İKİNCİ TÜRKİYE
Sanırım bir yıla yakın bir süre oldu. O zamandan beri bu köşede yazdığım yazılara bazı nedenlerden dolayı ara verdim. Yazı hayatına yakından âşina olanlar bilir: yeniden başlamak yeniden doğmak gibi bir şeydir. Yeniden başlamak yeniden doğmak gibi bir şeydir.
Bu girizgahı fazla uzatmadan hemen mevzuya gelmek istiyorum. Geçen zaman zarfı içinde hem benim kişisel hayatım, hem de memlekette epey şey oldu, olmaya devam ediyor. Bu zaman zarfında, memleketin geleceğini doğrudan ilgilendiren en mühim hadiselerden biri, Anayasa değişikliğinin halk oylamasına sunulmasıydı.
Bendeniz o günlerde yurt dışından henüz yeni dönmüş, televizyon ve gazetelerle günlük konuşmalarda hararetle sürdürülen bazı tartışmalara tanık oluyordum. ’Evet’ ve ’hayır’ etrafında düğümlenen, işin ilginci, konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın gerekçenin, bu tartışmalar esnasında nasıl olup da gündeme getirildiğini anlamaya çalıştım. Açıkça söylemek gerekirse, bunların çoğunu anlamakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.
Referandum süreci bittikten sonra, yine ’malum’ ve ’bilindik’ bazı zevatın, televizyon ekranlarında, bu sefer daha farklı bir konuyu, ’başörtüsü’ meselesini tartışmalarına tanıklık ediyoruz. Bu mesele, sadece bugünün değil, tarihi benim öğrencilik yıllarıma giden gedikli bir kıdeme sahip olduğu için, çok da yabancımız sayılmıyor.
Bütün bunlar, kendilerini ’aydın’ zanneden ve ’steril’ bir ortamda, toplumsal karşılığı bulunmayan kavramları skolastik bir mantıkla tekrarlayan Türk entelijansiyasının tuhaf davranış biçimini göstermesi bakımından, bilgilendirici ve zaman zaman da eğlenceli olabiliyor.
Bunları izleyen geniş izleyici kitlesi de, hemen hemen aynı duygularla olacak, bu kabil tartışma programlarını, bir tür tüketim malı gibi kullanma eğiliminde. Akşam vakti işten eve dönen aile reisi, bir tür fon müziği gibi bu programları izliyor, bir konuyu açıklamaktan ziyade, karşı tarafı mat etmeye çalışan taraflar üzerinden topraklama yaparak stres atıyor.
Zavallı entelijansiyamız! Onlar, ’aydın’ kisvesinde konu mankeni olarak dolgu malzemesi olmaya devam ederken, ciddi bir yanılsamayla kendilerinin topluma önderlik yaptığını zannediyorlar. Çünkü amaçları belli bir meseleyi samimiyetle çözmek değil, kendilerini göstermek, ya da muhataplarını zavallı konumuna düşürmek.
Ekranlarda her konuda ’malumatfuruşluk’ eden bu zevata mukabil, ’devlet dışı’ sivil bir alanda, yeni üretim imkânlarıyla ülkenin önünü açan, istihdam sağlayan, uluslararası fuar ve iş toplantılarıyla bilgi ve görgülerini arttıran yeni bir zümre, sessiz sedasız kendi gündemleri istikametinde mesafe alıyor.
Birinci Türkiye, ’gösterilen’ ya da ’gösterilmeye çalışılan’ sanal Türkiye’den küçük bir kesiti temsil ederken, ikinci Türkiye; yaşayan, serpilen, gelişen ve mesafe alan Türkiye’yi temsil ediyor. İkinci Türkiye ve onun imkânlarını tanımak için, hem içeride, hem de dışarıdaki gelişmelere bir an dikkat kesilmek, gözlerimizin açılması için yeterli olabilir.
Aslında Türkiye’nin temel sorunu da burada, ikinci Türkiye’nin yeterince dikkate alınmayışında yatıyor. Fakat öyle olsa bile, olan oluyor ve bu ikinci Türkiye gittikçe ağırlığını arttırıyor. Önümüzdeki yıllarda bunun çok daha anlamlı hale geleceği ayan-beyan anlaşılacak.
Birinci Türkiye, ’bürokratik seçkinlerin’ hayalî Türkiyesi olarak havanda su döverken, ikinci ve sahici Türkiye doğal mecrasında akmaya devam ediyor.
Büyük Yunus, ’dağ ne kadar yüce olursa olsun, yol onu aşar’ demişti. Evet, bugün de engeller ne kadar muhkem olursa olsun, ’derin Türkiye’ engelleri aşacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.