VAKIFLAR VE VAKIFLARIN İSLAM DİNİNDEKİ YERİ
Vakıflar İslam toplumunun dinî mabetleri, kültür mahfilleri, sosyal alanları ve sivil toplum kuruluşlarıdır. Gerek siyasal ve sosyal, gerek dinî ve kültürel alandaki varlığıyla geniş bir yelpazeye sahiptir. Sosyal hayatın en önemli sacayaklarından olan sivil toplum örgütlerinin yerini İslam toplumunda vakıflar almıştır. Özellikle sosyal ve kültürel anlamda büyük bir boşluğu doldurmuş, yalnızca Allah rızasına dayalı hayır işleriyle yetinmemiş, şehirlerin kurucu ruhu, ekonominin lokomotifi, sosyal hayatın dinamik gücü, kültürün yer altı çağlayanı olmuştur. Osmanlı döneminde imparatorluğun ekonomisinin yüzde 25’ini vakıflar karşılamış, eğitim, kültür, sağlık gibi alanlarda da büyük hizmetler yapmıştır. Bu bağlamda vakıflar, bir yanıyla medeniyetimizin oluşmasında kurucu rol oynamış, diğer yanıyla sosyal ve kültürel hayatın dinamik gücü olmuştur.
Cemil Meriç “medeniyet ölü, kültür canlıdır” der. Kültürün ölümünden medeniyet doğar. Eğer bugün İslam veya Avrupa medeniyetleri diye bir şey varsa bilinmelidir ki bu, o medeniyetlerin geçmişte yarattıkları kültürel mirasın bugüne taşınmasından başka bir şey değildir. Kültür yoksa medeniyet de yoktur! Eğer medeniyet ölü ve kültür canlı ise ve vakıf 1048’den beri Anadolu topraklarında canlı ve dinamik bir şekilde varlığını sürdürüyorsa bu bir medeniyet değil ancak yaşayan bir kültürdür. Yaşayan vakıf kültürüne bu bağlamda medeniyet demek onu günlük hayatın dışına itmek demektir. Oysa vakıf ilhamını ve varoluşunu dinden aldığı için İslam’ın bir ibadi rüknü gibi her zaman ve her an İslam toplumunun sosyal ve kültürel hayatının içindedir. Zira ilhamını Kur’an’dan alan bu müessese Müslümanların hayatının bütün cephesini kapsamaktadır. Vakıfların kuruluşuna baktığımızda, bugün popüler bağlamda anlatıldığı gibi “ilginç” olmaktan daha çok Kur’ani bir emirden, bireyin ve toplumun sorununu/sıkıntılarını halletmeye yönelik bir “ihtiyaç”tan doğduğu görülür. Hiçbir vakıf yoktur ki kurulduğu yerin şartlarına, ihtiyacına binaen kurulmamış olsun. Vakıfların hiç kimsenin aklına gelmeyen alanlarda varlığını göstermesi “ilginç” olmaktan daha çok “ihtiyaç” hissinden kaynaklanmıştır. Zira Müslümanlar bedenî ve mali ibadetlerini ancak bir fikre ve inanca istinaden yaparlar. Bu yüzden vakıfların her birinin belli bir fikir ve inanç çerçevesinde kurulduğunu unutmamak gerekir. Özellikle bir vakıf devleti olan Osmanlı, vakıf şehirler kurmuş, vakıf insanların yaşadığı bir toplum inşa etmiştir. Örneğin imparatorluğun ilk başkenti Bursa’nın her bir mahallesi bir padişahın adıyla anılır. Osmangazi, Orhan Gazi ve Yıldırım. Bu üç isim üç ayrı yerde/tepede birer cami ve külliye inşa ederek şehri kurmuşlardır. Şehrin ilk tohumu Osman Gazi, ardından Orhan Gazi daha sonra da Yıldırım tarafından atılmıştır. Evliya Çelebi’nin “ruhaniyetli şehir” dediği Bursa işte böyle vakıf külliyeleri etrafında şekillenmiştir. Şehrin hamamları ve çeşmelerinin bolluğu bu şehirde vakıf sularının amacına uygun kullanılmasını sağlamıştır.
Vakıflar ihya ve inşa üzerine kurulduğundan şehirleri abat, insanları ihya etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u virane bir şehir olarak teslim aldığı anlatılır. Ancak sanat ve estetik zevki oldukça yüksek olan Fatih, bu şehri yeniden inşa etmek için vakıf kurmuş, Bizans İstanbul’unu İslam İstanbul’una çevirmiştir. Vakfiyesinde; “Hüner bir şehir bünyad eylemektir. Reaya kalbin âbâd eylemektir.” diye yazmıştır. Bugünkü söyleyişle “Asıl hüner şehir kurmaktır ve halkın kalbini mutlu etmektir.” demiştir. Fatih vakfiyesinde özellikle şehrin inşası üzerinde niçin durmuştur? Çünkü o devirdeki İstanbul’un inşaya ihtiyacı vardır. Bizans döneminde uzun yıllar ihmal edilmiş, savaştan çıkmış bir şehirdir. Sonra sanatkârlar ve zanaatkârlar şehri terk etmiştir. Bu yüzden Fatih şehrin ihtiyacı olan her şeyi vakfiyesinde zikrederek şehrin bayındır olmasını sağlamıştır. Yalnızca mevcut ihtiyaçları değil, gelecekte doğacak sıkıntıları da göz önünde bulundurarak kurulan vakıflar vardır. Bu bağlamda geleceği de öngörerek kurulmuş vakıflar mevcuttur.
Osmanlı döneminde kurulan eğitim amaçlı vakıflar bu alanda büyük bir boşluğu doldurmuş, sanatçı ve ilim adamlarının yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı’nın vakıflar aracılığıyla gerçekleştirdiği kültürel hizmeti Avrupa ve Amerika’da ancak Osmanlı’dan yüzyıllar sonra sivil toplum eliyle yapılmıştır. Bugün ise Avrupa ve Amerika’da kültür sivil toplum ve vakıf üzerinden yürütülmektedir. Vakıflar bugün hayır işlerinde en faal kuruluş olarak dünyanın her yerinde hizmet vermektedir. Türk halkının cömertliği ve yardımseverliği ile İslam’ın vakıf ruhunun birleşmesi Balkanlar’dan Afrika’ya, hatta Ortadoğu’ya kadar büyük bir hinterlantta varlığını göstermesini sağlamıştır.
Yalnızca hayır hasenat faaliyetleriyle vakıf ruhunu anlamak mümkün değildir zira onun bu hayır işlerinin çok ötesinde derin bir boyutu vardır. Daha açık şekilde ifade edersek vakıfların hem şeklî/görünen bir yüzü vardır hem de ruhi/manevi… Vakıflar fiziki olarak fakirlere yardım yapar, cami, medrese, şifahane, imarethane, han, hamam, çeşme kurar. Bir de manevi/ruhani boyutu vardır ki bütün yapılan işlerin içinde güçlü bir estetik, incelik ve manevi bir zevk saklıdır. Örneğin Fatih’in yalnızca şehir inşası ile yetinmeyip bir de insanların gönüllerini hoş tutarak yapılmasını vakfiyesinde şart koşması işte bu görünmeyen ruhaniyete işaret eder. Yine köle azat etmek için kurulan bir vakfın, yalnızca onları azat etmekle yetinmeyip azatlıktan sonraki şartlarını göz önüne alarak geçimlerini sağlayacak imkân hazırlaması anlamlıdır. Geçen yüzyılın sonlarına doğru Amerika’da özgür bırakılan kölelerin tekrar efendilerinin yanına gelip köleliğe devam etmeleri anlatılır. Çünkü köle olarak uzun yıllar yaşamış bir insan özgür ortamda sudan çıkan balığa döner. İşte bu noktada köleyi azat etmek kadar onun kölelik sonrası hayatını da düşünmek oldukça önemlidir. Ve bu öngörü inceliktir. Bu bağlamda ecdadımız kölelerin azatlık sonrasını düşünüp vakıf kurarak büyük bir öngörü ve incelik göstermişlerdir. Vakfın bu deruni boyutunu görmeden vakıf ruhuna asla nüfuz edemezsiniz.
Vakıfların şartlara ve ihtiyaca binaen kurulduğunu söylemiştik. Örneğin sırf vakıf kurmak için vakıf kurulmaz. Vakıf dinî olduğu kadar bir anlayış, bir zihniyet, bir estetik ve bir zevk meselesidir. Vakfın kuruluşunda, kurucunun yüksek zevki, estetik anlayışı ve kültürel birikimi oldukça önemlidir. Örneğin padişah ve hanım sultanların vakıflarının büyük bir kültürel ve estetik boyutu olduğu, hatta vakfiyeleri büyük bir edebî zevkle ve vakıf şartlarının incelik ve güzellikle kaleme alındığı görülür. Birçok vakfiyede ayet, hadis, şiir ve veciz sözlerin yer alması bu edebî ve estetik anlayışın kâğıda dökülmüş hâlidir.
Vakıfların en önemli özelliği toplumu inşa, insanı ihya etmesidir. Yani benden bize, bizden bene iç içe geçmiş bir inşa ve ihyayı barındırır vakıflar. Birey, malını toplumun menfaati uğruna harcayarak hem nefsini dinî olarak terbiye eder hem de toplum yapısının güçlenmesine vesile olur. Servetiyle vakıf kurup toplum hizmetine sunan adam aynı anda ihya ve inşa yapmış olur. Bir yönüyle malından harcayarak hayır işlemiş olurken diğer yönüyle toplumun sosyal ve ekonomik olarak güçlenmesine katkı sağlamış olur. Örneğin Evladiye vakıflarının yüksek kiralarından mağdur olan esnafın kiralarını aşağıya çekmek için Haremeyn vakıfları, dükkân kiralarında indirim yaparak yüksek kira ödediği için mağdur olan esnafı ekonomik olarak rahatlatmıştır. Yine Osmanlı özelinde kurulan “para vakıfları” piyasadaki nakit para ihtiyacını gidermiş, ucuz krediler sağlamıştır.
Bütün bunların dışında şehircilik bağlamında vakıfların yapmış olduğu külliyeler, mimaride ortaya koymuş olduğu güzellik ve yüksek estetik zevkine bugünün ne şehircilik ne de mimari anlayışı ulaşabilmiştir. Özellikle dinî mimaride Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmet, Ayasofya ve diğer anıtsal eserler vakıflar sayesinde inşa edilmiştir. Bu eserler, vakfın, hem maddi hem manevi olarak fizik ve metafizik boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Modern Batı şehirciliğinin henüz yeni yeni farkına vardığı “şehir estetiği” kavramını vakıflar vakfiyelerinde şart koşmuşlardır. Örneğin 1321/1903 yılında Mehmet Hayri Paşa b. Ahmet Vakfının şartlarından biri şehir estetiğiyle ilgilidir. İstanbul’da kurulan vakıf şartında; “mezkur 2023 arşın mahal, cami-i şerif manzarasının adem-i ihlali ve her türlü ehvalde ahaliye ilticagâh ve mahalli tenazüh olmak üzere vakıf edilmiş olduğundan mahalli mezkur üzerine hiçbir sebep ve bahane ile hatta muvakkat bile olsun baraka ve salaş tarzında bir güne ebniyye inşa edilmeyüp daimen ebniyyeden âri olmak ve yalnız bağçe hâline ifrağ ve münasip mahalline havuz inşası…” diye yazmıştır. Bugün nefs-i İstanbul’un tarihî dokusu içinde mantar gibi yükselen beton binalara karşın, geçen yüzyılın başında şehrin dokusunun bozulmasına izin vermeyen, tarihî yapıların görüntüsünü kapatmaması için belli bir mesafeyi şart koşan, baraka ve salaş unsurların yapılmasını engelleyen bir vakfın kurulması yalnızca vakıf kültürü açısından değil, aynı zamanda şehircilik tarihi açısından da üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir meseledir.
Vakıflar kurulduğu yerlerde şartları ve ihtiyacı gözeterek vakıf şartını oluşturmuşlardır. Hatta kurulduğu yerin sadece ihtiyacını değil, zevkini, estetik anlayışını hatta meşrebini dahi göz önünde bulundurmuşlardır. Örneğin bir müzik şehri olan Urfa’da halk, rahatına düşkün, müzik ehlidir. Bunun farkında olan şair Sakıp Efendi, Urfa’da 1186/1773 yılında adıyla kurduğu vakfın şartına; “Ramazân-ı şerîf ve leyâli-i mübârekede hânigâh-ı mezkûrun câmi‘ ve minâresinde evkât-ı ezkâra münâca‘âtı cenâb-ı kâdîyı’l-hâcât ve ni‘methânı ve mefhâr-i mevcûdât ile kâffe-i mü’minîn ve mü’minâtı îkâz itmek üzere mûsîkiye âşina hüsnü sada ile nısf ve aşk efzâ olan iki zât zâkir nasb olunup ba‘de edâi’l-hidmet beherine mâhiye yirmişer guruşdan cem‘an-kırk guruş vazîfe vireler…” diye yazmıştır. Sakıp Efendi bu vakfiyesinde musikiye aşina, güzel sesli iki zakirin aşkla müzik icra etmesini şart koşmuştur. Dikkat edilirse musiki icra edilsin diye kesip atmamış, icracıların musiki kültürünün ve seslerinin olmasını özellikle belirtmiştir.
Bu örneklerin yüzlercesi vakıf arşivinde bulunmaktadır. Ancak vakıf kültürünü yalnızca ilginçlik üzerinden değerlendirmek yanlış olur. Vakıflar kuruldukları yerlerin şartlarına ve zeminlerine göre, orada yaşayanların gelenek, görenek, zevk ve meşreplerine uygun olarak kurulmuştur. Özellikle İslam’ın hayır hasenat anlayışı çerçevesinde; bireyin ve toplumun sorunlarını çözmek, bir ihtiyacını gidermek üzerine kurulmuş, binlerce yıldır varlığını devam ettirmiştir. Bugün vakıf kültüründen faydalanabileceğimiz çok şey vardır. Yeter ki bu birikim ve mirasın farkında olalım. Zira bu büyük ve kutsal miras insanı ihya, toplumu inşaya yetecek birçok zenginliği içinde saklamaktadır.
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi
FETVALAR BÖLÜMÜ
1-Adak nedir, dindeki yeri nedir?
Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vâcip kılması”nı ifade eder. Diğer bir ifadeyle “kişinin farz veya vâcip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 76). Kur’an’da değişik yerlerde verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (Mâide, 5/1; İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (İnsan, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31; Müslim, Nezir, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 12). Dolayısı ile adağın yerine getirilmesi kitap, sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâî, V, 90). Bazı âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızâsını kazanmak, ona şükretmek için adak adamasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevi amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiç bir kazâyı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.”; “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26; Müslim, Nezir, 2) hadisleriyle şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır.
İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bazı fakihler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmu, VIII, 450; İbn Kudâme, Muğnî, Beyrut 1405, XI, 332). Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda yerine getirilmesi dinen vâcip görülmüştür (Kâsânî, Bedâiü’s-sanâî, V, 83).
2-Adak kurbanı ne demektir? Etinin hükmü nedir?
Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi bu adağı, bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, usul ve fürûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları) yiyemeyeceği gibi, bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez (Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik, Kahire 1313, VI, 8). Eğer kendisi yemek ister veya bu sayılanlardan birisine yedirmek isterse, yenilen etin rayiç bedelini yoksullara verir (İbn Nüceym, Bahru’r-râik, VIII, 199-203).
3-Adakla ilgili şartlar nelerdir?
Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıllı ve bulûğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir. Çünkü adakta bir ibadetin yerine getirilmesini yerine getirilmesini gerektirir. İbadetin yerine getirilmesi için de kişinin tam eda ehliyetine sahip olması gerekir (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâî, V, 81-82).
Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şunlardır:
- Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vâcip ibadetin bulunması gerekir. Meselâ namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma adak konusu olmaz. Türbelerde mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, şeker ve helva dağıtma gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur.
- Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olduğu için farz veya vâcip sayılan bir ibadet olmamalıdır. Meselâ abdest almayı, ezan ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz.
- Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vâcip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu ramazan orucu adak konusu olmaz.
- Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşrû olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Meselâ ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir. Adanan adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili olmamalıdır.
- Adanan fiil Allah’a isyanı, bid’at, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Bu takdirde adak geçersizdir (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâî, V, 82-92).
Meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlı olarak adakta bulunan şahısların, meselâ yalan söylememeye, kötü bir fiili işlememeye nezredip bu fiili işlemesi halinde adakta bulunan kimselerin, Allah’a karşı verdiği bu sözde durması gerekir. Meselâ “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım.” şeklinde adakta bulunma böyledir. Fakat istenmeyen şart gerçekleşirse dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin kefareti öder. Hanefîler bu durumda yemin kefareti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahitleşme yemin sayılmaktadır (İbn Âbidin, Reddu’l- Muhtâr, III, 738).
4-Bir koç kurban etmeyi adayan kişi mutlaka koç mu kesmelidir? Bir büyük baş hayvana ortak olabilir mi?
Bir koç kesmeyi adayan kimse koç kesebileceği gibi koyun veya keçi de kesebilir. Çünkü bunlar aynı cinsten (davar) kabul edilmektedir. Aynı şekilde bu kişinin ibadet niyetiyle kesilecek olan bir sığıra hissedar olarak adağını yerine getirmesi de mümkündür. Çünkü amaç kurban kesmektir. Bu şekilde de amaç yerine gelmiş olur. Ancak sığır kesmeyi adayan kişinin, koyun kesmesi ile adağı yerine gelmiş olmaz (İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtar, Beyrut, 2000, VI, 320).
Cins belirlemeksizin “bir kurban keseceğim.” diye adakta bulunan bir kimse ister koyun, isterse de sığırdan bir hisseye girerek dilediği cinsten bir kurbanlık hayvan kesebilir (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâî, Beyrut 1986, IV, 86, 93; Alauddin Âbidin, el- Hediyyetu’l-Alâiyye, 198-202).
5-Adak kurbanı ne zaman kesilmelidir?
Bir şarta bağlı olarak yapılan adakların, şartın gerçekleşmesi halinde ilk fırsatta yerine getirilmesi gerekir. Şarta bağlı olmayan adaklar ise herhangi bir vakitte yerine getirilebilir. Kurban kesmeyi adayan kişi bu adağını dilediği zaman gerçekleştirebilir. Mutlaka kurban bayramı günlerinde yapılması şart değildir (İbn Âbidin, Reddu’l- Muhtâr, III, 67, 71).
6-Rüyada kurban kesmeyi adayan kişi, bu adağını yerine getirmeli midir?
Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bağlayıcılığı da yoktur (Dimyâtî, Hâşiyetü İâneti’t-Tâlibîn, Beyrut, ts. , I, 266). Bu itibarla rüyada kurban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını yerine getirmesi gerekmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Şu üç kişiden kalem kaldırıldı: Uyuyan kişi uyanıncaya, çocuk buluğa erinceye ve akıl hastası olan da iyileşinceye kadar.” (Ebû Dâvûd, Hudûd, 16)
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.