BİR İNSAN OLARAK HZ. PEYGAMBER
Resûlullah’ın (sav) vefatı, ashâbını derin bir hüzne boğmuştu. Bir de münafıkların küstahça tavırları, Hz. Ömer gibi metanetli birini bile şirazeden çıkartmış, son derece asabileştirmişti. Canından çok sevdiği Peygamberi’nin, aralarından erken ayrılışına şaşıran ve çaresizlik içerisinde kalan Ömer, mescidin bir tarafında ayağa kalkarak, “Vallahi, Resûlullah ölmedi! Etrafımızdaki birçok münafığın ellerini ve ayaklarını (nifaktan) uzaklaştırıncaya kadar da ölmeyecektir!” diye haykırıyordu. Aslında bu ve benzer sözler, Hz. Ömer’in, çok sevdiği Peygamberi’nin beklenmedik ayrılışı karşısında şok hâliyle sarf ettiği ifadelerinden başka bir şey değildi. Bu arada acı haberi alan Hz. Ebû Bekir, Sunh mahallesindeki evinden mescide geldi. Doğruca Allah Resûlü’nün hanesine vardı, yüzündeki örtüyü kaldırdı ve onun gözlerinin arasını öptü. Ömer başta olmak üzere hüzünden ne yapacaklarını şaşırmış olan sahâbeyi sakinleştirmeye çalışan Hz. Ebû Bekir, “Anam babam sana feda olsun. Sen, diri olarak da ölü olarak da tertemizsin. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki Allah sana asla iki ölüm tattırmayacaktır!” dedi. Sonra odadan dışarıya çıktı ve “Ey (Resûlullah’ın ölmediğine) yemin eden adam! Sakin ol!” diyerek Hz. Ömer’i uyardı. Sonra gayet metin bir şekilde onlara hitap etmeye başladı. Hz. Ebû Bekir konuşmaya başlayınca, Hz. Ömer susup oturdu.
Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle devam etti Hz. Ebû Bekir: “Dikkat edin! Kim Muhammed’e kulluk ediyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah diridir, asla ölmez. Yüce Allah, Peygamberi’ne, ‘Muhakkak sen de öleceksin, onlar da elbet ölecekler.’ (Zümer, 39/30.) buyurdu. Yine Allah şöyle buyurdu: ‘Muhammed, ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.’” (Âl-i İmrân, 3/144.)
Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerinden sonra insanlar hıçkırarak ağlamağa başladılar. Ashâb öyle şaşkınlık içindeydi ki Hz. Ebû Bekir bu âyeti okuyana kadar, sanki Allah’ın böyle bir âyet indirdiğini bilmiyor gibiydiler ve âdeta bunu Hz. Ebû Bekir’den yeni öğreniyorlardı. Artık herkes bu âyeti okumaya başlamıştı. Allah Resûlü’nün ölümünü o âna kadar kabullenemeyen Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in okuduğu âyetleri dinleyince gerçekle yüz yüze gelmiş, dehşete düşmüş ve dizleri dermansız kalmıştı. Bu acı gerçeğin ağırlığı karşısında bulunduğu yere çöküvermişti.
Hz. Ömer ile birlikte sahâbenin yüzleştiği bu en büyük acı, bilinen bir hakikati çok çarpıcı biçimde yeniden hatırlatmıştı. Peygamber Efendimiz de bir insandı. Allah’tan vahiy alıyordu ama neticede o bir beşerdi. Doğan her fâni gibi o da vefat etti. Bâkî kalansa Allah ve dini idi. Hz. Ebû Bekir’in okuduğu âyetle hatırlattığı da buydu insanlara. Sahâbîler, çok iyi bildikleri bu hakikati duygu yoğunluğundan dolayı sanki ilk defa duymuş gibiydiler. Oysa Hz. Peygamber’in (sav) doğumuna tanık olanlar da vardı içlerinde, çocukluk arkadaşı olanlar da. Onlarla birlikte bir ömür geçirmiş, Allah’ın takdir ettiği eceli geldiğinde de aralarından ayrılmıştı.
Allah’ın Son Elçisi’nin hayatı ve ölümü, Peygamber’in sade bir insandan farklı olması gerektiğini düşünen müşrik algısına bir reddiye idi aslında. Hz. Peygamber’e, “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” diyen bu insanlara, Yüce Allah, “Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece insan bir elçiyim.” diye cevap vermesini emretmişti. (İsrâ, 17/90-93.) Müşriklerin, “Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!” demelerinden ötürü ruhu daralarak, kendisine vahyolunan âyetlerin bir kısmını insanlara aktarmaktan vazgeçecek olduğunda, ona sadece bir uyarıcı olarak gönderildiği hatırlatılmıştı. (Hûd, 11/12.) Geçmiş peygamberleri sadece mucizeleri ile hatırlayan câhiliye toplumu, kendi içlerinden çıkan, kendileri gibi yaşayan ve insanî ihtiyaçları olan bu peygamberi inkâra yönelmişler, “Bu ne biçim peygamber! (Bizim gibi) Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!” (Furkân, 25/7.) demişlerdi. Onların bu yanlış peygamber tasavvuru Kur’an’da, “(Resûlüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.” (Furkân, 25/20.) şeklinde düzeltiliyor ve ilâhî uyarının bir insan aracılığıyla olmasının murad edildiği bildiriliyordu.
Peygamber’in, “beşer üstü” yahut “melek” gibi bir varlık olması gerektiğini düşünen inkârcılar Allah Resûlü’nün gelişine, “Allah, elçi olarak bunu mu göndermiş?!” diye tepki gösterirken, inkâr gerekçelerini, Allah Resûlü’nün ‘beşer’ yani ‘insan’ oluşuna dayandırmaktaydı. Kur’an ise bunu reddetmemiş, aksine ısrarla onun “insan” olduğunu vurgulamıştı. Kur’an’ın reddettiği şey, tam da insanlardan farklı hatta insanüstü bir peygamber beklentisiydi. Yüce Allah onlara cevaben, “De ki: Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik!” buyurmuştu. (İsrâ, 17/95.)
Câhiliyeye ait peygamber anlayışını ortadan kaldırıp onun yerine gerçek peygamber anlayışı yerleştirmek isteyen Allah Resûlü de bu hususta oldukça titiz davranmaktaydı. Enes b. Mâlik’in anlattığına göre, bir gün bir adam gelmiş ve Peygamberimize, “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, efendimizin oğlu, bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın oğlu!” şeklinde iltifatkâr ifadelerle hitap etmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Ey insanlar! Aman takvanıza sahip çıkın! Sakın şeytan sizi aldatmasın! Ben, Muhammed b. Abdullah’ım. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Vallahi ben, sizin beni, Yüce Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı istemem!” uyarısında bulunmuştu.
Hz. Peygamber bu yanlış tasavvurun kaynağına da dikkat çekiyordu: “Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa’yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve resûlü’ deyin.”
Peygamberimiz (sav) kul olma vasfının öncelikli olduğuna her fırsatta işaret ediyordu. Bir gün kelime-i şehâdet getirmeyi öğrettiği bir şahıs, “Şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın resûlü ve kuludur.” dediğinde, “Ben resûl olmadan önce kul idim.” buyurarak derhâl müdahale etmiş ve “Allah’ın kulu ve resûlüdür.” şeklinde cümleyi düzelttirmişti. Abd (kul) oluşuna dikkat çekilmesi, peygamberleri yüceltenlere, ilâhlaştıranlara resûl oluşunun vurgulanması da peygamberleri döven, kovan ve öldürenlere bir reddiye idi. Askerlere su taşıma, yaralı ve şehit olmuş askerlerin Medine’ye intikali gibi işlerde hizmet vermek amacıyla Resûlullah ile birlikte gazveye katılmış genç bir hanım sahâbî olan Rubeyyi’ bnt. Muavviz’in düğün törenine katıldığında tef çalıp şarkı söyleyen kızlarla ilgili Allah Resûlü’nün uyarısı da aynı kaygıya dayanıyordu. Şarkı söyleyen bu kızlar, Bedir Savaşı’nda şehit olan babalarının güzel vasıflarını anıyorlardı. Derken içlerinden birisi, “İçimizde bir peygamber var! O, yarın ne olacağını bilir!” şeklinde bir cümle ile Allah’ın Resûlü’nü övmek istedi. Bunun üzerine Peygamber (sav), “Böyle söyleme! Az önce söylemekte olduğun sözleri söyle!” diyerek uyardı ve “Yarın ne olacağını ancak Allah bilir.” diye de ekledi.
Bütün bu ikaz ve hatırlatmalar yanlış bir peygamber tasavvurunun önüne geçmek için yapılıyordu. İnsanların insanüstü varlık anlayışına ne kadar meyilli oldukları geçmiş peygamberler ile ilgili düşüncelerinde kendini göstermişti. İsmi Rifâa b. Yesribî, Yesribî b. Avf gibi çeşitli şekillerde kaydedilmiş, künyesi Ebû Rimse olan sahâbînin Hz. Peygamber ile ilk karşılaşması, bu yerleşik algının tesirinin hangi boyutlara ulaştığını açıkça ortaya koymaktaydı: “Babamla birlikle Resûlullah’ın (sav) yanına gittik. Onu gördüğümde babam, ‘Bu kimdir biliyor musun?’ dedi. ‘Hayır.’ dedim. ‘Bu Allah’ın elçisi Muhammed’dir.’ dedi. Babamın bu sözü üzerine şaşırıp öylece kalakaldım. Çünkü ben Allah’ın Elçisi’ni insanlara benzemeyen farklı bir şey olarak hayal ederdim. Oysa onun saçları uzun ve kınalıydı, üzerinde de iki yeşil cübbe vardı.”
Ebû Rimse’nin zannettiği gibi Allah Resûlü, çevresindeki insanlardan farklı bir görünüşe sahip değildi. Evet, her hâli ile etrafındakiler için en güzel örnekti ve her tavrı diğerlerinden daha nezih ve zarifti. Ancak hiçbir zaman kendisini ashâbından ayrı tutmaz, asla üstünlük taslamazdı. O, bir peygamber ve toplumun lideri olmasına rağmen insanlarla arasında herhangi bir mesafe koymamış, onlara hiçbir zaman yukarıdan bakmamıştı. Bir gün kendisiyle konuşmaya gelen bir adamın heyecandan titremesi üzerine şu cümleleri söylemişti: “Korkma! Ben bir kral değilim. Ben sadece (güneşte) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.”
Ne kıyafeti, ne oturup kalkması ne de hareketleri farklıydı. Halkın toplu merasimlerinde, düğünlerinde, yemeklerinde bulunmayı severdi. O, yemek yerken yere oturur ve “Ben bir kulun yediği gibi yer ve oturduğu gibi otururum.” derdi. Bir Kurban Bayramı günü bayram namazı kılınmış ve ortaya tirit yemeği getirilmişti. Halk hemen yemeğin başına toplandı. Ancak oturanların sayısı artıp sıkışınca herkesle birlikte sofraya oturmaktan çekinmeyen Resûlullah da diz üstü oturmak zorunda kaldı. Hz. Peygamber’e bu oturuşu yakıştıramamış olmalı ki bir bedevî, “Bu oturuş da neyin nesi?” diyerek şaşkınlığını dile getirdi. Onun bu sözüne karşılık Allah Resûlü, “Şüphesiz ki Allah beni mütevazı bir kul olarak yarattı, zorba ve inatçı biri olarak değil!” cevabını verdi. Arkadaşlarıyla birlikte iken, giyimiyle ya da tavırlarıyla dikkat çekmez, tam anlamıyla onlardan biri olurdu. Meselâ, Allah Resûlü’nün “anlayışlı insan” diye nitelediği, Hz. Ömer’in de bir konuyu kendisinden daha güzel ve veciz anlatanını görmediğini söylediği Dımâm b. Sa’lebe, Medine’ye ilk geldiğinde mescitte ashâbıyla beraber oturan Hz. Peygamber’i tanıyamamış ve “Hanginiz Muhammed?” diye sormak zorunda kalmıştı. Daha öncesinde, hicret esnasında da benzer bir olay yaşanmıştı. Rebîulevvel ayının bir pazartesi günü Allah Resûlü ve beraberindekiler sıkıntılı hicret yolculuğunun sonuna gelip Kubâ’ya ulaştıklarında Medineli Müslümanlar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmışlardı. Peygamber Efendimiz istirahat için bir hurmanın gölgesine oturmuş, kendilerini karşılayanlarla Hz. Ebû Bekir ilgilenmişti. Hatta ensardan Resûlullah’ı karşılamak için Kubâ’ya gelenler onu daha önceden hiç görmemiş oldukları için Hz. Ebû Bekir’i selâmlıyorlardı. Ne zaman ki Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizi güneşten korumak maksadıyla kendi elbisesiyle ona gölgelik yapmıştı, işte ancak o zaman halk Resûlullah’ı tanıyabilmişlerdi.
Hz. Âişe’nin ifadesiyle ashâbdan herhangi bir aile reisi evinde ne yapıyorsa o da aynısını yapardı. O, herkes gibi bir insandı. Elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi ihtiyaçlarını kendisi görürdü. Hz. Peygamber’i çocuklarla şakalaşırken, torunlarını gezdirirken, gençlerle dertleşirken, alışveriş yaparken, savaş için hendek kazarken görmek mümkündü. Sonradan Kûfe’ye yerleşen ve Abdülmelik b. Mervân’ın hilâfeti zamanında vefat eden Câbir b. Semüre’ye Resûlullah ile birlikte oturup diğer insanlarla yaptıkları gibi sohbet ve muhabbet edip etmedikleri sorulunca o, “Elbette çok kereler sohbete dalardık. Resûlullah sabah namazından sonra, güneş yükselinceye kadar namaz kıldığı yerden kalkmazdı. O arada sahâbe sohbet edip konuşurlar, câhiliye döneminde yaşadıklarını anarlar ve gülerler, o da tebessüm ederdi.” diye anlatmıştı. Zeyd b. Sâbit ise böyle bir soruya, “Dünyadan bahsedersek bizimle beraber o da bahseder, yemekten söz edersek bizimle beraber o da söz ederdi.” şeklinde cevap vermişti.
Hz. Peygamber, insanların arasında onlardan biri olarak yaşantısını sürdürmekteydi. Herkes gibi o da hüzünlenir, neşelenir ve öfkelenirdi. Onun da hayat meşgalesi vardı. Arkadaşlığı, dostluğu vardı. Eşleri, çocukları ve torunları vardı. Eşleriyle ilişkisinde sorun yaşadığı anlar da olmuştu, onlarla huzur ve neşeyi paylaştığı anlar da...
İnsanî ihtiyaçları olduğu gibi herhangi bir insanın yaşayabileceği durumlar onun da başına geliyordu. Bir defasında yolculuğun verdiği yorgunlukla uykuya teslim olmuş, sabah namazına kalkamamış ve ancak güneş yükseldikten sonra namazını kaza edebilmişti. Bir defasında da kıldırdığı bir namazın rekât sayısında yanılmış, sahâbîler, namazda bir değişiklik olup olmadığını ona sorduklarında Hz. Peygamber, “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Sizin hatırladığınız gibi hatırlarım ve sizin unuttuğunuz gibi unuturum.” buyurdu. Sonra iki (secde ederek) sehiv secdesi yaptı. Başka bir sefer sabah namazını kılarken Mü’minûn sûresini okumaya başlamıştı. Musa ve Harun peygamberlerin zikredildiği âyetegelmişti ki kendisini bir öksürük almış, daha fazla okuyamayacağını anlayıp rükûya gitmişti. Peygamber olmasına rağmen, daima Allah’a şükreden bir kul olma arzusu içindeydi. İbadet aşkıyla uzun süre namaz kılmaktan dolayı ayakları şişip çatlamıştı. Öte taraftan gelmiş geçmiş bütün günahları affolunduğu hâlde, “Bazen benim kalbimde bir dalgınlık olur ve bu yüzden günde yüz defa Allah’a istiğfar ederim.” buyurmuştu.
Günlük hayatta karşılaşılabilecek sıkıntılara o da maruz kalabiliyordu. Meselâ, Hayber’den dönerken eşi Safiyye’yi bineğinin arka tarafına bindirmişti. Talihsizlik bu ya, yolda gelirken bindikleri bu dişi devenin ayağı sürçmüş ve Peygamberimiz ile eşi Safiyye, ikisi birden yere düşmüştü. Yine başka bir gün, Allah Resûlü attan düşmüş ve sağ yanı incinmişti. O, bu yaralanmadan dolayı namazlarını bir süre oturarak kıldırmak zorunda kalmıştı. Diğer insanlar gibi onun da hastalandığı olmuş ve döneminde geçerli olan tedavi yöntemlerini uygulamıştı. Şiddetli baş ağrısı çekmiş ve hacamat yaptırıp kan aldırmıştı. Hz. Âişe’nin anlattığına göre, Peygamber (sav) hastalandığında kendisine ilaç vermelerini istememesine rağmen onun ağzına ilaç koymuşlardı. Onlar, Resûlullah’ın ilaç istememesini, ilaçtan hoşlanmamasına bağlamışlar ve ilacı içirmeye devam etmişlerdi. Hatta Resûlullah ayılınca kendisine ilaç içirenlerin hepsinin o ilaçtan içmesini isteyerek tatlı bir intikam bile almıştı.
Resûl-i Ekrem’in dünya işlerine dair bilgi ve tecrübeleri, içinde yaşadığı toplumunkinden farklı değildi. Ziraatın yapılmadığı ve ticaretin egemen olduğu Mekke’den Medine’nin mümbit topraklarına geldiğinde, halkın tarımla uğraştığını görmüştü. Medine, yemyeşil hurma bahçelerinin bulunduğu bir bölge idi. Bu bahçeler Medinelilerin önemli bir geçim kaynağıydı. Ürünlerini daha kaliteli hâle getirmek için hurma ağaçlarını aşılıyorlardı. Peygamber (sav) onların bu durumunu görünce, “Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da aşılama işinin öteden beri yaptıkları bir uygulama olduğunu söylediler. Hz. Peygamber, “Belki de bunu yapmasanız daha iyi olur.” dedi. Onun bu ifadesi üzerine aşılamayı bıraktılar. Fakat hurmalar o sene her zamankinden daha az mahsul verdi, hatta yemişlerini döktü. Tavsiyesine uydukları için verimin düştüğünü Resûlullah’a bildirdiklerinde o şöyle buyurdu: “Ben ancak bir beşerim. Size dininiz hakkında bir şey emredersem onu hemen alın! Kendi görüşümle bir şey emredersem, takdir edersiniz ki ben de bir insanım.”
Aslında sahâbe dinî hususların dışında kalan işlerde Resûlullah’ın çoğunlukla kişisel tercihlerde bulunduğunun farkındaydı. Hâlid b. Velîd’in anlattığı şu olay, Resûlullah’ın damak zevkinin, içinde yetiştiği kültüre göre şekillendiğini göstermesinin yanı sıra onun tavırlarının kaynağına ilişkin sahâbe algısına da işaret etmektedir: Hâlid b. Velîd, Resûlullah (sav) ile birlikte hem teyzesi hem de Peygamberimizin eşi olan Meymûne bnt. Hâris’i ziyarete gitmişlerdi ve kendilerine bir çeşit kertenkele olan keler eti ikram edilmişti. Resûlullah’ın (sav) ne olduğunu bilmeden hiçbir şey yemediğini bilen bir hanım, Meymûne’ye, “Bunun ne yemeği olduğunu Resûlullah’a söylemeyecek misin?” dedi. Bunun üzerine Meymûne o yemeğin keler eti olduğunu söyledi. Durumu öğrenince Peygamberimiz yemeği yemedi. Bunun üzerine Hâlid Resûlullah’a keler etinin haram olup olmadığını sordu ve ondan, “Hayır, fakat bizim bölgede olmadığı için ben ondan hoşlanmıyorum.” cevabını aldı. Sonrasını Hâlid şöyle anlatıyordu: “Bunun üzerine ben yemeği kendime çektim ve yedim. Bu sırada Resûlullah (sav) de beni izliyordu.”
Peygamberimizin, henüz çocukken el-Âs olan eski ismini Abdullah’a çevirdiği, en çok hadis nakleden sahâbîlerden Abdullah b. Amr, ezberlemek amacıyla Hz. Peygamber’den işittiği her sözü yazmaktaydı. Sahâbeden bazıları, “Sen Resûlullah’tan işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki Resûlullah da nihayetinde bir insandır, hoşnut iken konuştuğu gibi öfkeliyken de konuşur.” diyerek onu uyarma ihtiyacı hissetmişlerdi. Ancak Abdullah bu uyarıları Peygamberimize iletince o, parmağıyla ağzına işaret ederek şöyle demişti: “Sen yazmaya devam et! Yemin ederim ki buradan doğru sözden başkası çıkmaz.” Onun bu sözü insanî yönünün nebevî yönüne asla zarar vermediğinin bir ifadesiydi. Sevgili Peygamberimiz, “Ben, öfkeli iken ümmetimden kime incitici söz söyler ya da beddua edersem, ben de Âdemoğullarından biriyim. Onların öfkelendiği gibi ben de öfkelenirim. Fakat Allah beni ancak âlemlere rahmet olarak göndermiştir.” demiş ve ardından da, “Ey Allah’ım! Benim böyle bir tavrımı kıyamet gününde o kişi için bir rahmet vesilesi kıl!” diye dua etmişti. İnsanlar arasında hüküm verirken anlatılanlara göre karar verebileceğini bir seferinde şöyle ifade etmişti: “Ben ancak bir insanım. Bana aranızdaki davaları arz ediyorsunuz. Bazılarınız derdini daha iyi ifade edebilir ve ben duyduklarıma göre hüküm verebilirim. Kardeşinin hakkı olan bir şey konusunda herhangi birinizin lehine hükmedersem sakın onu almasın. Ben ona ancak ateşten bir parça kesmişimdir.” Bu sözleriyle Peygamberimiz, ikna edici konuşma kabiliyetine sahip olanları, bunu kullanarak davalı olduğu kişinin hakkını gasp etmemeleri konusunda uyarmıştı. Diğer taraftan sadece gördüğü ve duyduğu şeylere göre hareket ettiğini vurguluyordu. Aynı şekilde mutlak adaletin tesisini ne kadar arzuladığını belirtir ancak bir insan olarak bunu başarma konusunda ne kadar tedirgin olduğunu itiraf ederdi. Meselâ, Resûlullah (sav) günlerini eşleri arasında âdil bir şekilde paylaştırır, sonra da, “Allah’ım bu, gücüm nispetinde benim yapabildiğimdir. Senin kudretinde olan, ama benim gücümün yetmediği konularda beni kınama!” diye dua ederdi.
Allah Resûlü’nün beşerî yaşantısını nebevî yönünden ayırma imkânı yok gibiydi. Örneğin öfkelense de ağzından haktan başka bir söz çıkmazdı. İnsanlık hâliyle aksırdığında, insanlara aksırmanın âdâbını anlatıyor, yemek yediğinde, yeme içmenin kurallarını ya da sabah uyuyakaldığında namazın kazasını öğretiyordu. Zaten onun beşer bir peygamber olarak gönderilmesindeki hikmet tam da buydu. Öyle ya yemeyen, uyumayan ve unutmayan bir peygamber bütün bu özelliklere sahip insanlara nasıl örnek olabilirdi? Hele hele ölümü ve ötesini, ölümlü bir peygamberden daha güzel, kim anlatabilirdi?
Allah, elçi olarak insanlara bir melek ya da insan olmayan herhangi bir varlığı göndermemiş, onlar gibi yaşayan bir insanı seçmişti. Önceki peygamberler gibi son peygamber Hz. Muhammed (sav) de gönderildiği toplumun içinden seçilmişti. Çünkü onun getirdiği din, bireysel ve toplumsal hayatın her alanına ilişkin mesajlar taşımakta ve o da bu mesajları hem anlatarak hem de yaşayarak insanlara ulaştırmaktaydı. Bu bakımdan onlarla aynı dili konuşan, aynı hayatı paylaşan, aynı ruhî ve bedenî ihtiyaçlara sahip olan bir peygamber örnek olabilirdi. Toplumun her kesimi onda bir örneklik bulabilmişti. O, ev içinde bir aile reisi, bir eş ya da bir baba idi. Toplum içerisinde bir arkadaş ya da bir komşu idi. Pazarda bir müşteri, sokakta halktan biri gibiydi. O, devletin başı ve bir ordu komutanı idi. O aynı zamanda bir peygamberdi ve her işinde insanlara örnekti. O, ne sadece beşerdi, ne de yalnızca peygamberdi. O, Kur’an’da ifade edildiği üzere, “beşer-resûl” idi. İşte Allah Resûlü’nün bir beşerden seçilmesi, tamamen bu ilâhî hikmetlere dayanmaktaydı.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144.)
GÜNÜN HADİSİ:
İbn Abbâs’ın işittiğine göre, Ömer (ra) minberde şunları anlatmıştır: “Ben Peygamber’i (sav) şöyle buyururken işittim: ‘Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa’yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve resûlü’ deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
GÜNÜN DUASI:
“Allah’ım bu, gücüm nispetinde benim yapabildiğimdir. Senin kudretinde olan, ama benim gücümün yetmediği konularda beni kınama!”
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Hz. Peygamber’den sonra Allah’ın özel olarak seçtiği veya görevlendirdiği kişi ya da grup var mıdır?
CEVAP: Seçilmiş ya da seçkin kavramı, yaratıcı tarafından özel olarak belirlendiğine, görevlendirildiğine, diğerlerinden üstün kılındığına ve kurtuluşa erdiğine inanılan kişi ya da grupları nitelemek için kullanılır. Bu düşünceye bütün eski kültürlerde ve dinlerde rastlanmaktadır.
İslâm tarihinin belli dönemlerinde de seçilmişlik zannına kapılan kişi veya gruplardan bahsetmek mümkündür. Bunlar kendilerinin seçkin olduklarını ifade ederken kurtuluşun da yalnızca kendilerine tabi olmak ve kendi çatıları altında bulunmakla gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de, seçilmiş olma iddiasının temelde Ehl-i kitab tarafından dile getirildiği belirtilmekte ve onların bu tutumu şöyle eleştirilmektedir: “Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?’ Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız…” (el-Mâide, 5/18); “…Başka insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şâyet sözünüze sâdıksanız haydi ölümü temenni edin!...” (el-Cum'a, 62/6). Hak, adalet ve sorumluluk gibi vasıfların dinin temel umdelerini oluşturduğu İslâm’a göre, bahsedilen şekliyle hiçbir kişi ve zümre için seçilmişlikten ve kurtuluştan söz etmek mümkün değildir. Zira İslâm’a göre, Allah’ın (c.c.) bizzat seçerek risâlet görevini verdiği peygamberler (el-En’âm, 6/124; eş-Şûrâ, 42/13) dışında hiç kimse ya da grup özel bir seçilmişlik konumuna sahip değildir. Herkes kul olarak eşittir ve kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgili kızına, “Ey Peygamber’in kızı Fatıma! Allah’ın (azabından) kendini koru! Senin için ben bir şey yapamam.” (Buhârî, Vesâyâ, 11; Müslim, Îmân, 351) diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mü’min için dinî konularda Kur’ân ve Sünnet’e uymak, bunların rehberliğinde ictihad etmek ya da ictihad eden âlimlere tabi olmak dışında bir yol yoktur. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimlerin bu yönü hakkında şöyle buyrulmuştur: “... Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19) Burada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra özel olarak herhangi bir kişi ya da gruba yer verilmemiş; aksine müminlerin, nebevî mirasa sahip çıkmaları teşvik edilmiştir.
Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “el-Cemâa” (İbn Mâce, Fiten, 17) başka bir rivâyette de “Benim ve ashabımın yolundan gidenler.” (Tirmizî, İman, 18) cevabını vermiştir. Buradan kurtuluşa eren kimselerin (fırka-i nâciye) Hz. Peygamber’in Sünnetine tabi olup ashabının izinden giden, diğer bir deyişle İslâm’ın ana yolundan ayrılmayan büyük çoğunluk olduğu anlaşılır. İslâm âlimleri bu büyük çoğunluğu “sevâd-ı a’zam” nitelemesiyle ifade etmişlerdir. Bu niteleme; herhangi bir özel kişi ya da grubu değil, İslâm’ın temel inanç esaslarına gönülden inanan bütün Müslümanları kapsamaktadır.
Sonuç itibarıyla İslâm dini, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah (c.c.) tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.