Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

VEKÂLET VEKİL ASİL GİBİDİR

VEKÂLET VEKİL ASİL GİBİDİR

Hicretin sekizinci yılıydı. Hz. Peygamber, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye dokuz kilometre uzaklıktaki Ci'râne denilen yerde, Hevâzin ve Sakîf kabileleriyle yapılan Huneyn Gazvesi'nden elde edilen ganimetleri taksim ettikten sonra, umre yapmak üzere ihrama girdi. Umresini tamamlayarak

Medine'ye geri döndüğünde Müslümanlar hacca gitmeye hazırlanıyorlardı.

O yıl hacca bizzat gitmeyen Allah Resûlü, hac emirliği görevini Hz. Ebû Bekir'e verdi ve ona hac süresince yapması gereken vazifeleri bildirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir derhâl yola koyuldu ve Arc denilen yere kadar ilerledi. Burada ashâba sabah namazını kıldırmak üzereydi ki Hz. Peygamber'in devesi Ced'â'nın sesini duydu. Allah Resûlü'nün hacca geldiğini düşünerek sabah namazını kendisiyle eda etmek için bekledi.

Fakat gelen Resûlullah değil, Hz. Ali'ydi. Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi, hac kafilesinin Medine'den ayrılmasından sonra indirilen Tevbe sûresinin baş kısmından otuz küsur âyeti ve bazı hususları insanlara bildirmekle görevlendirmişti. Böylece Hz. Ebû Bekir öncülüğünde hac vazifelerini yerine getiren Müslümanlar, Hz. Ali aracılığıyla yeni inen âyetlere vâkıf olmanın yanı sıra, “artık müşriklerin Kâbe'ye yaklaşamayacak olması, Kâbe'nin çıplak tavaf edilmemesi gerektiği, mümin olmayanın cennete giremeyeceği” gibi birtakım bilgileri öğrenmiş oldular.

Allah Resûlü, peygamberliği süresince insanlara Allah'ın emirlerini daima eksiksiz bir şekilde bildirmiş ve yaşantısıyla da onlara en güzel şekilde örneklik etmiştir. Başlangıçta küçük bir cemaatten oluşan Müslümanlar zamanla büyük bir toplum hâline gelmiş ve geniş bir coğrafyayı hâkimiyeti altına almıştır. Öyle ki İslâm coğrafyasının her yerine Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin gitmesi mümkün olmamış, bu nedenle o, Müslüman topraklarına katılan her bölgeye Allah'ın dinini öğretmek ve hükümlerini uygulamakla görevlendirdiği elçileri başlamıştır. Yemen halkı Hz. Peygamber'den kendilerine İslâm'ı ve sünneti öğretecek birini göndermesini istemiş, Hz. Peygamber de bu görevi Ebû Ubeyde b. Cerrâh'a vermiştir. Müslüman olduklarını söyleyerek, dini öğretecek kimselere ihtiyaç duyduklarını bildiren Ri'l, Zekvân, Usayye ve Lihyânoğulları kabilelerine de ensardan yetmiş sahâbîyi göndermiştir.

Ebû Musa el-Eş'arî ile Muâz b. Cebel'i dinî hükümleri bildirmek ve idarecilik yapmak üzere Yemen'e gönderen Hz. Peygamber, çeşitli bölgelerdeki zekât ve cizye gibi gelirlerin tahsilini de güvenilir elçiler aracılığıyla yapmıştır. Süleymoğulları'nın zekâtını almakla İbnü'l-Lütbiyye'yi, Hayber'deki arazilerin gelirlerini toplamakla da Abdullah b. Revâha'yı görevlendirmiştir. 

Böylece, kendisinin ulaşamadığı yerlere vekilleri aracılığıyla ulaşmış, tek başına yürütmesi mümkün olmayan Müslüman toplumuna ait işleri vekilleri vasıtasıyla görmüştür. Kendisinden sonra gelen halifeler ve emîrler de bu uygulamayı devam ettirmişlerdir. Örneğin, Medine valisi Mervân'ın, kendisinin görev başında bulunamadığı zamanlarda Ebû Hüreyre'yi vekil bıraktığı bilinmektedir. Hz. Ömer'in atamış olduğu valiler de gerekli durumlarda yerlerine, ehil olan kimseleri bırakmışlardır.

Vekâlet, güven esasına dayanan bir ilişkidir. Zira vekil, asil gibidir; asıl şahsın kendisi adına yetki verdiği kimsedir. Bu nedenle vekil olacak kişinin seçimi titizlik gerektirir. Nitekim Allah Resûlü, Hıristiyan kalarak cizye vermeye razı olan Necrân halkına, güvenilir biri olduğunu vurgulayarak Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ı göndermişti. Ayrıca Allah Resûlü'nün Tebük ve Buvat Gazvelerinde olduğu gibi bazı vesilelerle Medine dışına çıktığı zaman geride kalanlara imamlık etmesi için yerine İbn Ümmü Mektûm'u bırakması da dikkat çekicidir.

Önde gelen pek çok sahâbînin de kendisiyle birlikte sefere çıkmaları dolayısıyla İbn Ümmü Mektûm'a vekâlet veren Allah Resûlü bu tavrıyla, bedensel engelli olmanın kişinin güvenilirliğini olumsuz etkilemeyeceğini ve vekâlette liyakatin önemli olduğunu göstermek istemiştir.

Hz. Ömer'in de vekil seçiminde oldukça titiz olduğu bilinmektedir. Kendisi bir gün Usfan'da, Mekke'ye vali olarak tayin ettiği Nâfi' b. Abdü'l-Hâris ile karşılaşınca ona Mekke halkının yönetimini kime bıraktığını sormuştu. Nâfi' kendisinin yerine İbn Ebzâ isminde mevâlîden birisini bıraktığını söyleyince Hz. Ömer, “Mekke halkının başına azatlı kölelerimizden birini mi bıraktın?” sözleriyle şaşkınlığını dile getirdi. Zira çoğunluğu Arap olan Mekke halkının başına daha önce köle olduğu bilinen birinin getirilmesi sorun oluşturabilirdi. Nâfi', bu vekâletin sebebini şöyle açıkladı: “İbn Ebzâ, Allah Teâlâ'nın Kitabı'nı güzel okuyarak anlayan, ferâizi (miras hukukunu) iyi bilen ve hüküm vermeye yetkili bir kimsedir.” Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in, 

 “Muhakkak ki Allah Teâlâ, bu kitap (Kur'ân-ı Kerîm) ile bazı kavimleri yükseltir, diğer bazı kavimleri de alçaltır.” sözünü hatırlatarak onun vekil seçiminde nesebi ve sosyal statüyü değil de ehliyeti gözetmesini takdir etti.

Vekil seçimine dikkat edilmesi gerektiği kadar, tayin edilen vekilin tasarruflarının, müvekkilin isteklerine uygun olup olmadığının da denetlenmesi gerekir. Bu konuda oldukça titiz davranan Hz. Ömer, ehil gördüğü kimseleri vekil tayin etmiş, bu kişilere adaletli olmayı emrettikten sonra emrine uygun hareket edip etmediklerini de araştırmıştır.

Allah Resûlü, bizzat kendisinin yürütmekte olduğu bazı işleri, başında duramadığı zamanlarda kendisinin yerine devam ettirmesi için vekillere bırakmıştır. Örneğin, Bedir Savaşı'na çıkarken resmî ve özel bazı işleri için sekiz kişiyi görevlendirmiş, ayrıca ordusuyla birlikte yola koyulmasının ardından beraberinde olan Ebû Lübâbe'yi de geri göndererek ondan Medine'nin yönetimiyle ilgilenmesini istemiştir. Daha sonra da kendisine verilen vazife nedeniyle savaştan geri kalan bu kişilere ganimetten pay ayırmıştır.

Aynı şekilde, Benî Kaynukâ ve Sevîk Gazvelerine çıktığında da yerine vekil olarak Ebû Lübâbe'yi bırakan Allah Resûlü, kimi zaman da seferlere kendisi katılmamış, gönderdiği seriyyelere uygun gördüğü kişileri komutan tayin etmiştir.

İslâm dini nikâh, boşanma, vasiyet, dava, ticarî ortaklık, kiralama ya da alım satım gibi hukukî işlemlerde hareket kolaylığı sağlamaya yönelik olarak vekâlet konusunda ortaya koyduğu birtakım ilkelerin yanı sıra oldukça detaylı düzenlemeler getirmiştir. Hz. Peygamber zamanında bu tür işlemlerde vekâlet sık rastlanan bir durumdur.

Meselâ kaza umresi yapacağı sıralarda, Medine'den ayrılmak üzereyken Meymûne bnt. el-Hâris ile evlenmeye karar veren Resûlullah, nikâh işlemleriyle ilgilenmesi için Ebû Râfi' ile ensardan bir sahâbîyi vekil olarak göndermiştir. Davalara katılmaktan hoşlanmayan Hz. Ali'nin, bir dava sebebiyle mahkemeye gitmek durumunda kaldığında yerine vekil olarak kardeşi Akîl b. Ebû Tâlib'i, o yaşlandığında da Abdullah b. Ca'fer'i gönderdiği bilinmektedir. Hanımı Fâtıma bnt. Kays'ı boşayan sahâbî Ebû Amr b. Hafs da nafaka işlemlerini bir vekil aracılığıyla devam ettirmiştir.

Hz. Peygamber hayatı boyunca çeşitli nedenlerle, birçok alanda kendisine vekiller tayin etmiş, vefatıyla sonuçlanan rahatsızlığı sırasında da cemaate namaz kıldıramadığı için bu görevi Hz. Ebû Bekir'e vermiştir. Bununla birlikte sağlığında hiç kimseye, daha sonra tartışmalara konu olan “halifelik” ya da “peygamberlik görevinin temsili” şeklinde yorumlanabilecek türden bir vekâlet vermemiştir.

Allah’ın Vekâleti:

Allah'ın isimlerinden birinin “el-Vekîl” olduğunu bize haber veren Resûlullah, gündelik işlerinin devamı için vekâlet uygulamasına sık sık başvurmuşsa da en güzel vekilin Allah olduğunu her zaman hatırında tutmuş, ashâbına da şu öğüdü vermiştir: 

 “Yüce Allah âcizliği kınar. Hâlbuki akıllı olmalısın! Bir işin üstesinden gelemediğin zaman, 'Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.' de.”

Zira ilâhî vahyin inmeye yeni başladığı zamanlarda Allah Teâlâ kendisini kullarına tanıtırken “her şeyin vekili” olduğunu söyleyerek onlara, tüm yaratılmışların sahibi ve koruyucusu olduğunu, bu nedenle kulluk edip boyun eğilecek ve güvenilip dayanılacak tek varlığın da yalnız kendisi olduğunu bildirmiştir.

 “O, doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise O'nu vekil edin.” buyurarak kullarının kendisine güvenmelerini ve tevekkül etmelerini emretmiş, pek çok âyette kişiye vekil olarak kendisinin yeterli olacağını hatırlatmıştır. 

Bu doğrultuda Hz. Peygamber Allah'a her zaman sonsuz güven duymuş, bir yolculuğa çıkarken, 

 “Allah'ım, yolculuğumuzda bize yoldaş ol, ardımızdan ailemize göz kulak ol.” diyerek Allah'a, kendileriyle beraber geride bıraktıklarını da koruması için dua etmiştir. Resûlullah'ın izinden ayrılmayan sahâbe de aynı tutumu sergilemiştir.

Nitekim Uhud Savaşı sırasında kendilerinden sayıca çok ve daha güçlü olan düşmanlarından korkmaları gerektiği söylenmesine rağmen hiç korkmayarak, ilk defa Hz. İbrâhim'in ateşe atılırken söylediği,  (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.) sözüyle yollarına devam etmişler, bu tavırlarıyla da Allah'ın lütuf ve nimetlerine nail olmuşlardır. Ayrıca Hz. Peygamber, her şeyin vekili olan Rabbimizin razı olacağı birtakım davranışları sergileyen kimselere, kendileri için tevbe ve istiğfarda bulunan melekleri vekil kılacağını müjdelemiştir. Allah, el-Vekîl ismiyle güvenilecek asıl dayanak olduğunu bildirmektedir.

Vekalet Ahkamı:

Aynı şekilde insanlar arası ilişkilerde sıkça ihtiyaç duyulan vekilliğin de temeli kişiler arası güvene dayanır. Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın uygulamaları ışığında vekâlet için çeşitli düzenlemeler getirilmiş ve hukukî işlemlerde vekâlet belirli şartlara bağlanmıştır. Buna göre her şey için vekil tayin edilemeyeceği gibi her kişi de vekil olarak görevlendirilemez. Özellikle ticarî işlemlerde vekâletin zamanı, şartları, özellikleri ve tarafları önceden belirlenerek kayıt altına alınmalıdır. Bu şekilde sonradan ortaya çıkması muhtemel birçok anlaşmazlık baştan önlenmiş olur. Bu hususa dikkatleri çeken tâbiûn âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb, bir kimsenin başka bir kimseyi ticarî bir konuda kendisine vekil kılarken onunla, söz konusu vekâletle ilgili bütün ayrıntıların belirtildiği yazılı bir sözleşme yapması gerektiğini bildirmiştir.

Vekâlet uygulamalarında amaç herhangi bir kimseye meşru bir şekilde yardım etmek olduğundan dinen yasaklanan fiiller ve kazançlar için vekil tutulamaz. Yine bir kişinin hak ettiği ceza, onun yerine bir başkasına yüklenemez. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, 

 “Hiç kimse bir başkasının suçundan sorumlu değildir.” buyrulurken Hz. Peygamber de, 

 “Bilin ki! Cana kıyan kişi ancak kendi işlediği cinayetten sorumludur. Hiçbir baba oğlunun cinayetinden sorumlu tutulamaz, hiçbir oğul da babasının cinayetinden sorumlu tutulamaz.” buyurmaktadır.

Ayrıca, vekilin maddî veya mânevî bir tasarrufta bulunması ya da kendisine çıkar sağlaması doğru değildir. Vekilin müvekkilin vekâlet verdiği konularla sınırlı kalması ve onun belirlediği şartlara göre adaletle davranması gerekir. Bu nedenle vekilin güvenilir bir kişi olması çok önemlidir. Bu bağlamda Hz. Hatice'nin, kendi mallarıyla ticaret yapmak üzere, üstün ahlâkıyla tanınan Hz. Muhammed'i görevlendirmesi ve saygın kişiliğinin yanı sıra bu görevdeki güvenilirliği dolayısıyla onun eşi olmak istemesi oldukça manidardır.

İbadetlerde Vekalet:

Vekil, insanların işlerinde onlara yardımcı olan, onların hayatlarını kolaylaştıran kimsedir. Kullarının zorluk çekmesini istemeyen Yüce Allah, kendisine yapılan ibadetler hususunda da kullarına kolaylıklar göstermiştir. Bu doğrultuda birtakım şartlar dâhilinde yapılması gereken bazı ibadetler için bir başkasının vekil kılınmasına müsaade edilmiştir. Cüheyne kabilesinden bir kadın Allah Resûlü'ne gelerek, “Annem haccetmeyi adamıştı, fakat haccedemeden vefat etti. Ben onun yerine haccedebilir miyim?” diye sordu. Hz. Peygamber (SAV) de ona, şöyle cevap verdi:

 ““Evet, annenin yerine haccet.  Eğer annenin bir borcu olsaydı bu borcu öderdin değil mi? O hâlde, Allah'a karşı olan borcu ödeyin! Şüphe yok ki Allah hakkı ödenmeye en lâyık olandır!”

Hz. Peygamber (sav), İslâm'ı tebliğe başladığı ilk günden itibaren, insanların üstesinden gelemeyecekleri durumlara karşı katı, değişmez ve onları mağdur edecek sonuçlar doğuran kurallar getirmemiştir. Aksine, yukarıdaki örnekte görüldüğü üzere, mutlaka insanları rahatlatacak, sıkıntıdan kurtaracak bir çözüm yolu göstermiştir. Aynı şekilde haccetmeyi adayıp bunu yerine getiremeden vefat eden bir kadının erkek kardeşine onun yerine, babası iyice yaşlanmış, yolculuğa dayanamayacak kadar zayıf düşmüş olan bir kadının da babasının yerine haccetmesine müsaade etmiştir. 

Böylece Allah Resûlü, insanların kendilerinin yerine getirme fırsatı bulamadıkları ya da yapmakta zorlandıkları ibadetleri bir başkasının vekâletiyle yerine getirmiş olacaklarını bildirmiştir.

Kur'an ve hadislerden, namaz ve oruç gibi yalnız bedenle yapılan ibadetlerde vekâletin söz konusu olamayacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Hz. Peygamber'in (sav) sağlığında uygulanmadığı hâlde, ibadet borcu ile ölenler için sonradan ortaya çıkarılan iskât-ı salât ve devir gibi uygulamaların dinî geçerliliğinin olmadığı bilinmelidir. İbadetlerde vekâlet uygulamasına, zekât ve sadakanın hak sahibine teslimi, hac görevinin yerine getirilmesi ya da kurban kesimi gibi malî yönü olan ibadetlerin gerçekleştirilmesinde başvurulmuştur. Kurbanın vekil tayin edilerek kesilmesi özellikle yaygınlık kazanmıştır. Zira bu, herkesin kolayca yapabileceği bir iş değildir. Ayrıca kurban kesmeye gücü yeten kişi de her zaman buna fırsat bulamayabilir. Nitekim Allah Resûlü kurbanlıklarından bir kısmını kendisi kesmiş, bir kısmını da vekâletle başkalarına kestirmiştir. Hicretin dokuzuncu yılında, Kâbe'de kendi adına kesilmek üzere Hz. Ebû Bekir ile kurbanlık develer göndermiştir.  Hz. Peygamber'in kendisi de hanımlarına vekâleten kurban kesmiştir.

İnsanların günlük hayatta duyduğu ihtiyaçtan doğan vekillik, zamanla hayatın her sahasında uygulanır hâle gelmiştir. Böylece her işini kendisi göremeyen insanın, sorumluluklarını aksatmadan yerine getirmesi mümkün olmuş, hayatını daha kolay devam ettirebilmesi sağlanmıştır. Bugün, hızlanan dünyaya ayak uydurmak, hatta yalnızca olup bitenleri takip etmek dahi tek başına bir insanın üstesinden gelemeyeceği bir iştir. Özellikle bilim ve teknolojinin gelişmesiyle değişen şartlar ve artan sorumluluklar sonucunda vekâlet, günlük yaşamın vazgeçilmez bir unsuru hâline gelmiştir. Bu doğrultuda her birey kendi işlerinden bir kısmını vekil tayin ettiği kişiler ya da kurumlar aracılığıyla yapmaktadır. Özellikle hukukî davaların takibinde ve ticarî işlerin yürütülmesinde vekâlet bir zorunluluk hâlini almıştır. İnsan hayatını kolaylaştırmayı ve güvene dayalı bir toplum oluşturmayı hedefleyen İslâm dini vekâlete izin vermiş ve böylece hayatın her alanında vekillik günümüze kadar uygulanagelmiştir.

                                            KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

 

 

GÜNÜN AYETİ:

"O, doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Öyle ise O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/9)

 

GÜNÜN HADİSİ:

Avf b. Mâlik'ten (r.a.) aktarıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah acizliği kınar, hâlbuki akıllı olmalısın. Bir işin üstesinden gelemediğin zaman, 'Allah bana yeter, O ne güzel vekildir. de.” (Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 28)

GÜNÜN DUASI:

"Ey Allah'ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş başa bırakma. Hâlimi tümüyle düzelt, senden başka ilah yoktur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110)

ASR-I SAADET'TEN

Hicretin sekizinci yılıydı. Hz. Peygamber, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye dokuz kilometre uzaklıktaki Ci’râne denilen yerde, Hevâzin ve Sakîf kabileleriyle yapılan Huneyn Gazvesi'nden elde edilen ganimetleri taksim ettikten sonra, umre yapmak üzere ihrama girdi. Umresini tamamlayarak Medine'ye geri döndüğünde Müslümanlar hacca gitmeye hazırlanıyorlardı. O yıl hacca bizzat gitmeyen Allah Resûlü, hac emirliği görevini Hz. Ebû Bekir’e verdi ve ona hac süresince yapması gereken vazifeleri bildirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir derhal yola koyuldu ve Arc denilen yere kadar ilerledi. Burada ashaba sabah namazını kıldırmak üzereydi ki Hz. Peygamber'in devesi Ced'a'nın sesini duydu. Allah Resûlü'nün hacca geldiğini düşünerek sabah namazını kendisiyle eda etmek için bekledi. Fakat gelen Resûlullah değil, Hz. Ali'ydi. Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi, hac kafilesinin Medine'den ayrılmasından sonra indirilen Tevbe süresinin baş kısmından otuz küsur ayeti ve bazı hususları insanlara bildirmekle görevlendirmişti. Böylece Hz. Ebû Bekir öncülüğünde hac vazifelerini yerine getiren Müslümanlar, Hz. Ali aracılığıyla yeni inen ayetlere vâkıf olmanın yanı sıra, "artık müşriklerin Kâbe'ye yaklaşamayacak olması, Kâbe'nin çıplak tavaf edilmemesi gerektiği, mümin olmayanın cennete giremeyeceği" gibi birtakım bilgileri öğrenmiş oldular. (Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 9; Dârimî, Menâsik, 71; Nesai, Menâsikü'l-hac, 187)

 

          HİSSEMİZE DÜŞENLER

  • Kişinin bazı işleri, başında duramadığı ya da yerine getiremediği zamanlarda kendisinin yerine devam ettirmesi için vekillere bırakması işi sosyal hayatın bir gereğidir.
  • Vekâlet, güven esasına dayanan bir ilişkidir. Bu nedenle vekil olacak kişinin seçimi titizlik gerektirir. Vekil seçiminde nesebi ve sosyal statüyü değil de ehliyeti gözetmek zorundayız.
  • İbn Ümmü Mektüm'a vekâlet veren Allah Resûlü bu tavrıyla, bedensel engelli olmanın kişinin güvenilirliğini olumsuz etkilemeyeceğini ve vekâlette liyakatin önemli olduğunu göstermiştir.
  • Allah'ın isimlerinden birinin "el-Vekîl" olduğunu bize haber veren Resûlullah, gündelik işlerinin devamı için vekâlet uygulamasına sık sık başvurmuşsa da en güzel vekilin Allah olduğunu her zaman hatırında tutmuştur.
  • Vekâlet uygulamalarında amaç herhangi bir kimseye meşru bir şekilde yardım etmek olduğundan dinen yasaklanan fiiller ve kazançlar için vekil tutulamaz.
  • Yüce Allah, kendisine yapılan ibadetler hususunda da kullarına kolaylıklar göstermiştir. Bu doğrultuda birtakım şartlar dâhilinde yapılması gereken hac ve kurban gibi bazı ibadetler için bir başkasının vekil kılınmasına müsaade edilmiştir.
  • Kur'an ve hadislerden, namaz ve oruç gibi yalnız bedenle yapılan ibadetlerde vekâletin söz konusu olamayacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sağlığında uygulanmadığı hâlde, ibadet borcu ile ölenler için sonradan ortaya çıkarılan iskât-ı salât ve devir gibi uygulamaların dinî geçerliliğinin olmadığı bilinmelidir.

 

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU  :  DEPREMZEDELERE ZEKAT VERİLEBİLİR Mİ?

CEVAP : Zekat, toplumsal dayanışma ve insanların temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için farz kılınmış bir ibadettir. Deprem gibi büyük afet zamanlarında toplumun acil ihtiyaçlarının karşılanması son derece önemli hale gelmektedir. Böyle durumlarda diğer bağışların yanında şartlarına riayet etmek kaydıyla zekat yoluyla da yaraların sarılmasına destek olunabilir. Kur’ân-ı Kerim’de, zekatın verilmesi gereken yerler sayılmıştır. Buna göre, dinen verilebileceği kimselere ulaştırılması şartıyla zekat farizası doğrudan ya da her bakımdan güvenilir kişi ve kuruluşlar aracılığı ile yerine getirilebilir. 

Yukarıdaki açıklama ışığında, zekatı bir aracı kuruluş vasıtasıyla gönderirken özellikle şunlara dikkat edilmelidir;

a) Bu kuruluşun her bakımdan güvenilir olması,

b) Bu kuruluşun, zekata aracılık ettiğini açıkça taahhüt ediyor olması ve topladıkları zekatların tamamını aynî veya nakdî olarak doğrudan hak sahiplerine teslim etmesi,

c) Zekatın, söz konusu kuruluşun özel "zekat hesabı"na yatırılması. 

Öte yandan dinimizde infak, dayanışma ve yardımlaşma anlayışı sadece zekattan ibaret değildir. Dolayısıyla yardıma muhtaç olanlara, zekat dışındaki yardımlarla da elden geldiğince ulaşmaya ve yaralarını sarmaya çalışmak inancımızın bir gereğidir.

 KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

                                    Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2154 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR