SÜNNET
Başlarımızın tacı, gönüllerimizin sultanı, dertlerimizin ilacı, ilâhî mektebin muallimi ve manevî eczanenin biricik tabibi Hz. Muhammed, Mevla’mızın ifadesiyle “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.” Onunu için ona rahmet ve merhamet peygamberi denmiştir. O, mükemmel bir ahlakın mümessili ve simgesi idi. Onun yirmi üç senelik peygamberliği esnasında yaptığı konuşmaları ve davranışları bize ışık tutmakta, önümüzü ve yolumuzu aydınlatmaktadır. Bu da dinimizde ikinci kaynağı oluşturmakta ve ‘Sünnet’ adını almaktadır.
Bu dinin gerek fert, gerekse toplum bazında, hayatın her safhasında aktif ve dinamik olarak yaşanabilmesi o dinin peygamberinin hayatının çok iyi bilinmesine bağlıdır. İşte bu maksatla başta sahabeler olmak üzere, ondan sonra gelen nesiller, peygamber efendimizin hayatını en ince teferruatına varıncaya kadar şuur derecesinde muhafaza edip ibadet aşkıyla bize aktarmışlar ve bu bilgileri çok erken devirlerde yazılı metinler haline getirmişler, ama aynı zamanda da o ‘Örnek’ hayatı kendi yaşantılarının yegâne rehberi edinmişlerdir.
Onun için peygambere iman ve itaat etmek demek, ona ittiba etmek demektir. Hiç şüphesiz Allah’ı sevmenin, Allah tarafından sevilmenin ve bağışlanmanın yolu, peygambere tâbi olup, ona bağlanmaktan geçer.
Şunu kesin olarak bilelim ki, ‘Kur’an ile Sünnet’ birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sünnetsiz bir dini hayat tasavvur olunamaz. Çünkü Kur’anın emrettiği pek çok ibadetin, itaatin, emir ve yasakların açıklanması ve uygulanması ancak sünnetle mümkün olabilir. Kur’an namazı emreder; ama nasıl, kaç rek’at, ne zaman kılınacağını sünnetten öğreniriz. Oruç, Zekât, Haç da aynı şekildedir. Kaldı ki, kâinatın efendisi “Dininizi benden öğrenin” buyurmuşlardır. Öyle ya, dini, dini getirenden daha iyi kim öğretebilir? Bu sebeple sünneti devre dışı bırakmak isteyenler, kendi hurafelerini / bid’atlarını / eklediklerini / anladıklarını / uydurduklarını bilerek veya bilmeyerek, kasıtlı veya kasıtsız topluma ‘Din’ diye kabul ettirme gayretkeşliği içinde olanlardır. Çünkü kaldırılan sünnetin yerine bid’at geçer. Bid’at da dinde reddedilmiştir. Yüce Rabbimizin şu îkazı, dimağları kavuracak, yürekleri yakacak kadar acıtıcıdır: “Allah’ dan bir yol gösterici olmaksızın kendi heva ve heveslerine uyandan daha sapık kimdir. Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak -Bu helaldir, şu da haramdır- demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”
Kur’anın en muteber tefsiri ve en muhteşem şerhi sünnet, en muazzez şârihi Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed’i ve onun mübarek sözlerini hafife alarak, duygu ve düşüncelerde tereddütler doğurup, şüpheler uyandırmaya çalışmak ve en sahih rivayetleri bile göz ardı etmek hiçbir Müslüman’a yakışmaz. Onun için bütün Müslümanlar bilir ki, Müslüman’ın dünyevî ve uhrevî hayatını çepeçevre kuşatan yalnız Kur’an hükümleri olmayıp, onun yanında Hz. Muhammed’in de koyduğu ‘Hükümler’ mevcuttur ve de çoktur. Bu yetkiyi ona veren cenabı Hak’tır.
Bu sebeple, sünnet karşıtı söz ve tavırlara kanmamak gerekir. Unutulmamalı ki, dini hayat Hz. Muhammed’in ‘Sünnetleriyle, Hadisleriyle’ kaimdir. Aslında bu ‘İlâhî ölçü’ Kur’anın talimatıdır. “Peygamberin size verdiğini alın, sizi yasakladığı şeyden de kaçının. Allah’dan korkun. Şüphesiz ki Allah cezası şiddetli olandır.” Sünnete uygun hiçbir eylemi ve söylemi olmayan / olamayan ‘Zavallıların’ yaşadığı hayatı ve algıladığı dini insanlara dayatması ilk ve son olmayan şeytanî bir illettir ve de baş aşağı meşhur olma adına nefsanî bir hastalıktır. Onun için, ‘Sünnet’ mahrumlarının, ‘Şefaat’ ve ‘Vesile’ kaçkınlarının sünnetten bahsetmesini veya sünneti sevdirmesini bekleme saflığına düşmemek lazım. Son söz, sözlerin en güzelini söyleyen Hz. Muhammed’in olsun: “Ümmetimin fesada uğradığı zamanlarda, sünnetime sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.