Osmanlı hoşgörüsü ve gayrimüslimler
Hoşgörü…
Çok genel geçer bir kavramdır ve aslında birçok anlamı vardır. Türk Dil Kurumu “hoşgörü” kelimesini, her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans olarak tanımlamıştır. Bunun dışında birçok kelime ile de ifade edebiliriz. “Tahammül, tesamuh, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, kişileri eylem ve yargılarında serbest bırakma, izin verme, iyi karşılama anlamlarına da gelir.
Ancak kimi zaman kişiselleşerek subjektif bir yapıya da dönüşebilen veya zamana ve mekana göre farklılık gösterebilen bir kavramdır. Bu nedenle yıllardır tarih kitaplarında sürekli olarak bahsi geçen Osmanlının gayrimüslim vatandaşlarına hoşgörüsünden bahsetmeye çalışacağım.
Acaba gerçekten Osmanlı, gayrimüslim vatandaşlarına hoşgörülü davranmış mıdır? Yoksa atalarının kötü yönleriyle anmak ve tanımak istemediği için tarih kitapları hep Osmanlı’nın iyi yönlerini mi ön plana çıkarmaya çalışmıştır? Elbette ki insanoğlu geçmişinden bahsederken hep güzel anıları gözünde canlandırmak ve hatırlamak ister. Bu insanın fıtratında olan bir şeydir.
“Tarih” için bir bilimdir, diyorsak o zaman objektif olmalıdır. Ancak ne yazık ki bütün dünya tarihi galipler tarafından yazıldığı için her tarihi olayda, objektiflikten bahsetmek mümkün değildir. Bir misal vermek gerekirse, bugün vatan haini olarak kabul edilenler acaba başarılı olsalardı, tarih onlardan nasıl bahsederdi?
Onun için bu durumun, son derece ince bir çizgi olduğu kanaatindeyim. Konuyu fazla dallanıp budaklandırmadan biz asıl konumuza dönelim: Osmanlı’nın gayrimüslimlere hoşgörülü davranışı.
Osmanlı Devleti Bilecik’in Söğüt ilçesinde filizlenen ve 600 sene ayakta kalan dünyadaki ender devletlerden bir tanesidir. Bu devlet bunca sene nasıl olur da yaşar, sorusu bile başlı başına büyük bir vaka.
22 milyon kilometre kareye ulaşan sınırlarıyla, doğal olarak birçok farklı etnik kökeni bünyesinde barındıran büyük bir imparatorluk. Kimdir bu etnik gruplar? Rumlar, Ermeniler, Sırplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Bulgarlar, Macarlar, Yahudi dinine mensup insanlar, gayrimüslim veya azınlık olarak ifade edilen grubu oluşturmaktadır. Biraz daha açacak olursak, azınlıklar, bir ülkede yaşayan ve birbirlerine müşterek ırk, dil, din, kültür bağları ile bağlı olan ve kendilerini, o ülkede yaşayan çoğunluğa nazaran bu bakımlardan farklı hisseden gruplardır.
Azınlık dediğimiz gruplar tarih boyunca her zaman varolmuş ve çoğunluğu teşkil eden nüfus ile birlikte aynı devletin vatandaşlığını taşımalarına rağmen çoğu zaman bazı haklardan mahrum bırakılmışlardır.
Genel anlamda azınlıkların hukuki statüleri, yaşadıkları ülkenin hukuk sistemiyle belirlenir. Osmanlı Devletinde de azınlıklar, ülkede uygulanmakta olan İslam Hukukuna uygun olarak, etnik kökenleri dikkate alınmadan, sadece mensup oldukları din veya mezhep esasına göre gruplandırılmışlardır. Bu nedenle Osmanlı halkı Türk, Rum, Bulgar, Arap değil; Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi olarak adlandırılmış ve bu gurupların her birine Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren “Millet” adı verilmiştir. İslam milleti, Rum milleti, Yahudi milleti gibi.
Osmanlı Devleti de kuruluş sürecinden itibaren sürekli olarak sınırlarını genişletmiş ve bu süreçte her yeni fetih neticesinde bünyesine yeni azınlık guruplarını dahil etmiştir. Ancak bu unsurlara bazı kısıtlamalarda getirildiği görülmektedir. Nitekim Osmanlı azınlık gurupları ile devletin çoğunluğunu oluşturan Müslüman halk arasında önemli hukuki statü farklılıkları vardır. Müslüman ahaliye İslam hukuku ve örfî hukuk kuralları uygulanırken, gayrimüslimlere özel hukuk alanında (yani kişi, aile, miras, borçlar, ticaret hukuku alanlarında) mensup oldukları toplulukların din ve sosyal yaşama ilişkin kurallarına ve kamu hukuku alanında ise İslam Hukukunun Müslüman olmayanlar için koyduğu kurallara tabiydi. Yani azınlıklar ile Müslüman halk farklı hukuk kurallarına tabi tutuluyordu. Bunun nedeni devletin teokratik temellere dayanmasıyla alakalıydı. Şimdi biraz konumuzu örneklerle açıklamaya çalışalım.
Osmanlı Devletinin gayrimüslimlere sosyal alanda getirmiş olduğu kısıtlamalara verilebilecek en önemli örnekler şunlardır: Genellikle kendi mahallelerinde yanyana gruplar halinde yaşayan gayrimüslimler Müslümanlarca kutsal kabul edilen bazı bölgelerde (Eyüp Sultan Türbesi civarında veya camilere bitişik binalarda) oturmaları yasaklanmıştı.
Evlerinin renkleri ve yüksekliği de Müslümanlarınkinden farklı olmak zorundaydı. Mesela Müslümanlar, evlerinin renklerini istediği renge boyayabilirken, III. Selim gayrimüslimlerin evlerinin renklerinin siyah olmasını istemiştir. Bunun yanında gayrimüslimlerin giyimleri konusunda da bazı kısıtlamalar getirilmişti. Mesela farklı renk ve kumaştan yapılmış kıyafetler giyer başlık takarlardı. İpek kumaştan dikilmiş elbiseler ve kürk giymeleri yasaklanmıştı. Onların bu kumaşları kullanmalarını yasaklayan fermanlarda, “gayrimüslimlerin bu mallara taleplerinin fazla oluşunun bu kumaşların fiatını arttırdığı” yazılıydı.
Hamamlarda farklı renk havlu kullanır ve takunya giyemezlerdi. Ayrıca şehir içerisinde izinsiz olarak ata binmeleri ve silah taşımaları da yasaklanmıştı. Müslümanları rahatsız edeceği düşüncesiyle kiliselerde çan çalmaları da yasaktı.
Hukuki alandaki kısıtlamalara bakacak olursak; en önemli kısıtlama, devlet dairelerinde memur olamazlardı. Osmanlı Devletinde sadece Müslüman olanlar devlet memuru olabilirdi. Bunun yanında mahkemelerde Müslümanlar aleyhine tanıklık edemezler ve Müslüman kadınlarla evlenemezlerdi.
Eminim ki buraya kadar ifade edilen bilgiler hakkında (bu konunun erbabı olan kişiler dışında) toplumun çoğunun herhangi bir fikri yoktur. Belki de şu an diyebilirsiniz ki bize bunların hiçbirisi eğitim hayatımızda öğretilmedi. Veya biz bunları duymadık. Hani Osmanlı hoşgörüsü burada gibi düşüncelere de kapılabilirsiniz. Belki de bunlar doğru değil, nerden bilelim deyip inkâr da edilebilir. Ankara Üniversitesi Öğretim üyesi olan Gülnihan Bozkurt’un bu alanda yapmış olduğu çalışmasından faydalanarak ifade ettiğim yukarıdaki bilgiler elbette ki bilimsel ilkelere dayanan doğruluğu kanıtlanmış olan bilgilerden oluşmakta.
Şimdi o zaman burada bir tezat ortaya çıkmakta. Acaba Osmanlı Devleti kendi bünyesinde Müslüman olmayan milletlere hoşgörülü davranmamış mıydı? Yukarıdaki ifadelerden çıkarabilecek tek düşünce bu olsa gerek. Çünkü gördüğünüz gibi Osmanlıdaki bütün hukuk kuralları Müslümanlara birçok ayrıcalık tanırken gayrimüslim unsurlara ise kısıtlamalar getirmekte. Olaya bu perspektiften bakacak olursak bu kanılara ulaşmak elbette ki mümkün. Ancak tarih biliminde geçmişte yaşanan olayları günümüz değer yargılarına göre yorumlamak ve düşünmek doğru sonuçlar vermeyecektir.
Nitekim bu şekilde yorumladığımız için şu an yanlış düşüncelere kapılarak biranda bütün Osmanlı hoşgörüsünü bir kenara bırakmış durumdayız. Ancak bu kanıya ulaşmadan önce o günkü koşullarda acaba Osmanlı Devleti sınırları içerisinde gayrimüslimlerin hakları böyleyken Avrupa’da nasıldı. Bunun cevabını şayet biliyorsak o zaman Osmanlı hoşgörüsünü daha iyi anlayabileceğimiz kanaatindeyim.
Şöyle ki, o günkü şartlarda Avrupa’da Hıristiyan olmayan yani farklı dine mensup bir insanın yaşamı acaba nasıldı diye düşünmek gerekiyor. Avrupa’da Müslümanlar veya Yahudilerin hukuksal hakları nasıldı? Bu soruların cevabı bizi doğruya ulaştıracaktır. O günün Avrupa’sında Hıristiyan olmayan bir insanın bırakın dinini yaşamasını, hayatta kalabilme şartı dahi yoktu. Mesela İber Yarımadasında yaşayan Arap ve Yahudiler dinleri sebebiyle ya Hıristiyan olmaya ya da ölüme mahkûm edilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’dan farklı olarak Avrupa’da Hıristiyan olmayan birinin yaşama gibi bir hakkı asla ve asla mümkün değildi. Nitekim İber Yarımadasından dinleri dolayısıyla horlanan öldürülen bu sebeple de kaçmak zorunda kalan yüz binlerce Yahudi Osmanlı Devleti’ne sığınarak bu topraklara yerleştirilmişlerdir. Osmanlı Padişahları da yayınlamış oldukları Fermanlarla kendilerine sığınan azınlıkların ülkeye giriş ve yerleşmelerine karışılmamasını, iyi karşılanmalarını, aksi davranışlarda bulunanların da ölümle cezalandırılacaklarını belirterek, onları da bir bakıma Osmanlı tebaası olarak koruması altına almıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti fethedilen topraklarda yerleşmiş bulunan veya göç yoluyla gelen, farklı din ve kültüre mensup bu kişilere dinlerini muhafaza ederek, devlet güvencesinde yaşama hakkı tanımıştır.
Şimdi olaya bu açıdan bakacak olursak bir tarafta Hıristiyan değilse yaşama hakkı olmayan bir grup varken Osmanlı Devletinde dinleri ne olursa olsun insanın en temel hakkı olan yaşama hakkına tecavüzde bulunulmadığını görebiliriz.
Avrupa ile Osmanlı Devleti arasında bir başka örnek vermek gerekirse, mesela Dünyanın birçok ülkesinden Osmanlı ülkesine gelerek Anadolu coğrafyasını gezen ve bu gezileriyle ilgili anekdotları seyahatnamelerinde yazan birçok Hıristiyan seyyah görmekteyiz. Oysaki o günün Avrupası’nda Müslüman olan bir seyyahın Anadolu’dan kalkıp Avrupa’yı gezmesi gibi bir durum asla ve asla mümkün değildi. Dolayısıyla o günün şartlarında birçok etnik grubun Osmanlı’ya sığınarak en temel hakkı olan yaşama hakkı ve en temel bir başka hakkı olan dinlerini özgür bir şekilde yaşaya bildiğini görmekteyiz.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün aslında mesela Ceza Hukuku alanında, suç işleyen bir gayrimüslime, aynı suçu işleyen Müslüman’a verilen cezanın yarısının verildiğini görüyoruz. Peki Avrupa’da nasıldı? Bu soruyu yanıtlamaya artık gerek yok herhalde. Cevabı artık biliyorsunuz, bundan sonrasına şimdi siz karar verin.
Sonuç olarak Osmanlı Devleti azınlıkları çoğunluğun içinde eritme politikası izlememiş, tam tersine azınlıklar, birbirinden çok farklı olan ve onları azınlık grubuna sokan ayırıcı özelliklerini koruyarak, yüzyıllarca yanyana dinlerini de özgür bir şekilde yaşamışlardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.