FAKİRLİK VE ZENGİNLİK DARLIK DA İMTİHANDIR VARLIK DA
Bir gün zengin bir adam Resûlullah'ın yanından geçti. Ashâbına dünya ve âhiretle ilgili nasihatlerde bulunmak için her fırsatı değerlendiren Peygamberimiz, yanında oturmakta olan arkadaşına, önlerinden geçen bu kişi hakkında ne düşündüğünü sordu. O kişi şöyle dedi:
“Bu, eşraftan bir adamdır. Vallahi, bu zât bir kadınla evlenmeye talip olsa nikâhlanmaya, birisi hakkında aracılık etse aracılığı kabul edilmeye lâyık bir kimsedir.”
Allah Resûlü bu cevabı alınca biraz duraksadı. Hiçbir şey söylemeden bir müddet öylece bekledi.
Az sonra önlerinden bir başka adam daha geçti. Resûlullah yine yanındaki kişiye önlerinden geçen adam hakkındaki düşüncesini sordu. Adam bu kişi hakkında ise şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Bu adam fakir Müslümanlardandır. Bu kimse, bir kadına talip olduğunda nikâhlanmaması, aracılık ettiğinde aracılığının kabul edilmemesi ve konuştuğunda sözüne itibar edilmemesi beklenen biridir.”
Bunun üzerine Resûlullah,
“İşte bu (fakir) zât, öteki zengin gibi dünya dolusu insandan hayırlıdır!” buyurdu.
Böylece Sevgili Peygamberimiz, insanları değerlendirirken zengin veya fakir olmalarının esas alınmaması gerektiğini, ashâbına bir kez daha hatırlatmıştı. Ona göre, kalbi Allah sevgisiyle dolu, Allah'a karşı ödevlerini hakkıyla yerine getiren fakir bir insan, zengin ancak Allah rızasını gözetmeyen, âsi bir insandan daha faziletliydi. Yoksa bu hadis ile mal, mülk, servet sahibi olmanın mümin için istenmeyen veya kaçınılması gereken bir şey olduğu anlatılmamıştı.
Nitekim bir gün bazı sahâbîler bir mecliste oturuyorlardı. Hz. Peygamber (sav) başı ıslak bir hâlde geldi. İçlerinden birkaç kişi ona, “Bugün seni huzurlu gördük.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah, “Evet, Allah'a hamdolsun.” diye cevap verdi. Sonra o topluluk zenginlikten bahsetmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Takva sahibi kimse için zenginliğin bir zararı yok! Sağlık ise takva sahibi için zenginlikten daha hayırlıdır. Gönül huzuru da (gerçek) nimetlerdendir.”
Zengin olmak veya fakir olmak, insanın değerini belirleyen özellikler değildir. İslâm'a göre kişileri değerlendirme ölçüsü takvadır. Aslında Kur'an âyetleri ve hadisler mutlak mânâda zenginlik veya fakirliği övmemiş, bunları dünyadaki birer imtihan vesilesi olarak kabul etmiştir.
Nitekim Sa'd b. Ebû Vakkâs, yiğitlik ve zenginlik açısından diğer sahâbîlerden üstün olduğu düşüncesine kapılınca Peygamber Efendimiz (sav),
“Size ancak zayıflarınız sebebiyle yardım ediliyor ve rızık veriliyor değil mi?” buyurmuştur.
Fakirlik ve zenginlik, Allah Teâlâ'nın takdiri ve belirlemesinin yanında, insanların çalışıp çabalamaları ile doğrudan irtibatlı olan toplumsal gerçekliklerdir. Bütün toplumlarda, iyi imkânlara kavuşmuş olanlarla hayatını kıt kanaat sürdürenler hep bir arada yaşamışlardır. Nitekim tarih boyunca milletlerin fakirlik dönemleri olduğu gibi refah ve bolluk içinde yaşadığı zamanlar da olagelmiştir. Allah, kimisini varlıkla, kimisini darlıkla sınamaktadır.
Kuşkusuz pek çok insan gibi Hz. Peygamber ile ashâbı da fakirlik ve darlıkla imtihan olunmuştu. Zaten risâlet görevini yüklenen Sevgili Peygamberimizin davetine ilk yıllarda Mekke'de icabet edenlerin çoğu, maddî imkânı iyi olmayan kimselerdi. Mekke'de ilk Müslüman topluluğa uygulanan boykot, Habeşistan'a yapılan hicret yolculukları ve büyük hicret, zaten iyi olmayan ekonomik yapıyı iyice sarsmıştı. Ayrıca Medine'ye hicret ederken de müminler, mallarını, mülklerini geride bırakarak yurtlarından ayrılmışlardı. Ticaretle durumlarını düzeltinceye kadar maddî sıkıntı içinde yaşamışlardı. Onlara kucak açarak misafir eden ensarın durumu da çok iyi değildi.
Kendilerine yetecek malları ve gelirleri olmadığı hâlde sıkıntılarını gizleyen, iffetlerinden dolayı başkalarından ihtiyaçlarını temin etme gayreti içine giremeyen bu insanlar, fakir ve miskin olarak isimlendiriliyordu. Bu fakir ve miskinler, hayatlarını devam ettirmek için yeterli imkâna sahip olmayan yahut hayatlarını zorlukla ve sıkıntı içerisinde devam ettiren kişilerdi. Allah Teâlâ'nın, “...Bilmeyen kimse, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” diye tavsif ettiği kimseler bunlardır.
Müslümanların yaşadığı imkânsızlık ve fakirlik belirli dönemlerde dayanılmaz derecelere ulaşmıştı. Mekke dönemi günlerini de ilâve edersek, aslında hicretin yedinci yılında gerçekleşen Hayber'in fethine kadarki dönemde Hz. Peygamber ve sahâbe-i kirâm zaman zaman çok büyük sıkıntılar çekmişlerdi. Abdullah b. Ömer'in, “Biz Hayber'i fethettiğimiz zamana kadar (doğru dürüst) doymuş değildik.” demesi, sıkıntılarla geçen yılların çarpıcı bir özetiydi.
Rivayet edildiğine göre bazen Peygamber Efendimizin hâne-i saadetlerinde haftalarca yemek pişirilemiyor, ev halkı su ve hurma ile yetiniyordu. Hatta bazen bu iki nimet de yeteri kadar bulunamıyordu.Öyle günler yaşanmıştı ki, Allah Resûlü'nün kıtlık zamanlarında hurmaları teker teker dağıttığı bile olmuştu.
Hz. Peygamber sıkıntılı yıllar geçtikten sonra da kendi tercihi olarak mütevazı bir hayat sürmeye devam etmişti. Nitekim Yüce Peygamber (sav) evinde bir hasırın üzerinde uyuyordu. Bir gün uyandığında hasırın vücudunda iz bıraktığını gören ashâb, “Ey Allah'ın Resûlü, sizin için bir yatak temin etsek.” dediler. Bunun üzerine, dünya hayatına bakış açısını özetleyen şu mübarek sözler Efendimizin dudaklarından dökülüverdi:
“Benim dünya rahatlığı ile işim yok. Ben dünyada, bir ağacın altında bir süre gölgelenen ve sonra oradan ayrılarak yoluna devam eden bir yolcu gibiyim.”
Uzun yıllar süren bu yokluk dolu sıkıntılı süreçte Sevgili Efendimiz, müminleri sabra teşvik ediyor, fakirlik karşısında ezilmelerini önlemek için onları teselli ediyor ve her şeye rağmen cemiyet içinde mutlu birer fert olarak yaşamalarına gayret gösteriyordu. O, ashâbına ilerleyen yıllarda kazanabilecekleri dünyalıklardan değil, gerçek zenginliklerden, ebedî mutluluklardan bahsediyordu.
Fakirlerin cennete zenginlerden önce gireceklerini, cennettekilerin çoğunluğunu miskinlerin oluşturduğunu bildiren haberleri değerlendirirken o günün içtimai yapısını, Müslümanların maruz kaldıkları hem maddî hem mânevî sıkıntıları, imkânsızlıkları, boykot, işkence olaylarını ve bütün bu olanlar karşısında içine düştükleri psikolojik durumu göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Ayrıca, malı olmayanın veya az olanın hesabının çabuk bitmesi, çok mal mülk sahibi olanların da hesap vermek için geriye kalmaları tabiî ve kabul edilebilir bir durumdur.
Fakir muhacirler Peygamber Efendimize gelerek zaman zaman serzenişte bulunuyorlardı. Nitekim Ebû Zer el-Gıfârî bir gün Allah Resûlü'ne gelip şunları söyledi: “Ey Allah'ın Resûlü! Servet sahipleri sevapların hepsini silip süpürdüler. Onlar, bizim gibi namaz kılıyorlar ve oruç tutuyorlar. Onlar sadaka veriyorlar biz veremiyoruz, Onlar köle azat ediyor biz edemiyoruz”
Bunun üzerine Efendimiz (sav) ona şöyle cevap verdi:
“Sana bazı cümleler öğreteyim mi? Bunları söylediğin zaman, yaptığının aynısını yapanlar hâriç, seni geçmiş olan kimselere ulaşırsın, arkanda kalan kimseler ise sana ulaşamazlar.”
“Evet, (öğret) yâ Resûlallah!” deyince Efendimiz şöyle buyurmuştu “Her namazın ardından otuz üç defa 'Sübhânallâh' diyerek Allah'ı tesbih edersin, otuz üç defa 'Elhamdülillâh' diyerek O'na hamdedersin, yine otuz üç defa 'Allâhü ekber” diyerek tekbir getirirsin.”
Bir süre sonra Ebû Zer ile bu fakir Müslümanlar Peygamberimizi tekrar ziyaret ederek,
“Servet sahibi kardeşlerimiz yaptıklarımızı duydu, onlar da bizim gibi yapmaya başladılar.” deyince Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bu, Allah'ın ikramıdır. Onu dilediğine verir.”
Hz. Peygamber fakirlerin ihtiyacını gidermek için çalışan Müslümanların yaptığı işi, Allah yolunda cihad eden ve gece namaz kılıp gündüz oruç tutan kimseye denk görüyordu.
Fakirlere yardımı bu derece teşvik eden bir dinin fakirliğin devam etmesini istemesi ve helâl bir şekilde kazanılan servet ve zenginliği kötülemesi, çirkin görmesi düşünülemez. Kısacası İslâm meşru yoldan kazanılan zenginliği teşvik etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber, Müslümanlara el emeği ile geçinmenin faziletini anlatarak fakirliği ortadan kaldırmak ve insanların daha iyi imkânlara kavuşmasını sağlamak için herkesin çalışmasını, iyi imkânlara sahip olmasını istemiştir.
Ayrıca Kur'an, müminleri sürekli infak ederek ihtiyaç sahiplerinin gereksinimlerini gidermeye çağırır. Bu görevleri yerine getiren zengin müminlerin artması sayesinde toplumdaki gelir dağılımı farkı ortadan kalkacak, güvenli, huzurlu ve kardeşçe bir ortam sağlanacaktır.
Sevgili Peygamberimiz insanın yediği en hayırlı lokmanın elinin emeğiyle kazandığı mal olduğunu belirterek Müslümanları çalışmaya teşvik etmişken Müslümanların fakir kalmaları, hâricî sebeplerin yanı sıra şüphesiz kendi ihmallerinden ve gayretlerinin azlığından kaynaklanmaktadır.
Hz. Peygamber, çok zor durumda değilse fakir bir Müslüman'ın başkalarından bir şey istemesini güzel görmediği gibi, kibirli fakir ve zalim zenginleri de Allah Teâlâ'nın nefret ettiği insanlar arasında saymıştır. Zengin ve çalışıp kazanabilecek beden gücüne sahip olan insanların zekât almalarını doğru bulmamıştır.
Fakirlerin, yetimlerin, kimsesizlerin elinden tutmak için mal mülk sahibi olmak gerekir. Zaten en önemli malî ibadet olan zekâtın ifası belli bir maddî güce sahip olmayı gerektirir. Ancak Peygamberimiz (sav) kişinin sorumluluğunu taşıdığı ailesini geçindiremeyecek derecede malını infak etmesini ve bu yüzden fakir duruma düşmesini hoş görmezdi. Bu sebeple Sevgili Efendimiz, tamamını sadaka olarak vererek bütün malından kurtulmaya teşebbüs eden Kâ'b b. Mâlik'e,
“Malının bir kısmı sende dursun. Bu senin için daha hayırlıdır.” buyurmuştu.
Bir seferinde Hz. Peygamber, Mekke'de hasta olan Sa'd b. Ebû Vakkâs'ı ziyarete gitti. Sa'd b. Ebû Vakkâs, Hz. Peygamber'e şöyle dedi: “Malımın tamamını vasiyet edeyim mi?” Hz. Peygamber, “Hayır.” cevabını verdi. Sa'd b. Ebû Vakkâs, “Yarısını (vasiyet edeyim mi)?” diye yeniden sordu. Hz. Peygamber yine, “Hayır.” cevabını verdi. Sa'd b. Ebû Vakkâs bu kez, “Üçte birini (vasiyet edeyim mi)?” diye son kez sordu. Hz. Peygamber bu soru üzerine,
“Üçte bir bile çoktur. Senin vârislerini zengin bırakman, onları fakir ve insanlara el açar bir hâlde bırakmandan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Her meselede olduğu gibi bu konuda da Allah Resûlü ashâbına itidali tavsiye ediyor, sadaka vermeye teşvik etmekle birlikte, kişiyi mağdur edecek harcamalardan sakındırıyordu. Fakih sahâbîlerden Abdullah b. Mes'ûd da, “Azdıran zenginlikten, şaşırtan fakirlikten sana sığınırım Allah'ım...” duası ile Rabbinden dengeli bir hayat istiyordu.
Sevgili Efendimizin yeminle söylediği şu cümleler bu konudaki en önemli ikazlarındandır:
“...Vallahi, ben sizin için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden önceki ümmetlerin önlerine dünyanın (imkânları) serilip onların dünya için yarıştıkları gibi, sizin de yarış etmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”
Demek ki zenginliğin tehlikesi, fakirliğin tehlikesinden daha fazla olabilmektedir. Nitekim ashâbdan Abdurrahman b. Avf da Hz. Peygamber'in zamanında sıkıntılı günler geçirdiklerini fakat sabrettiklerini; daha sonra refah ve bolluğa kavuştuklarında ise (zenginlikle imtihanın gerektirdiği olumsuzluklara karşı aynı) sabrı gösteremediklerini dile getirmektedir. Böylece o, zenginliğin daha büyük bir imtihan olduğunu ifade etmektedir.
İslâm, insanların maddî ve mânevî tarafları arasında dengeli bir yapı kurmalarını ister. Dinimizin öngördüğü hayat tarzında mümin, maişetini temin etmek için çalışmaya devam ederken, kulluk şuurundan da uzaklaşmamalıdır. Yüce Rabbimiz bu dengeyi sağlayan müminler hakkında şöyle buyurmuştur: “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”
Hz. Peygamber maddî açıdan sıkıntılı dönemlerinde de imkânların genişlediği rahatlık günlerinde de sade ve gösterişsiz bir hayatı tercih etmiş, mütevazı yaşayışıyla müminlere örnek olmuştur.
Hz. Peygamber,
“Zenginlik, mal çokluğu değildir; asıl zenginlik, gönül tokluğudur.” buyurarak önemli olanın gönül zenginliği olduğunu vurgulamaktadır. Yüce Allah da takva sahibi ve gönlü zengin kulu sevdiğini bildirmektedir.
Çünkü gönül zenginliği insanı, toplama ve daha çok kazanıp biriktirme hırsından kurtarıp maddî imkânları iyi yolda harcamak üzere harekete geçirecek en önemli güçtür. Gönlü zengin olmayan cimri kişiler, çok mala sahip olsalar da mallarını ne kendi yararlarına ne de başkalarının yararına harcayabilirler. Ne mutlu hem mânen hem de maddeten zengin olanlara!
İslâm'ın hedeflediği toplum yapısında, çalışan, gayret eden, durumunu düzeltmek için çırpınan ama içinde bulunduğu duruma sabreden ve hamdeden iffetli fakirler ile yaşadığı cemiyetteki fakirleri görüp gözeten, onların ihtiyaçlarını gidermeyi kendisine görev bilen zenginlerin, kardeş olarak birbirlerine sevgi ve saygı göstererek yaşamaları esastır.
Mümin, zenginlik ve fakirliğin birer imtihan vesilesi olduğunu unutmamalı ve Rahmet Elçisi'nin şu duasıyla Rabbine sığınmalıdır:
“Allah'ım, cehenneme gitmeye sebep olacak fitnelerden, cehennemin azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.”
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
"Ey iman edenler! Bilin ki Allah'a ortak koşanlar pisliğe batmışlardır; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, unutmayınız ki Allah size -dilersekendi lütfuyla bolluk verir. Allah bilmekte, hikmetle yönetmektedir." (Tevbe, 9/28)
GÜNÜN HADİSİ:
Mus'ab b. Sa'd (r.a.) anlatıyor: Sa'd (b. Ebû Vakkâs) (r.a.) kendisinin diğerlerinden daha üstün olduğu düşüncesindeydi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Size ancak zayıflarınız sebebiyle yardım ediliyor ve rızık veriliyor değil mi?" (Buhârî, Cihad, 76)
GÜNÜN DUASI:
"Allah'ım! Zenginlikle imtihan edilmenin kötülüğünden sana sığınırım. Fakirlikle imtihan edilmenin kötülüğünden de sana sığınırım." (Buhârî, Deavât, 39)
ASR-I SAADET'TEN
Bir gün zengin bir adam Resûlullah'ın yanından geçti. Peygamberimiz, yanında oturmakta olan arkadaşına, önlerinden geçen bu kişi hakkında ne düşündüğünü sordu. “Bu, eşraftan bir adamdır. Vallahi, bu zât bir kadınla evlenmeye talip olsa nikâhlanmaya, birisi hakkında aracılık etse aracılığı kabul edilmeye layık bir kimsedir." cevabını alınca Allah'ın Resûlü biraz duraksadı ve hiçbir şey söylemeden bir müddet öylece bekledi.
Az sonra önlerinden bir başka adam daha geçti. Resûlullah yine yanındaki kişiye önlerinden geçen adam hakkındaki düşüncesini sordu. "Yâ Resûlallah! Bu adam fakir Müslümanlardandır. Bu kimse, bir kadına talip olduğunda nikâhlanmaması, aracılık ettiğinde aracılığının kabul edilmemesi ve konuştuğunda sözüne itibar edilmemesi beklenen biridir." dedi.
Bunun üzerine Resûlullah, insanları değerlendirirken zengin veya fakir olmalarının esas alınmaması gerektiğini, ashâbına şöyle hatırlattı: “İşte bu fakir zât, öteki zengin gibi dünya dolusu insandan hayırlıdır!" (Buhârî, Rikâk, 16)
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Sevgili Peygamberimiz, insanları değerlendirirken zengin veya fakir olmalarının esas alınmaması gerektiğini hatırlatmıştır. Ona göre, kalbi Allah sevgisiyle dolu, Allah'a karşı ödevlerini hakkıyla yerine getiren fakir bir insan; zengin ancak Allah rızasını gözetmeyen, âsi bir insandan daha faziletliydi.
- Zengin olmak veya fakir olmak, insanın değerini belirleyen özellikler değildir. İslâm'a göre kişileri değerlendirme ölçüsü takva yani Allah'a karşı sorumluluğunun farkında olmadır.
- Fakirlik ve zenginlik, Allah Teâlâ'nın takdiri ve belirlemesinin yanında, insanların çalışıp çabalamaları ile de irtibatlı
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Borcunu vaktinde ödemeyen kişiye takdir edilen malî tazminatı almak caiz midir?
CEVAP : Ödeme imkânı olduğu hâlde zamanında borcunu ödemeyen borçlu, manen sorumlu olur ve ahiret azabını hak eder. Bu konuda Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Zengin kişinin borcunu ödemeyi uzatması zulümdür.” (Buhârî, Havâlât, 1)
İslam Hukuku açısından ise; kişinin zimmetinde bir borç sabit olur ve onu ödemeye yanaşmazsa, bu kişi yetkili makamlar tarafından ödemeye zorlanabilir. Fakihler bu tür bir cezanın uygulanmasını, Hz. Peygamberin (s.a.s.) konuyla ilgili hadislerine dayandırmışlardır (Bkz. Buhârî, İstikrâz, 13). Borçlunun borcunu geciktirmesi nedeniyle -paranın değer kaybetmesi gibi bir sebeple- alacaklı zarara uğrarsa borçluya sadece enflasyon oranında zarar tazmin ettirilir. Ancak borçlunun malî sıkıntı içinde olduğunu ispat etmesi halinde yetkili makamlar borcunu ödeyebilmesi için kendisine belli bir süre tanır. Bu durum ise, alacaklının yasal hakkını istemesine engel teşkil etmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 221).
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.