KOPTUĞUMUZ DÜNYA VE YENİ GERÇEKLER
Geçtiğimiz haftalarda Zeynelabidin bin Ali diktasındaki yönetime karşı Tunus’ta başlatılan sokak gösterileri, otuz yıllık bir diktatörü koltuğundan etti. Eski diktatör Habib Burgiba’yı devre dışı bırakarak oturduğu iktidarı, tam bir demir yumrukla yöneten yeni diktatör eskisini aratmıştı. Tunus’ta bu olaylar yaşanırken, bizim kuşak henüz üniversite sıralarındaydı.
Herkül sütunlarından Doğu Akdeniz’e, oradan da Bengal Körfezi’ne kadar uzanan bir kuşağı, Batı diplomasi ve sermayesiyle onların güdümündeki oryantalistlerden oluşan güçlü bir çevrenin Ortadoğu diye isimlendirmesi gerçeklerin üzerini örtmüyor. Bu coğrafya, mazlum ve mağdurlardan oluşan Müslüman bir coğrafyadır. Benim neslimin çocukları Mâlik bin Nebi’den, Abdulkadir Udeh ve Muhammed İkbal’e kadar uzanan bu çizgiyi çok iyi bilir.
Bugün benzer gelişmeler Mısır’da yaşanıyor. Orada da sokaklar kaynıyor. Bundan birkaç yıl önce, bazı arkadaşlarla Mısır’a yaptığımız bir gezide, Muhaberat binasının soğuk çehresi bizleri bile ürkütmüştü. Tam bir polis devleti olan Mısır, Cemal Abdünnasır döneminden beri, sözde Arap milliyetçiliğinin merkezî ülkelerinden biri rolüne soyunmuş bulunuyor. Arkasından gelen Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek gibi çağdaş Firavunların çizgisi de, aynı minval üzere devam etti.
Arap tarzı milliyetçiliklerin tamamı için öteki, Avrupalı sömürge güçleri değil, kendi tarihlerinin önemli bir bölümünü oluşturan Osmanlı asırlarıdır. Oysa Osmanlıların bölgeye geldiği tarih, Portekizlilerin İslâm dünyasını arkadan kuşattığı tarihin hemen sonrasına rastlar. Osmanlı Devleti, henüz Mısır’ı fethetmeden önce bile, Portekizlilere karşı kullanılmak üzere, hem de karşılıksız olarak, Mısır Memlûklularına ateşli silah ve gemi yardımında bulunuyordu.
Türklerin bahsi geçen coğrafyaya gelmesi bir müstevli tarzında değil, Batılı sömürge güçlerine karşı bir hâmi sıfatıyla olmuştu. Bundan dolayıdır ki, bizim o bölge ve bölge insanıyla ilişkilerimiz de, sürekli olarak aynı mahallenin insanlarıyla kurulan akraba ilişkileri şeklinde bir seyir izlemiştir. Bu hem uzak geçmişte, hem de 1911’de Trablus ve Bingazi’de bir avuç gönüllü Türk subayının yaptığı cansiperâne mücadelede görüldüğü üzere, hep aynı minval üzerinde olmuştur.
Aradan geçen bunca yıllık zaman zarfında, oradaki halkların bize karşı ayaklandığı, bizim de onları istismar ettiğimiz şeklindeki yaygın yanlışlık, karşılıklı olarak ders kitaplarında, beyinleri kirletmeye devam etti. Meraklılarına, Hâle Şıvgın’ın Türk Tarih Kurumu tarafından basılan bir doktora tezini tavsiye edebilirim. Orada, aniden patlak veren Balkan Savaşı ve uluslar arası dengelerden dolayı bölgeyi terk etmek zorunda kalan Türk subaylarının, mevcut davranışı, yerli halka anlatmaktaki müşkülatın bütün detaylarını bulabilirsiniz.
Bugün bu dünya içten içe kaynıyor. Bunu, konuya az-buçuk ilgisi olan herkes bilir. Totaliter rejimlerle baskı altına alınan mağdur ve mazlum bir kitle, bugün de, görece ileri demokrasisiyle önlerinde yıldız gibi parlayan bir ülkeye gözlerini dikmiş, ondan yardım bekler gibidir. Bizdeki dinozor ve mankurtlardan bazıları için bu hadiseler, uzak coğrafyalarda Türkiye’yi alakadar etmeyen olaylar dizisi şeklinde anlaşılabilir.
Yaşanan hadiseler, hem Türkiye’deki demokratik gelişmelerin, hem de Türk dış politikasındaki yeni yönelimlerin anlamı üzerinde yeniden düşünmemizi gerektirecek kadar hayatî bir zaman diliminde yaşadığımızı gösteriyor. Aynen Türk Dünyasının birdenbire özgürlüğüne kavuşmasındaki hazırlıksızlığımızda olduğu gibi, bu olaylara karşı hazırlıksız yakalanma riski de, önümüzdeki en büyük handikaplardan biri olarak duruyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.