gerekeni hissettiği halde, o yola kendini tam verememiş, mazlum Menderes... Ne yapılması gerektiğini bilmiş fakat hakkıyla ve tam olarak ifaya imkân bulamamış rahmetli halk adamı Özal... Bu çizgi, eksik kalamaz, birden bire kesilemez; devam eder. İnşallah bu zamana kadar olanlardan ders almış olarak hem de...

Üstad Necip Fazıl´ın

“Farkın şu ki, eski başbakanlardan

Sen o belâların son püskülüsün!”

Dediği; gerdan kırmak ve şapka gezdirmekten başka “aksiyon” bilmeyen, “Türk´e Amerikan püskürtülü”, adaşı “Muhteşem Süleyman” gibi uzun saltanatı boyunca, hiç bir köklü meseleye el atmamış, ömrü boyunca milletin ümidini istismar ederek saltanat sürmüş kurnaz politikacıların son örneğidir, “gül diyarının yapma gülü” ve “aynı yapmacıkla Çoban Sülü”...  Söyleyecek fikri olmayan, olsa da söyleyecek yüreği olmayan, dünyada ne olup bittiğini takip etmeyen, şahsiyetsiz Tanzimat paşalarının sonunun geldiği gibi... Onun ve kopyalarının, taklitçilerinin, bilmeden yolundan gidenlerin, tek parti artıklarının da sonu geldi. Şükür ki... Dünyanın neresinde olursa olsun, her olay hakkında benim fikrim ve onu söyleyecek yüreğim de var, noktasına gelinmiştir. Havan dövücünün hınk deyiciliği gitmiş, “sen sensin, ben de benim” anlayışı gelmiştir.

Gelelim bugüne, hele dış politikaya...

En iyisi bugünkü dış politika teşhisini, muhalefet yapsın... Daha doğrusu, muhalefetin farkında olmadan gözler önüne serdiğini, biz dile getirelim...

Muhalefet diyor ki:

Başta Suriye ve Mısır olmak üzere, takip edilen yanlış dış politikalar yüzünden Türkiye yalnız kaldı...

Şu basit mantığa bakın... Madem yalnız kalmıştır... Öyleyse dış politika yanlıştır... Menfaat sürüsüne mi dâhil olmalı? Tek başına yiğitçe duruşu mümkün görmüyor.

Bu sözlerle, takip edilen dış politikayı yerdiğini zannediyor; övdüğünün farkında değil...

Muhalefetin dediği doğruysa... Dediği gibi Türkiye dünyada yalnız kaldıysa... Bütün dünya bir yöne gidip dururken, bizim dış politikamız, eller gider Mersin´e, bizimki gider tersine misali ise... Gittiği yolda yalnız ise... Hükümet, –yolun doğruluğu veya yanlışlığı ayrı bir konu– müstakil ve kendi başına buyruk bir politika takip ediyor demektir. Demek ki hiç bir uçurtmaya kuyruk olmamış. “Yeri geldi mi, elini masaya vuracaksın arkadaş!” diye milletin hoşuna gidecek ifadeyle; kimseyi takmamış... “Yalnız kaldıysa”, bu zamana kadar bir dediği iki edilmeyen “stratejik dost ve müttefik Amerika”nın dümen suyunda gitmiyor... Cink denilen noktada karar anında, kapılarında beklediğimiz Avrupa´nın gözünün içine bakmıyor... İki asra yakın zamandır örneğimiz olan Avrupa devletleri ne der demiyor... Üyesi olduğumuz Nato´ya, kıyasıya tenkit ettiğimiz Birleşmiş Milletler´e, dost geçinmek ister görünen İsrail´e ve onun motoru Siyonizm´e, dünyayı avcunun içine almak isteyen küresel sermayeye, ben de varım diyen Çin´e, doğalgazına muhtaç olduğumuz komşu Rusya´ya, bir gün dargın bir gün barışık komşumuz ezelî rakip İran´a, Mısır´daki darbeyi hemen destekleyen Suudî Arabistan´a, Mısır darbesine kadar beraber göründüğümüz Katar´a rağmen tek başına hareket ediyor demektir. Tek başına zulüm yapıldığını haykırıyor, demektir. Müstakil politika takip etmesi iyi mi, kötü mü; önce onu söyleyin. Yoksa buna mı itiraz ediyorsunuz? Çent zamandan beri, tasvirini yapmaya çalıştığımız devletliler yüzünden devlet klâsiğimiz haline getirilmiş politikadan, birilerinin kuyruğu olmaktan mahrum (!) oluyoruz diye mi endişe ediyorsunuz? Yok, bunu demek istemiyorsunuzdur... Miadı dolmuş politikanın simgesi olan meşhur ve malûm “şapkanın” şeridi olmaya da özenmiyorsunuzdur her halde... Her halde, ´bütün dünyada müslüman kanı akmasını, bütün dünya nasıl umursamıyorsa biz de aynen öyle görmezden gelmeliyiz´ de demek istemiyorsunuzdur... Mısır´da seçilmiş cumhurbaşkanına darbe yapılması gayet yerindedir de demiyorsunuzdur her halde... 

Öyleyse müstakil ve şahsiyetli dış politikanın nasıl olacağını söyleyin. Deyin ki, zulme “dilinizle” karşı çıkmak ve mazlum sığınmacılara yardım etmek yetmez; şunları şunları da yapmalısınız. O zaman millet sizi başının tacı eder.

Bu yazı toplam 1293 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ALİ ERDAL Arşivi
SON YAZILAR