BARIŞ SELAM VE ESENLİK
CUMA’DAN GÖNÜLLERE
BARIŞ
SELAM VE ESENLİK
İslam Barış Demektir:
Allah Resûlü, adı “İslâm” olan son semavî dinin Peygamberi idi. “Silm” ve “selâm” kökünden türeyen bir kelime olan İslâm, “boyun eğmek, itaat etmek, barış ve emniyet” gibi anlamlara gelmekteydi. Silm, “barış, güven”, selâm da “esenlik ve güvenlik” demekti. Böylece barış, güven, emniyet,huzur ve mutluluk kelimelerinden oluşan temeller üzerine inşa edilen İslâm; kargaşa, çatışma, terör ve savaş ortamı yerine, huzur, mutluluk, karşılıklı saygı ve güven ortamını temin etmeyi amaçlamaktaydı.
Kur'an'da selâm, sulh ve ahit kavramlarıyla insanlığın dikkatini barışa çeken Yüce Allah'ın isimlerinden birisi de “es-Selâm”dır. Yüce Yaratıcı barış ve esenlik kaynağıdır. Allah Resûlü günde beş vakit namazın sonunda selâm verdiğinde, (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin ve barış ve esenlik senden gelir. Yücelik ve ikram sahibi olan Allah'ım! Sen ne mübareksin.) diyerek Allah'ı bu ismi ile tesbih eder.
O'na teslim olan Müslüman, barış ve esenlik kaynağına bağlanmakla önce kendi iç dünyasında huzur ve sükûna kavuşan, sonra da tanıştığı bu huzuru dış dünyasına taşıma sorumluluğunu yüklenen kimse demektir. Esenlik ve barış duygusunu kendisine hayatı bahşeden Allah'tan alan Müslüman, Allah'ın insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği Kur'an'a uyarak selâm yani esenlik yollarına ulaşır. Ayrıca inanan insanlar için Allah'ın katında selâm yani barış ve esenlik yurdu vardır, Allah onları selâm yurduna çağırır. Melekler ve cennet bekçileri de müminlere selâm ederler. Onların ebedî kalacakları cennet yurdunun adı da “dârü's-selâm” yani barış ve esenlik yurdudur.
Yüce Rabbimiz, insanları farklı ırklar, kabileler, boylar hâlinde yaratmış, böylece onların birbirleriyle tanışarak iletişim kurmalarını, barış ortamında hayat sürmelerini istemiş ve insanların barış içerisinde yaşayabilecek kabiliyette olduklarına işaret etmiştir. Fakat insan, fıtratında var olan kan dökme ve bozgunculuk eğiliminden çoğu kez kurtulamamış, kendisinin sebep olduğu olaylardan dolayı barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını yok etmiştir.
İnsanlık tarihinde ilk defa ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem'in oğlu Kâbil, tabiatında var olan kötülük duygusuna mağlup olmuş, böylece yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, kan döken ilk insan olma bahtsızlığını yaşamıştır. Daha sonra da insanlık tarihi birçok kez savaşa, vahşete, soykırıma, imha operasyonlarına tanıklık etmiş, dininden, dilinden, renginden ve ırkından dolayı insanların haysiyetleri çiğnenmiş, onurları zedelenmiş ve hayat hakları ellerinden alınmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde Yüce Yaratıcı, insanları uyarmak, insan onur ve haysiyetine yakışır bir hayatı insanlığa sunmak için elçiler ve kitaplar göndermiştir. Bu risâlet zincirinin son halkasını ise Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa ile taçlandırmıştır. Ona vahyettiği Kur'an'da, “Ey İman edenler! Topluca barışa girin.” (Bakara, 2/208.) buyurarak tüm inananları topluca barış içerisinde yaşamaya çağırmıştır. Sevgili Peygamberimiz nebevî öğretilerini; barış, huzur, hoşgörü, karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde inşa etmiş, ashâbına, inananlara ve tüm insanlığa, “Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin. Allah'tan afiyet isteyin...” çağrısında bulunmuştur.
Bu şekilde, asla savaşı arzu etmemeyi, daima barıştan yana tavır takınmayı tavsiye eden Hz. Peygamber, diğer din mensuplarını İslâm'a davet edip onlara İslâm'a davet mektupları gönderirken de barışa vurgu yapmış, İslâm'ı kabul ettikleri takdirde barış ve huzura ereceklerini özellikle ifade etmiştir. Diğer taraftan İslâm ülkesi sınırları içerisinde yaşayan fakat Müslüman olmayan insanların din ve vicdan hürriyetleri, inanç özgürlükleri, “Dinde zorlama yoktur.” ilâhî fermanıyla güvence altına alınmıştır. Bu çerçevede Hz. Peygamber'in görevi Yüce Allah tarafından, tebliğ olarak belirlenmiştir. Ayrıca onun müjdeleyici ve uyarıcı olduğu, insanlar üzerinde baskı kurup zor kullanma yetkisinin bulunmadığı açıkça ifade edilmiştir. Böylece, “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”(Kâfirûn, 109/6.) âyeti esas alınarak mesele açıklığa kavuşturulmuş ve bir ülkede hatta dünya ölçeğinde insanların barış içerisinde, inançlara saygılı olarak birlikte yaşayabileceklerine ve bunu başarmaları gerektiğine dikkat çekilmiştir.
Ancak şu, altı çizilerek ifade edilmelidir ki İslâm'ın öğretilerinde savaş arızî, geçici bir durumdur. Asıl olan barış hâlidir, uzlaşmadır, anlaşmadır, karşılıklı saygı çerçevesinde bir hayat sürmektir. Yüce Allah tarafından barış, esenlik anlamına gelen “İslâm” adı verilen son dinin yegâne gayesi tüm insanlığın selâmetidir.
İnananlara barış içerisinde bir hayatı hedef olarak gösteren İslâm, barış içinde yaşamak ve bütün insanlığın hayrına olacak faaliyetlerde işbirliği yapmak için insanların aynı inanca sahip olmalarını da şart koşmaz. Önemli olan karşılıklı olarak barışa taraf olunması, insanların hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi, dinlerine ve yurtlarına tecavüz edilmemesidir. Bundan dolayı Müslümanlar, bir dine inansın ya da inanmasın bütün insanlarla iyilik ve adalet temelli ilişkiler kurabilir ve işbirliği yapabilirler.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de,
“Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtehine, 60/8.) buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde dış ilişkilerin ana hedefi barış ortamında İslâm'ı tanıtmak ve yaymaktır. Çünkü böylesine ulvî bir amaca ulaşmak için en uygun zemin barış ortamıdır. Allah Rasûlü'nün peygamberliğinin temel hedefi Allah'ın mesajını yüceltmek ve insanlığa ulaştırmaktır. Bu amaca ulaşmak için savaşın dışında kendisinden yararlanabilecek tüm yollar denenir. Herhangi bir çıkış yolu bulunur ve İslâm davetinin önü açılırsa mutlaka o seçenek yol haritası olarak belirlenir. Bu noktada cihad, savaşı değil öncelikle barış yoluyla dinin tebliğ edilmesi ve bu konuda gayret gösterilmesini ifade eder. Nitekim Allah Resûlü, Mekke'de on üç yıl boyunca sabır ve barışla hareket etmiştir. Medine'de barış hâlinin devamının mümkün olmadığı, savaşmak zorunda bırakıldıkları zamanlarda ise Yüce Allah tarafından savaşa müsaade edilmiştir.
Şu hadise Allah Resûlü'nün karşılıklı ilişkileri barış temelinde yürütmek istediğinin en açık göstergesidir. O, hicretin altıncı yılında, savaşılması yasak olan Zilkâde ayında umre yapmak ve muhacirlerin sıla özlemini gidermek gibi masumane düşüncelerle bin dört yüz Müslüman'la birlikte Medine'den yola çıkar. Yorucu bir yolculuktan sonra hep beraber yirmi iki kilometre mesafedeki Hudeybiye'de konaklarlar. Mekkeli müşrikler onların umre yapmasına izin vermezler. Binbir zahmete katlanarak Hudeybiye'ye kadar gelen ve doğdukları, büyüdükleri memleketlerine müşriklerin izin vermemesi yüzünden giremeyen Müslümanlar feveran ederler.
Ancak Allah Rasûlü, her an kaosa dönüşebilecek bu gergin ortamda Mekkeli müşriklerle bir şekilde barış antlaşması yapılması ve olayın diplomatik yollarla çözülmesi gerektiğinin önemini vurgular. Neticede taraflar arasında antlaşmaya karar verilir. Allah Rasûlü sorunun barışçıl yollarla çözüme kavuşturulması için Kureyşlilerin hiç de makul olmayan itirazlarını dikkate alarak antlaşma metninden “besmele-i şerîf” ve “Muhammed Rasûlullâh” lafızlarının dahi çıkarılmasını kabul eder ve sonunda iki taraf arasında antlaşma yapılır.
Görünüş itibariyle Müslümanların aleyhine olan bu antlaşmanın bazı maddelerini sahâbe hazmedemez. Nitekim antlaşma imzalanır imzalanmaz ortaya çıkan Ebû Cendel'in durumu sahâbenin endişelerini daha da artırır. Ebû Cendel, Kureyş'in antlaşmadaki temsilcisi Süheyl b. Amr'ın oğlu olup, Mekke'de ilk Müslüman olanlardan biridir. Ancak babası onu zincire vurmuş ve kendisine Müslüman olduğu için işkence etmiştir.
Ebû Cendel, Hudeybiye Barış Antlaşması'nın imzalandığı sırada bir yolunu bulup kaçar ve Müslümanlara sığınır. Babası onu görünce üzerine yürüyüp tokatlar, elbisesinin yakalarından tutup yere çalar. Sonra, Rasûlullah'a dönerek, “Ey Muhammed! Bu sana gelmeden önce, aramızdaki antlaşma kesinleşmişti!” diyerek, imzaladıkları antlaşma gereğince oğlunun kendisine iade edilmesini talep eder.
Hz. Peygamber, “Doğru söyledin!” diyerek onun talebini yerine getirir. Bu arada Ebû Cendel, “Ey Müslüman cemaat! Müslüman olarak geldiğim hâlde şimdi ben, müşriklere mi teslim ediliyorum? Karşılaştığım şu hâli görmüyor musunuz?” diyerek avazı çıktığı kadar bağırır ve Müslümanlardan yardım ister. Rasûlullah onu sükûnete davet ederek,
“Ebû Cendel! Sabret ve sevabını Allah'tan dile. Muhakkak ki Allah, sen ve senin gibi ezilmişlere en yakın zamanda bir fırsat ve çıkış yolu verecektir. Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Biz onlara onlar da bize bu antlaşmaya sadıkkalma üzerine söz verdi. Onlara hıyanet edemeyiz.” diyerek, yaptığı barış antlaşmasına sadık kalır.
Nitekim sonuç Allah Rasûlü'nün Ebû Cendel'e söylediği gibi olur. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünen durum, onların lehine döner ve Allah Rasûlü'nün antlaşmaya sadakati kısa süre sonra kalıcı bir zaferi beraberinde getirir.
Hudeybiye'de savaşın eşiğine gelmiş iki grup arasında imzalanan bu antlaşma gereğince, Müslümanlarla Mekke Müşrikleri on yıl süreyle birbirleriyle savaşmayacaklardı. Ancak bu barış antlaşması müşriklerin antlaşma maddelerine uymamaları nedeniyle iki yıl yürürlükte kalabilmiştir. Kur'an, Hudeybiye Barış Antlaşması'nı Müslümanlar için en büyük fetih olarak nitelendirmiştir.
Nitekim bu antlaşmadan iki yıl sonra neredeyse hiç kan akıtılmadan Mekke'nin fethedilmesi de bunun göstergesidir. Diğer taraftan İslâm'ın en hızlı yayıldığı dönem de, Hudeybiye Antlaşması'nı takip eden barış yılları olmuştur. Bunun bilinciyle hareket eden Hz. Peygamber'in önceliği, insanların her zaman barış ve güven içerisinde yaşayacağı bir ortamın sağlanması olmuştur. Kur'an'da, “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş.” (Enfâl, 8/61.) buyrulmakta, Müslüman'dan düşmanı imha etmesi değil onun barış teklifini kabul etmesi istenmektedir.
Rasûl-i Ekrem'in, İslâm'ı zor ve baskı ile yaymak ve silah gücüyle diğer inanç ya da dinleri ortadan kaldırmak gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü onun hedefi gönülleri fethetmek, gönülleri kazanmaktı. Bundan dolayı o, silah gücü ile bazı şehirlere girip fetihleri tamamlama ve emellerine ulaşma imkânı olduğu hâlde hiçbir zaman buna sıcak bakmamıştır.
Ancak Benî Nadîr Yahudileri, Hendek Savaşı esnasında yaptıkları ihanet ve Müslümanları kalleşçe arkadan vurmaları sebebiyle cezalandırılmışlardır. İhanetleri neticesinde onların cezalandırılmaları üzerine Hayber Yahudileri, Vâdi'l-kurâ, Fedek ve Teyma Yahudilerini yanlarına alarak Medine'ye yürümeyi kararlaştırdılar. Bunu öğrenen Hz. Peygamber, Hayber'i fethetmiş, onlarla bir antlaşma yapmış, dönüşünde sırasıyla Fedek, Vâdi'l-kurâ ve Teyma Yahudileri üzerine yürümüştür. Fedek ve bazı köylerin halkları da Hz. Peygamber ile Hayberlilerle aynı şartları taşıyan antlaşmalar yapmışlardır. O sırada Hz. Peygamber bir başka kabileyi de kuşatmış, bu kabilenin barış teklifinde bulunması üzerine onlarla da barış yapmıştır. Bu antlaşmalar da göstermektedir ki Rahmet Peygamberi savaş ile başarıya ulaşıp karşılığında birçok maddî imkânlar elde edebilecekken bundan uzak kalmaya özen göstermiş, öncelikle ve özellikle barış yolunu tercih etmiştir.
Taraflar arasında antlaşmaya bu denli ehemmiyet gösteren ve Hz. Peygamber'in şahsında bunun örneğini sergileyen İslâm dini, antlaşmayı bozmamak için aşırı dikkat gösterilmesini ister. Antlaşmaya vefasızlık ve ihaneti ise asla caiz görmez. Bu konuda Yüce Allah çok net bir biçimde müminlerden antlaşmaya sadık kalmalarını istemiş, kendileriyle antlaşma yapılan ve antlaşmayı sık sık bozan müşriklere ültimatom vermiştir. Ancak antlaşmalarına sadık kalan ve antlaşmayı bozmayan müşriklere karşı nasıl tavır takınmaları gerektiğini de müminlere şu şekilde bildirmiştir: “Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever.” (Tevbe, 9/4.)
Hudeybiye günü antlaşmaya sadakatin nasıl olması gerektiğini tüm insanlığa gösteren Hz. Peygamber'in bu husustaki uyarılarını şöyle bir olay sayesinde öğrenebiliyoruz: Romalılarla barış antlaşması yapan Muâviye bu antlaşmanın süresi sona ermeden Romalıların ülkesine doğru sefere çıkar. Derken, “Allâhüekber! Allâhüekber! Antlaşmaları bozmak değil ahde vefa gerekir!” diye seslenerek, at üzerinde bir adam çıkagelir.
Bu adam, Benî Süleymoğulları'ndan olup Mekke'ye yerleşen ve ilk Müslümanlardan biri olan Amr b. Abese'den başkası değildir. Onun, kendisini bu şekilde ikaz etmesinden etkilenen Muâviye onu huzuruna çağırır ve bu tepkisinin sebebini sorar. Amr b. Abese de Allah Rasûlü'nden şu sözleri işittiğini nakleder:
“Kimin herhangi bir toplumla arasında bir anlaşma varsa süresi sona erinceye kadar ya da karşılıklı olarak anlaşmayı vaktinden önce bozduklarını birbirlerine bildirinceye kadar bu bağı ne yeniden bağlasın ne de çözsün.” Bunları duyan Muâviye derhâl seferden döner.
Sevgili Peygamberimiz Müslümanlara sığınan veya İslâm toplumu içerisinde yaşayan diğer din ve inanç mensuplarının yani zimmîlerin din hürriyetini, can ve mal emniyetini de güvence altına almıştır. Hatta Allah Resûlü, bu konuda amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî'nin eman/güvence verdiği bir kimsenin emniyet içerisinde olacağını beyan etmiştir. Ümmü Hânî gelerek, “Yâ Rasûlallah! Annemin oğlu (kardeşim) Ali, benim kendisine eman vererek himayeme aldığım (eski kocam) İbn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor.” demiş, Rasûlullah da ona, “Ey Ümmü Hânî, senin eman verdiğin kişiye biz de eman vermişizdir.” buyurmuştur.
Farklı din ve inanç gruplarının barış ve huzur ortamında yaşam sürmesini hedefleyen dinimiz, Müslümanlar arasındaki ilişkilerin ise, din kardeşliği çerçevesinde şekillenmesini istemektedir. Bundan dolayı Allah Resûlü Medine'ye hicret eder etmez ilk iş olarak ensarla muhacirleri kardeş ilân etmiştir.
Ayrıca yıllarca aralarında kan davaları olan Medine'nin iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec'i de İslâm'ın gönüllere hitap eden sevgi anlayışıyla kardeş olarak birbirine kenetlemiştir. Bu hususu Kur'an şu şekilde ifade eder:
“Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalpleriniz arasında ülfet/sevgi meydana getirdi. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.” (Âl-i İmrân, 3/103)
Böylelikle Yüce Allah ve onun yeryüzündeki Rahmet Elçisi yıllarca süren savaşları, çatışmaları, kavgaları, akan kanları ve gözyaşlarını İslâm'ın kardeşlik anlayışıyla sona erdirmiştir. Dinimiz tüm inananların kardeş olduğunu ilân etmiş, bu kardeşliği pekiştirecek işleri yapmalarını inananlardan istemiştir.
Bu noktada Hz. Peygamber bir Müslüman'ın diğerine üç günden fazla dargın durmasını yasaklamıştır. Ayrıca iki kişinin arasını düzeltmenin nafile oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir davranış olduğunu söylemiş, iki insanın arasını açmanın da barışın kökünü kazıyan bir davranışolduğunu belirtmiştir.
Kubâlıların birbirleriyle taşlı sopalı kavga ettiklerini duyunca derhâl, “Haydi gidelim de onları barıştıralım.” buyurmuştur. Nitekim Yüce Allah da inananlar arasında bir savaş/anlaşmazlık olması durumunda onların aralarının düzeltilmesini tüm Müslümanlardan istemektedir.
Bütün bu anlatılanlar göstermektedir ki İslâm'a göre, fertler arası ilişkilerde olduğu gibi devletlerarası ilişkilerde de genel prensip ve kaide barışın sağlanması ve huzurun korunmasıdır. Hedef, bütün insanlığın din, dil, ırk, millet ve devlet ayrımı gözetmeksizin barış içerisinde yaşamasıdır. İnsanlık günümüzde İslâm'ın barış, merhamet, sevgi ve hoşgörü anlayışına en az geçmişteki kadar muhtaçtır. Geçmişte insanlık yüzyıl savaşlarına, dünya savaşlarına şahit olmuş, bu savaşlarda yüz binlerce masum insan hayatını kaybetmiştir.
Günümüzde de dünyanın birçok ülkesinde hâlâ gözyaşı ve kan akmaya devam etmekte, masum bebeklerin, karnında bebeğini taşıyan annelerin, ak saçlı dedelerin ve ninelerin üzerine bomba yağmaktadır. Yaşadığımız dünya o hâle gelmiştir ki, neredeyse insan kanının akıtılmadığı ve insan hayatına kıyılmadığı bir saniye bile geçmemektedir.
İnsanlık, kurtuluşu, refahı, huzuru maddede aradıkça, insan hayatı değersizleşmiş, kıymetini yitirmiştir. Oysaki Allah Teâlâ, insan hayatını mukaddes kabul etmiş, ona çok büyük ehemmiyet vermiş, haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir insanın hayatını kurtararak yaşamasına vesile olmayı da bütün insanları yaşatmak olarak nitelendirmiştir.
Bütün bunlar muvacehesinde insanlığın refahı, huzuru; çatışmada değil barıştadır. İhtilâfta değil ittifaktadır. Bundan dolayı tüm dünya halkları, dili, dini, rengi, ırkı her ne olursa olsun barış için, insanca yaşam için, hak, hukuk, adalet için el ele vermeli medeniyetlerin barış ekseninde ittifakını gerçekleştirmelidir. Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevme anlayışında buluşulmalıdır. Zulme, zorbalığa, haydutluğa hep beraber karşı durulmalıdır. Gelecek nesillerin kan ve gözyaşıyla yetişmeleri istenmiyorsa insanoğlu barış ve karşılıklı saygı anlayışını inşa etmek zorundadır.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü o hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Enfal, 8/61)
GÜNÜN HADİSİ:
Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) namazın sonunda selam verdiği zaman, “Allâhümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'l-celâli veʼl-ikrâm. (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenlik senden gelir. Yücelik ve ikram sahibi olan Allah'ım! Sen ne mübareksin)" derdi. (Ebû Dâvûd, Vitr, 25)
GÜNÜN DUASI:
Dua "Ey kalpleri evirip çeviren (Allah'ım!) benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." (Tirmizî, Deavât, 89)
ASR-I SAADET'TEN
Heyetler yılı diye meşhur olan hicretin dokuzuncu yılında (630-631) Allah Resûlü Necrânlı Hıristiyanlara bir mektup göndermişti. Bu mektubunda onları İslâm'a davet ediyor, şayet kabul etmezlerse cizye vermelerini, onu da kabul etmezlerse kendileriyle savaşılacağını bildiriyordu. Mektup kendilerine ulaştığında, Necrânlı Hıristiyanlar görüşmelerde bulunmak üzere on dördü ileri gelenlerinden ve idarecilerinden oluşan altmış kişilik bir heyeti Medine'ye gönderdiler. Görüşmeler sonunda İslâm'ı kabule yanaşmadılar ve Hz. Peygamber ile antlaşma yapmayı uygun gördüler. (İbn Sa'd, Tabakât, I, 357) Resûlullah (s.a.s.) yarısını Safer ayında, kalanını da Recep ayında Müslümanlara ödemek üzere Necrânlılarla iki bin elbise karşılığında barış antlaşması yaptı. Ayrıca onlar, eğer Yemen'de bir saldırı ve zulüm vuku bulursa otuz zırh, otuz at, otuz deve ve savaşta kullandıkları her çeşit silahtan da otuz tanesini Müslümanlara emanet olarak vereceklerdi. Müslümanlar da bu emanetleri sahiplerine iade edinceye kadar muhafazasından sorumlu olacaklardı. Buna mukabil Necrânlıların manastırları yıkılmayacak, din adamlarına dokunulmayacak, bir olay çıkarmadıkları yahut tefecilik yapmadıkları müddetçe bir kısıtlama görmeyeceklerdi. (Ebû Dâvûd, İmâre, 29-30)
Bu antlaşmanın yapıldığı sırada Allah Resûlü Necrânlı Hıristiyanları ortadan kaldırıp bütün mallarını, mülklerini, arazilerini, servetlerini ele geçirebilecek güçteydi. Böyle olmasına rağmen Hz. Peygamber, onlarla barış antlaşması yapmayı tercih etti. Bu antlaşmaya göre İslâm ülkesinin egemenliğinde yaşayacak olan Necrânlı Hıristiyanların malları, canları, ırz ve namusları, dinleri ve dilleri dokunulmaz kabul edilecek, bu çerçevedeki bütün değerleri bizzat Müslümanlar tarafından güvence altına alınacaktı. Buna mukabil onlar da Müslümanlara belli miktarda cizye yani güvenlik vergisi ödeyeceklerdi. Allah Resûlü'nün bu tavrı onun zorda kalmadığı müddetçe hiçbir zaman savaşa ve barış ortamının bozulmasına fırsat tanımadığını göstermekteydi.
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Savaş; İslâm'da zulmü ve saldırı ihtimalini ortadan kaldırmak, meşrû savunmada bulunmak üzere meşru kılınmıştır.
- İslâm, barış dinidir. Barışı tesis etmek ve yapılan antlaşmalara sadık kalmak İslâm'ın temel değerleri arasında yer almıştır.
- Barış ve esenlik Allah'tandır. Kullarını her türlü tehlikeden selamete çıkartan O'dur.
- Hz. Peygamber (s.a.s.) çeşitli vesileler ile diğer topluluklarla iletişime geçmiş, onlarla barış antlaşmaları imzalamış ve barışın korunmasını daima önemsemiştir.
- Barış antlaşması yapılan toplulukların malları, canları, ırz ve namusları, dinleri ve dilleri dokunulmaz kabul edilmiş; bu çerçevedeki bütün değerleri bizzat Müslümanlar tarafından güvence altına alınmıştır.
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Selamlaşma nasıl yapılır, hükmü nedir?
CEVAP : Barış, rahatlık, esenlik demek olan selam, bir terim olarak Müslümanların karşılaştıkları zaman kullandıkları esenlik dileğini ifade eden özel sözlerdir.
İslamî uygulamada selamlaşma, taraflardan birinin diğerine “Selamün aleyküm” (selâm, esenlik ve güven sizin üzerinize olsun) demesi; diğerinin ise, “Ve aleyküm selâm” (Sizin üzerinize de selâm, esenlik ve güven olsun) şeklinde cevap vermesi ile gerçekleşir. Dinimiz müslümanları kardeş ilan etmiş, kardeşlik bilincinin yerleşip devam etmesi için de onlara bazı görevler yüklemiştir. Bu görevlerden biri de selamlaşmaktır. Kur’an-ı Kerim’de, “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı ile karşılık verin.” (Nisa, 4/86) buyurulmuştur. Selama misliyle karşılık vermek, “Selamün aleyküm” diyene “Ve aleyküm selam şeklinde; “Selamün aleyküm ve rahmetullah” diyene ise “Ve aleyküm selam ve rahmetullah” şeklinde cevap vermekle olur. Selama daha iyisi ile karşılık vermek ise “Selamün aleyküm” diyene, “Ve aleyküm selam ve rahmetullah” şeklinde; “Selamün aleyküm ve rahmetullah” diyene de “Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatühü” şeklinde karşılık vermekle olur.
Hz. Peygamber (s.a.s.), “Amellerin hangisi daha hayırlıdır” diye soran kimseye “Yemek yedirmen ve tanıdığına-tanımadığına selam vermendir.” (Buhârî, İman, 18) buyurmuştur. Selamı teşvik eden bir başka hadis-i şerif de şöyledir: “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi sevebileceğiniz bir şeyi söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 22, no: 93)
İki Müslüman karşılaştığında söze başlamadan önce selamlaşmalıdır. Resûlullah (s.a.s.), “Selam, konuşmadan önce gelir” (Tirmizî, İsti’zân, 11) buyurmuştur. İslamî âdâba göre binekte olan yaya olana, yaya olan oturana, az olanlar çok olanlara, küçük büyüğe selam verir (Tirmizî, İsti’zân, 14)
Bir gruptan ayrılan kişi de geride bıraktıklarına selam verir. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturduğu meclisten kalkmak istediği zaman da selâm versin. Önce verdiği selâm, sonraki selâmından daha üstün değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 49; Tirmizî, İsti’zân 15). Bu bilgilere istinaden fakihler selamın hükmü konusunda ayrıca şunları söylemişlerdir. Selamı vermek sünnet, almak ise farzdır. Topluluk halinde iken alınan verilen selamlarda her bir gruptan birinin vermesi ve alması yeterlidir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 141) Şayet selam verilen topluluktan hiçbiri almazsa hepsi günahkâr olur.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.