BİR İNSANA KIYMAK BÜTÜN İNSANLIĞA KIYMAK GİBİDİR
Hz. Âdem’in iki oğlundan Kâbil ziraatla, Hâbil ise hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Babalarının Allah’a kurban sunmalarını istemesi üzerine Hâbil, malının en değerli olanını, Kâbil ise mahsulünün kalitesiz kısmını adamıştı. Hâbil’in kurbanı Allah tarafından kabul edilmiş, Kâbil’inki ise kabul edilmemişti. Bunun üzerine kıskançlığına yenik düşen Kâbil, kardeşine, “Seni mutlaka öldüreceğim.” demişti. Hâbil ise onu uyararak, “Unutma ki Allah, sadece kendisine karşı sorumluluk bilinci içerisinde olanların kurbanlarını kabul eder.” demiş ve eklemişti: “Beni öldürmek için bana elini uzatsan bile, ben seni öldürmek için elimi uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu, zalimlerin cezasıdır.” (Mâide, 5/27-29)
Kardeşinin bu uyarılarına aldırış etmeyen Kâbil, nefsine mağlup olmuş ve kardeşini öldürmüştü. Fakat kardeşinin cesedini ne yapacağını bilememişti. Bunun üzerine Yüce Allah, kardeşinin cesedini nasıl defnedeceğini ona göstermesi için iki karga göndermişti. Birbirine hücum eden iki kargadan biri diğerini öldürmüş ve toprağı eşeleyerek oraya gömmüştü. Kargayı gören Kâbil, “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar bile olup da kardeşimin cesedini gömemedim!” demiş ve pişmanlık duyarak vicdan azabı çekmeye başlamıştı. (Mâide, 5/30-31)
Yeryüzünde işlenmiş olan ilk cinayet olayını bildiren Yüce Allah, onun ne kadar büyük bir insanlık suçu olduğunu da devamındaki âyet-i kerimede şöyle belirtmektedir: “Bu yüzdendir ki İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir insanı öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide, 5/32) Sevgili Peygamberimizin ifadesiyle, “Allah katında dünyanın yok olması, bir Müslüman’ın öldürülmesinden daha hafiftir.”
Hâbil ile Kâbil arasında yaşanan bu hadiseye atıfta bulunan Peygamberimiz, yeryüzünde dökülen ilk kanın sorumlusu olarak Kâbil’i görmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Haksız yere öldürülen her insandan dolayı Âdem’in ilk oğluna bir pay (günah) ayrılır. Çünkü o, öldürme işini ilk defa başlatan kişidir.” Dinimize göre ilk defa bir iyiliği yapıp insanlara öncülük yapan ve o iyiliğin halk arasında yerleşmesine sebep olan kişi için nasıl o iyilik her işlendiğinde sevap yazılıyorsa kötülükte de durum böyledir. Bu sebeple ne zaman bir insan öldürülse Kâbil’in günah defterine de bir not düşülmektedir.
Yüce Allah’ın mükemmel biçimde yarattığı ve kendi ruhundan üflediği insan, yaratılmışların en üstünüdür. İçinde taşıdığı ilâhî öz ile yeryüzüne halife olarak gönderilmesi, onu her türlü saygıya ve hürmete lâyık kılar. Böylesine değer taşıyan insana yapılabilecek en büyük haksızlık ise, hiç şüphesiz onun canına kıymaktır.
İnsan hayatına son vermek, Yüce Yaratıcı’nın verdiği canı almak, her şeyden evvel O’na karşı işlenmiş en büyük günahlardan biri olduğu gibi, aynı zamanda bir insanlık suçudur. Zira birini öldüren kişi, Allah’ın kutsal saydığı hayat hakkını yok etmekte ve bu davranışıyla başkalarına da kötü örnek olarak bu fiilin yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Böylece toplumda korku ve güvensizliğin hâkim olmasına yol açmakta ve insanların huzur içinde yaşamlarını sürdürme imkânlarını ellerinden almaktadır. İnanan bir insanın haksız yere canına kıymak öyle büyük birsuçtur ki Peygamberimiz, “Gökte ve yerde olanların tümü bir mümini öldürmek için işbirliği yapsalar, Allah onların hepsini yüzüstü cehenneme yuvarlar.” buyurmuştur.
Allah Resûlü, kişiyi cehenneme götüren büyük günahlar arasında, Allah’a ortak koşmayı ve adam öldürmeyi zikretmiştir. İkinci Akabe Biati’nden itibaren Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmayan Medineli meşhur sahâbî Ubâde b. Sâmit, Resûlullah’ın, “Allah, zulmen (haksız yere) bir mümini öldüren kimsenin, ne tevbesini ne de fidyesini kabul eder.” buyurduğunu naklederken; kendini Kur’an öğretmeye adamış sahâbî Ebu’d-Derdâ ise, “Mümin, haram bir kanı dökmedikçe salih amellerde koşmaya devam eder. Ama haram bir kan dökerse (hayır yolundaki ilerlemesi) kesilip sona erer.” buyurduğunu rivayet etmiştir. Zira Allah’ın verdiği canı almak sadece O’nun yetkisindedir. Dolayısıyla cana kıymak, Allah’ın yetkisine doğrudan müdahale anlamına gelmektedir. Bu sebeple cinayet, Allah’ı inkârla birlikte zikredilmiş; savaş, meşru müdafaa yahut hukukî bir hükmün gereği dışındaki bütün hayata son vermeler cinayet olarak kabul edilmiş ve haram kılınmıştır.
İslâm, insan hayatını kutsal saymış ve onu korunması gereken beş temel esastan biri olarak kabul etmiştir. Sevgili Peygamberimizin ifadesiyle, “Müslüman’ın Müslüman’a malı, ırzı (şeref ve namusu) ve kanı haramdır (dokunulmazdır)...” Veda Haccı esnasında ashâbına birkaç defa hitap eden Allah Resûlü, bu hutbelerden birinde onlara, içinde bulundukları saygın gün, ay ve bölgeyi hatırlattıktan sonra şöyle seslenmiştir: “Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız tıpkı bu beldenizin, içinde bulunduğunuz bu ay ve bugününüzün haramlığı gibi birbirinize haramdır (dokunulmazdır).”
Allah katında cana saygı bu kadar önemli olduğu içindir ki, cinayet işlemenin karşılığı, “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 4/93.) âyetinde belirtildiği üzere cehennemdir. Ancak hemen belirtilmelidir ki adam öldürmenin cezasının ebedî cehennem olması, Müslüman bilginlerin çoğunluğu tarafından “uzun süre cehennemde kalmak” şeklinde yorumlanmış, kimileri de “ebedî cehennemin, haksız yere insan öldürmeyi helâl sayan kimseler için geçerli olacağını” ileri sürmüşlerdir. Öte yandan, “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasının dışında kalan (günah)ları dilediği kimseler için bağışlar.” mealindeki âyetleri (Nisâ, 4/48, 116) göz önünde bulunduran Ehl-i sünnet âlimleri, suçluların, şayet iman sahibi iseler cezalarını çektikten sonra cehennemden çıkacakları ve cennete girecekleri düşüncesini taşımaktadırlar.
Peygamber Efendimiz, insanları cinayet işlemek bir yana, bu suçu akıllarından bile geçirmemeleri konusunda ciddi bir şekilde uyarmış; birbirlerini öldürmeye çalışan tarafların ikisinin de gidecekleri yerin cehennem olacağını ifade etmiştir: “İki Müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelir ve biri diğerini öldürürse, öldüren de öldürülen de cehennemdedir.” Bu söz üzerine, “Ey Allah’ın Elçisi, öldüren böyledir ama öldürülene ne oluyor?” denildiğinde, Hz. Peygamber, “O da arkadaşını öldürmeye istekliydi.” şeklinde cevap vermiştir.
Allah Resûlü, cinayetlerin çoğalmasını kıyamet alâmetleri arasında saymıştır. Maalesef günümüzde o kadar basit sebeplerle cinayet işlenmektedir ki cinnet ve cinayet, asrımıza damgasını vurmuştur. Halkının tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde bile sudan sebeplerle cinayetler işlenebilmektedir. Memleketimizde yaşanan cinayet olaylarının bir kısmını töre cinayetleri oluşturmaktadır. Özellikle kadınlara karşı uygulanan bu cinayetlere, kadının, ailesinin namusuna halel getirmesi gerekçe gösterilmekte ve bu konuda en ufak bir şüphe bile öldürmek için yeterli görülmektedir. Hâlbuki suçu kesinleşmeden kimse itham altında tutulamaz ve yasal yetkisi olmayan kişilerce cezalandırılamaz.
Mümin, bir haksızlığa uğradığında ya hukuk yoluyla suça denk bir ceza ister yahut bundan daha hayırlı olan af yolunu seçer. Dolayısıyla bir haksızlığa uğrayan müminin buna misilleme yapmaya hakkı yoktur. Zira misilleme yapmak hem toplumda kargaşa ve düzensizlik çıkarabilir, hem de haksızlığa uğrayan kişi suçluya kendi gördüğü zarardan daha fazlasını vermek suretiyle mazlum iken zalim durumuna düşebilir. O yüzden suçluların cezalandırılması suretiyle adaletin geçekleşmesi hukukî müesseselerin yetkisine verilmiştir.
Günümüzde, ailenin rızası olmadan biriyle evlenmek, ailenin istediği kişiyle evlenmemek veya evlendiği kişiden boşanmak gibi durumların gerekçe gösterilerek töre cinayetleri işlenmesinin insanî, hukukî ve dinî hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür sebeplerden dolayı bir insanın öldürülmesi, büyük bir cehalet ve zulümden başka bir şey değildir. Aile içinde yaşanabilecek olumsuzlukları soğukkanlılıkla ve hukukî yollarla çözmek yerine dini bahane ederek töre cinayeti işlemek, hiçbir şekilde tasvip edilemez.
Peygamber Efendimiz zamanında yaşanan bir olay, kadının gayri meşru bir ilişki yaşadığına dair ortaya çıkan şüpheler karşısında, nasıl davranılması gerektiği konusunda bize yol göstermektedir. Tebük Seferi’ne katılmayan üç sahâbîden biri olan Hilâl b. Ümeyye, hanımının Şerîk b. Sahmâ’ ile zina ettiği iddiasında bulunmuş ve bunu Resûlullah’a (sav) şikâyet etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ya bu konuda delil getir yahut da sana verilecek had cezası sırtındadır!” buyurarak Hilâl’den söylediklerini ispatlamasını istedi. Allah Resûlü bu sözleriyle iffetli bir kadına iftira etmenin cezasını hatırlatıyordu. Ancak Hilâl ısrarla gerçekleri anlattığını söylüyor ve bir yanda da Allah’a dua ediyordu. İşte bu esnada Nûr sûresinin 6-9. âyetleri nâzil olmuş ve âyetin hükmüne uygun olarak Allah Resûlü aralarında mülâane (eşlerin karşılıklı olarak iddialarında haklı olduklarına dair yemin etmeleri) gerçekleştirerek onları boşamıştı.
Görüldüğü gibi bu tür durumlarda kendi başına karar verip eşinden şüphelenir şüphelenmez onu cezalandırmak yerine, hukukî bir çözüm yolu aramak en doğru yoldur. Sadece şüpheler karşısında değil, suç kesinleşse bile hiçbir şekilde aileden birine öldürme yetkisi verilmemiştir. Ortada işlenmiş bir suç varsa bunun cezasını vermek, mağdur da olsalar bireylerin değil, hukukun yetkisi dâhilindedir.
Çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine sebebiyet veren kan davalarında da takip edilecek yol bu olmalıdır. Kişiler, aralarında anlaşmazlık bulunan insanları kendi elleriyle cezalandırmaya kalkışmamalıdır. Zira bu şekilde öldürülen kişinin suçlu olması, kan davasını masum kılmadığı gibi eli bıçak tutanı da katil olmaktan kurtarmaz. Bu sebeple Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde, diğer bütün câhiliye gelenekleri gibi kan davasını da ayağının altına alıp, geçersiz kıldığını ilân etmiştir.
İslâm’da sadece Müslümanların değil, toplumda yaşayan gayri müslimlerin de canlarının ve mallarının dokunulmaz olduğu belirtilmiştir. Toplumsal barışın sağlanması için Müslüman toplumda yaşayan gayri müslimlerin; günümüzdeki ifadesiyle azınlıkların kendilerini güvende hissetmeleri gerekir. Peygamber Efendimiz, “Kim (Müslüman topraklarında yaşaması için kendisine güvence verilmiş) bir anlaşmalıyı öldürürse cennetin kokusunu alamaz. Hâlbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden bile duyulur.” buyurarak böyle bir cinayetin karşılığının, Müslüman’a karşı işlenen cinayetten farksız olduğunu vurgulamıştır. Bu hüküm uluslararası ilişkilerde güveni tesis edeceğinden, gayri müslim toplumlarda yaşayan Müslümanlar için de emniyeti sağlayacaktır.
İslâm dini, günümüzde başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok uluslararası sözleşmede evrensel hakların başında sayılan yaşama hakkını korumak için sadece uhrevî cezalarla yetinmiş değildir. Çünkü uhrevî ceza bazı durumlarda tek başına caydırıcı olmamaktadır. Bu sebeple cinayet suçunun engellenmesi için Kur’ân-ı Kerîm’de bazı sert müeyyidelere de yer verilmiştir. Bunların başında kısas gelmektedir. Kısas cezası, sadece kasten öldürmelerde uygulanır. Buna göre katil, işlediği suça denk bir ceza ile cezalandırılır. İntikamı ortadan kaldırıp toplumu koruduğu ve başka masum hayatları kurtardığı için Kur’an’da, “Kısasta sizin için hayat vardır.” buyrulur. (Bakara, 2/179.)
Kur’an’da ayrıca mağdurun ya da velînin kısastan vazgeçerek diyet alabileceği de belirtilir. “Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velîsi) tarafından affedilirse aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra haddi aşana elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 2/178.) Ancak ısrarla tavsiye edilen, karşılıksız affetmektir: “Her kim de sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, azmedilmeye değer işlerdendir.” (Şûrâ, 42/43)
Kasıt olmaksızın hata sonucu meydana gelen öldürmelerde ise, katile verilecek olan ceza diyettir. Eğer katil, öldürdüğü kişiye mirasçı olacak kadar yakın birisiyse, “Katil, (öldürdüğü kişinin ardından) mirastan hiçbir şey alamaz.” hadisi gereği onun mirasından da mahrum olur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu cezaların uygulanmasının devletin yetkisine verilmiş olmasıdır. Söz konusu müeyyideler sadece hukukun eliyle yerine getirilir. Aksi takdirde kısasın özündeki denklik ve eşitlik gibi ilkeler ihlâl edilebilir ve toplumsal bir kargaşaya yol açılabilir. Kişilerin kendi başlarına ceza vermeye kalkışıp kan davası gütmeleri daha büyük felâketlere yol açacağından dinimizde kesinlikle kabul edilmemiştir.
Modern zamanlarda dünyada bu müeyyidenin uygulamada olduğu çok az örnek vardır. Hatta dünyanın pek çok ülkesinde ölüm cezası tamamen kaldırılmış durumdadır. Ancak teorik olarak bu cezanın yeri ve önemi hâlen tartışılmaktadır. İnsanın en değerli varlığı olan yaşama hakkını elinden almak anlamına gelen cinayet suçuyla aslında yalnız ölenin hayatı sona ermez. Hem katilin, hem de maktulün ailesinin hayatı kararmış olur. Toplumsal pek çok sorunu beraberinde getiren bu durumla insanların dünya ve âhiret hayatları zindana döner. İşte bu yüzden insanın yaşama hakkını her şeyin üstünde tutan ve âdeta kutsal sayan İslâm dini, onu korumak için ciddi tedbirler almıştır. Cana kıymanın büyük bir günah olduğunu ve âhiretteki cezasını belirtmek suretiyle vicdanları ıslah etmeye çalışmıştır. Bunun yanında insanın yaşama hakkının kişilerin vicdanlarına bırakılamayacak kadar önemli olduğunu vurgularcasına, cinayetin karşılığında sert ve caydırıcı dünyevî cezalar da belirlemiştir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- İnsanlık tarihinde haksız yere ilk kan dökme hadisesi, Âdem Aleyhisselam'ın çocukları arasında gerçekleşmiştir.
- Haksız yere bir insanı öldürmek en büyük günahlardan biri olup, bu cinayeti işleyen cehennemle cezalandırılır.
- İnsan hayatı dokunulmazdır. Ancak suçlu olan cezalandırılır.
- Canı, malı, aklı, dini ve nesli korumak İslâm'ın en önemli ilkeleridir.
- Bir Müslüman tüm dünyadan daha değerlidir ve hürmete layıktır.
- Kan ve organ bağışında bulunmak insanlığın yaşamasına katkı sağlamaktır.
- İslâm'da kötülük yapmak da kötülüğe kötülükle karşılık vermek de yoktur.
GÜNÜN AYETİ:
“Bu yüzdendir ki İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir insanı öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide, 5/32)
GÜNÜN HADİSİ:
Abdullah b. Amr’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah katında dünyanın yok olması, bir Müslüman’ın öldürülmesinden daha hafiftir.”(Tirmizî, Diyât, 7)
GÜNÜN DUASI:
Allah’ım! Zulmetmekten, zulme uğramaktan; haksızlık etmekten, haksızlığa uğramaktan sana sığınırım.
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?
CEVAP : Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hataen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir. Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun akılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kasani, Bedai‘, VII, 355; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 53; İbn Rüşd, Bidaye, II, 410; İbn Kudame, Muğni, VIII, 97)
Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir.
Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer. Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisa, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.