NESEP KİMLİK ve AİDİYET
Tebük Seferi’nden geri kaldığı için tövbe eden ve tövbesinin kabul edildiğine dair hakkında âyetler1 nâzil olan üç sahâbîden —Medineli sahâbî— Hilâl b. Ümeyye, bu kez de yaşadığı bir aile trajedisi nedeniyle ilâhî vahyin nüzûlüne sebep olmuştu. Abdullah b. Mes’ûd anlatıyor: “Bir Cuma gecesi mescitte oturuyorduk. Derken ensardan Hilâl b. Ümeyye öfkeli bir hâlde mescide girerek, “Bir adam eşini yabancı bir erkekle bulur da bunu anlatırsa iftira suçuyla onu cezalandırır mısınız? Veya o adam, hanımıyla yakaladığı kimseyi öldürürse siz de ona ölüm cezası verir misiniz? Yoksa bu kişi kinini içine atarak susmalı mı?” dedi ve ekledi: “Vallahi, bunu yarın Resûlullah’a bildireceğim.” Hilâl, ertesi sabah eşinin yabancı bir erkek ile ilişkisi olduğunu Resûlullah’a (sav) anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ya delil getir yahut da sana verilecek cezaya hazır ol.” buyurarak Hilâl’den söylediklerini ispatlamasını istedi. Hilâl de, “Ey Allah’ın Resûlü! Birimiz karısının üzerinde bir erkek görürse, şahit mi aramaya gidecek? O şahit getirinceye kadar, adam işini bitirip gitmez mi?” diye karşılık verdi. Resûl-i Ekrem, “Sen şahitlerini hazırla, yoksa iftira cezasına çarptırılacaksın!” sözleriyle ısrarcı olunca Hilâl, gerçekleri anlattığını ve Allah’ın bu iş hakkında kendisini cezadan kurtaracak bir âyet indireceğine inandığını söylemişti.
Resûlullah (sav) da işin açığa çıkması için dua etmişti. Derken, “Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlardan her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair Allah adına dört defa yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defada da, eğer yalancılardan ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını ifade etmesiyle yerine gelir.” (Nûr, 24/6-7.) âyetleri nâzil olmuştu. Resûlullah, Hilâl’e ve eşine âyetleri okumuş, onlara nasihat edip âhiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu hatırlatmıştı. Hilâl doğruyu söylediğini, hanımı ise ısrarla Hilâl’in yalan söylediğini iddia edince Hz. Peygamber âyetin emri olan lânetleşme işlemini gerçekleştirmiş ve karı kocayı ayırmıştı. Hz. Peygamber doğacak çocuğu tasvir ederek çocuğun Hilâl’e mi, yoksa kendisine zina ithamı yapılan kimseye mi ait olduğunu tespit amacıyla, doğum sonrasında takip edilmesini söylemişti. Aradan zaman geçmiş, kadın zina ithamı yapılan kişiye benzeyen esmer, kıvırcık saçlı, iri yapılı bir çocuk dünyaya getirmişti. Resûlullah (sav), “Eğer âyetle belirlenen şu şahitlik yeminleri olmasaydı bu kadına yapacağımı biliyordum!” demişti. Allah Resûlü neticede o kadının doğurduğu çocuğun baba adı ile çağrılmamasına, kadına zina suçu yüklenmemesine ve çocuğunun da veled-i zinâ olarak anılmamasına karar vermişti. Kadına veya çocuğuna böyle bir isnatta bulunan kimseye de ceza lazım geleceğine hükmetmiş, boşama ve ölüm gibi bir sebep olmadan ayrıldıkları için de erkeğin kadına ev ve nafaka temin etmesi gerekmediğini belirtmişti. Abdullah b. Abbâs’ın gözde öğrencilerinden İkrime’nin belirttiğine göre, bu çocuk büyüdüğünde hep annesine nispet edilmiş, hiçbir zaman herhangi bir babanın adıyla anılmamıştır.
Benzer bir trajedi Medine’de hicretin dokuzuncu yılı Şâban ayında Resûlullah’ın Tebük Seferi dönüşünde Aclânoğulları’nda yaşanmıştır. Medine’de en son vefat eden sahâbî Sehl b. Sa’d es-Sâidî’nin tanıklığıyla öğrendiğimiz bu hadise diğeriyle benzer mahiyettedir. Yine gayri meşru bir beraberliğin söz konusu olduğu bu olayın neticesinde doğan çocuk daha sonra annesine nispetle anılmış ve çocuk ile annesi Kur’an’da belirlenen paylara göre birbirine mirasçı olmuşlardı.
Ebû Hureyre’nin naklettiğine göre, liân âyeti nâzil olduktan sonra Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştu: “Bir aileye o aileden olmayan bir çocuğu(n nesebini) dâhil eden bir kadının Allah ile hiçbir bağı yoktur ve Allah onu kesinlikle cennetine koymaz. Göz göre göre kendi çocuğunu inkâr eden bir erkeği de Yüce Allah kendisinden uzaklaştırır ve kıyamet gününde geçmiş ve gelecek herkesin önünde rezil eder.”
Kabile asabiyeti üzerine kurulu sosyal bir yapıya sahip olan Arap toplumunda bir kişinin soyunun ve nesebinin bilinmesi büyük önem arz ediyordu. Bu kabile hukuku, evlenme, boşanma, miras, akrabalık ilişkileri ve sorumlulukları gibi hususları nesebe bağlı olarak düzenlemekteydi. Her şeyden önce birey kabilesiyle birlikte anılıyordu. Bir kabilesi olmayan veya anlaşmalı olarak da olsa bir kabilede kendine yer edinemeyen kişinin hiçbir güvencesi yoktu. Dolayısıyla kabile bir anlamda bireyin sosyal ve hukukî güvencesiydi. Bütün bunlar soy bilgisinin hayatî bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Ahlâkî olduğu kadar hukukî neticeleri de söz konusu olduğu için, çocuğun kimliği, hangi aileden olduğu son derece önemliydi. Zira bir çocuğun bir babaya aidiyetinin tespiti, başta miras olmak üzere birçok hukukî neticeyi de beraberinde getiriyordu. Ne var ki bir kimsenin nesebinin tespiti her zaman kolay olmuyordu. Nitekim gerektiğinde nesep tayini için “kıyâfe” adı verilen bilirkişilik müessesesi geliştirilmişti. “Kâif” denilen bilirkişiler fizyolojik ve fizyonomik benzerliklerinden yola çıkarak iki kişi arasında kan bağı olup olmadığına karar veriyorlardı. Nitekim siyah tenli Üsâme’nin, Peygamberimizin azatlı kölesi olan beyaz tenli Zeyd’in oğlu olduğu bir kâifin onayıyla teyit edilmişti. Zeyd ile oğlunun bu fizyolojik farklılığı Resûlullah’ı rahatsız etmiş olacak ki, bir gün Hz. Âişe’nin yanına sevinçle gelerek Mücezziz el-Müdlicî isimli bilirkişinin, üzerleri bir kadife ile örtülü olan Üsâme ile Zeyd’in ayaklarına bakarak onların baba oğul olduğunu söylediğini heyecanla anlatmıştı. Böylece, nesep tayininde uzman olan birisinin bu bilgisine itibar ettiğini göstermişti.
Ebeveynine benzemeyen çocukların nesebinin tespiti konusunda kendisine başvurulanlardan biri de Hz. Peygamber’dir (sav). Meselâ Fezâreoğulları’ndan bir adam Peygamberimize gelerek hanımının siyah bir çocuk dünyaya getirdiğini ve bu çocuğun kendi çocuğu olmadığından endişe ettiğini söylemişti. Hz. Peygamber önce, adama sahip olduğu develerin renklerini sormuştu. Adam onların kırmızı renkte olduğunu söyleyince Allah Resûlü, “Peki aralarında esmer olanları var mı?” diye sormuştu. Adam, “Evet.” deyince Hz. Peygamber, o hâlde bu develerin esmerliklerinin nereden geldiğini açıklamasını istemişti. Adamın, “Soyundan bir damara çekmiş olmalı.” karşılığını vermesi üzerine, “Senin bu oğlun da soyunun bir damarına çekmiş olabilir.” buyuran Resûlullah (sav) böylelikle gen bilgisi olmayan bir dönemde, genlerin çok eski nesillerden bazı özellikleri taşıyabileceklerine işaret ederek soya çekimin farklı şekillerde gerçekleşebileceğine dikkat çekmiştir.
Sosyal yapının kabile esasına dayandığı bir toplumda nesebin karışması ahlâkî olduğu kadar hukukî açıdan da sakıncalı sonuçlar doğuracaktır. Bu muhtemel sonuçların farkında olan Hz. Peygamber kendi soyunu, ait olduğu nesebi kabul etmeyenleri ağır bir dille uyarmıştır. Nitekim bir hadisinde kendi nesebinden başka bir nesebe bağlı olduğunu iddia eden kimsenin Allah’a karşı nankörlük etmiş olacağını söylemiştir. Kabile toplumuna ait bütün hakların kabile esasına göre şekillendiği göz önüne alınırsa biyolojik gerçekliğini ve ait olduğu sosyal yapıyı inkâr edenlere yönelik Resûlullah’ın bu şiddetli uyarıları son derece anlamlıdır. Bu bağlamda bir diğer nebevî uyarının, aynı zamanda Hz. Ali’nin yazılı sahifesi olarak da bilinen Peygamber devrine ait bir hukuk metninde de kayıt altına alındığı görülmektedir: “Kim kendini babası dışında birine nispet ederse ya da kim kendisini (azat eden) efendilerinin dışında birine bağlı gösterirse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olur. Kıyamet günü Allah onun ne tevbesini ne de mazeretini kabul edecektir.”
Nesebin önemine vurgu yapan hadis metinleri arasında, nesep hususundaki karışıklıkların gayri meşru birlikteliklerden kaynaklandığına dair rivayetler yer almaktadır. Mamafih Hz. Peygamber sahih bir nikâhın şartlarını taşımayan, dolayısıyla ahlâkî temeli bulunmayan bütün evlilik şekillerinin geçersiz olduğunu ilân etmiş ve bu tür birlikteliklerden doğan çocukların soyunu ve kimliğini tespit noktasında çok önemli bir hukukî hüküm koymuştur. Buna göre Resûlullah (sav), çocuğun, nasıl ve ne şekilde meydana gelirse gelsin, yatağında doğduğu kişiye yani annesiyle meşru nikâhı olan babaya ait olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, bir çocuğun kimliği hakkında Sa’d b. Ebû Vakkâs ile müminlerin annesi Sevde bnt. Zem’a’nın kardeşi Abd b. Zem’a arasında yaşanmış olan tartışma meşhurdur. Hz. Âişe’nin aktardığına göre, Utbe b. Ebû Vakkâs ölmeden önce kardeşi Sa’d b. Ebû Vakkâs’a, Zem’a’nın cariyesinin oğlu Abdurrahman’ın kendisine ait olduğunu ve onu yanına almasını söylemişti. Abd b. Zem’a’nın İslâm’ı kabul ettiği Mekke’nin fethi esnasında Sa’d b. Ebû Vakkâs bu çocuğu tutup, “Bu, kardeşim Utbe’nin oğludur. Onu kendi nesebine dâhil etmem konusunda kardeşim bana vasiyette bulunmuştur.” deyince Abd b. Zem’a, “Bu, benim kardeşimdir, babamın cariyesinin oğludur, babamın döşeği üstünde doğmuştur.” karşılığını verdi. Her iki taraf bu anlaşmazlığı Hz. Peygamber’e ilettiler ve birbirlerine karşı ileri sürdükleri iddialarını Allah Resûlü’nün huzurunda tekrarladılar. Bunun üzerine Resûlullah (sav), “Ey Abd! Bu (Abdurrahman), senin kardeşindir.” buyurdu ve ekledi: “Çocuk yatak sahibinindir. Zina eden erkeğe gelince; o, çocuk üzerindeki her türlü haktan mahrumdur.” Ardından tartışmaya neden olan çocuğun sima olarak Utbe’ye benzediğini fark eden Hz. Peygamber, sevgili eşi Sevde bnt. Zem’a’ya hitaben, “Sevde! Bundan sonra sen de bu Abdurrahman ile görüşürken Kur’an’ın hicap hükmüne göre hareket et.” buyurdu. Bu olaydan sonra Abdurrahman, bir daha Sevde’yi görmemiştir. Böylece Resûlullah biyolojik babası kim olursa olsun, zina ettiği için bu kişiye çocuk üzerinde hak tanımamıştır. Hatta çocuğun doğumundan sonra babasına benzemesinden dolayı gerçek babasının bilinmesine ve hanımlarına akrabalık ilişkilerinde mesafeli davranmaları emrini vermesine rağmen bu hükmü vermiştir.
Hz. Peygamber devrinde kimlik veya nesep tespitinin özellikle evlilik, miras ve ceza hukuku gibi muâmelât alanlarında çok büyük önem arz etmesi bu kabil anlaşmazlıkların sıkça yaşanmasına yol açmıştır. Ancak Hz. Peygamber her defasında hukukî meşruiyete göre karar vermiştir. Yine Mekke’nin fethi sırasında gerçekleşen benzer bir olayda bir adam, “Ey Allah’ın Resûlü! Falan kimse benim oğlumdur. Çünkü ben câhiliye döneminde onun annesiyle beraber olmuştum.” demiş, Resûlullah (sav) ise, “İslâm’da bir kimse için nikâhı altında olmayan bir kadının doğurduğu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etme hakkı yoktur. Câhiliye dönemi ile ilgili hükümler yürürlükten kalkmıştır. Çocuk yatak sahibinindir. Zina eden ise doğan çocuk üzerinde her türlü haktan mahrum olur.” buyurmuştur.
Buna benzer davalar Hz. Peygamber sonrası dönemde de yaşanmıştır. Hz. Osman zamanında mevâlîden siyahî Rebâh el-Kûfî’nin yaşadığı bir olay dikkat çekicidir. Rum asıllı eşinden kendisi gibi siyahî iki çocuğu olan, Abdullah ve Ubeydullah isimlerini vererek onları bağrına basan Rebâh, eşinin üçüncü çocuğunu açık tenli doğurması üzerine şaşırmıştı. Eşi, çocuğun başka birinden olduğunu ve kendisini zorlayarak onu hamile bıraktığını anlatınca çocuğun kimde kalacağı sorun oldu. Anlaşmazlık Hz. Osman’a iletildiğinde o, Resûlullah’ın, “Çocuk doğduğu yatağa aittir.” buyruğunu hatırlatarak annesinin meşru kocası kimse çocuğun ona ait olduğu kararını verdi. Böylece çocuğun Rebâh’a ait olduğuna hükmetti. Ayrıca Rebâh’ın eşine ve köle olan diğer adama gereken cezayı da uyguladı. Böylece çocukla ilgili haklar noktasında biyolojik mensubiyetin değil, hukukî mensubiyetin esas olduğu hükmü Resûlullah’tan sonra bir kez daha ortaya konmuş oldu.
Nesebin hukukî sonuçlar doğurması ise çocukların ancak babaya nispetiyle mümkün görülmüştür. Diğer bir ifadeyle kimlik tayininde anneye değil, babaya nispet esas alınmıştır. Örneğin, Hz. Peygamber nesebini inkâr edenleri kınadığı bir hadisinde, “Kendisinin, babasından başka birine ait olduğunu iddia eden, cehennemdeki yerine hazırlansın.” buyururken bir diğer hadisinde, “Kendi babası olmadığını bile bile, babası dışında bir kimsenin oğlu olduğunu iddia eden kişiye cennet haramdır.” buyurmakta, dolayısıyla nesepte asıl olanın baba olduğuna işaret etmektedir. Bu bağlamda Yemen’deki Kinde Krallığı’nın ileri gelenlerinden Eş’as b. Kays hicretin onuncu senesinde kabilesinden seksen kişilik bir heyetle İslâm’a girmek için Medine’ye geldiğinde Resûlullah’la aralarında ilginç bir söyleşi yaşanmıştır. Eş’as nesep olarak Peygamber’le aynı kökenden geldiklerinden bahisle, “Biz de Âkilü’l-Mürâroğulları’yız siz de öyle.” deyince Allah Resûlü tebessüm etmiş ve amcaları Abbâs b. Abdülmuttalib ile Rebîa b. Hâris’in de kendilerini bu şekilde takdim ettiklerini söylemişti. İkisi de birer tüccar olan Abbâs ile Rebîa işleri gereği değişik Arap beldelerine gittiklerinde kendilerine kimlerden oldukları sorulduğunda övünmek için, “Biz Âkilü’l-Mürâroğulları’yız.” diye cevap verirlerdi. Bunun sebebi Eş’as’ın da büyük ninelerinden biri kanalıyla atalarından olan Âkilü’l-Mürâr’ın (Hâris b. Amr’ın) Yemen’de kurduğu saltanatıyla meşhur olmasıdır. Eş’as’ın, “Biz, sizin bizden olduğunuzu iddia ediyoruz.” diyerek Peygamber’le soylarının bir olduğunu beyan etmesi üzerine, soy olarak büyük ninesi Ümmü Külâb b. Mürre kanalıyla Âkilü’l-Mürâroğulları’na dayanan Allah Resûlü (sav), “Biz Nadr b. Kinâneoğulları’yız. Öteden beri kendimizi anamıza değil babamıza nispet ederiz.” buyurdu. Bunun üzerine el-Eş’as’ın, kabilesine dönerek, “Bundan böyle Kureyş kabilesinden herhangi birinin Nadr b. Kinâneoğulları’ndan olmadığını iddia edene iftira cezasını uygularım.” demiştir. Allah Resûlü burada bir taraftan soyun esasen erkek kanalıyla devam ettiğine işaret ederken diğer taraftan zarif bir üslûpla Kindelilerin Nadr b. Kinâne (Kureyş)oğulları’ndan olmadığını ima ederek Eş’as b. Kays’a kendi soyunu inkâr etmemesi uyarısında bulunmaktadır.
Hz. Peygamber (sav), câhiliye Araplarının “kabile asabiyetine” dayalı zihniyetini yıkıp iman kardeşliğine dayanan ve aynı atanın çocukları olmayı benimseyen anlayışı hâkim kılmaya çalışıyordu. İnsanlar bir erkek ve dişiden yaratılmıştı. Farklı kabileler, ırklar, renkler ve dillerde yaratılmalarının hikmeti, bölünüp birbirine üstünlük sağlamaları değil, birbirini tanımaları ve iyi işlerde yarışmalarıydı. Bu ilâhî mesajlar, insanların değerlerini biyolojik yapılarından veya soylarından değil, iyilik, hayır, adalet, takva gibi imanî ve ahlâkî kıymetlerden alacağını ifade etmektedir. Özellikle bölgesel çıkarlar uğruna küresel felâketlerin yaşandığı, toplu katliamlarla ve soykırımlarla kimliklerin tehdit altında olduğu çağımızda insanlık, Kur’an’ın bu buyruklarına kulak vermeye her zamankinden daha fazla muhtaç durumdadır. Bundan bin dört yüz yıl önce kabileler arası üstünlük yarışının yaşandığı bir çevrede insanlığa gönderilmiş Son Peygamber’in şu mesajı bugün için daha büyük önem arz etmektedir: “Allah, câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini ortadan kaldırmıştır. ‘Takva sahibi mümin’ ve ‘bedbaht günahkâr’ (ayrımı vardır). İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır, Âdem ise topraktan yaratılmıştır.”
İnsanlar mensup oldukları aile, boy veya kabileyle psikolojik ve sosyal olarak ilişki içindedirler. Pek tabiîdir ki kendilerini ilişkili oldukları sosyal yapıyla tanımlama ihtiyacı hissederler. Aidiyet hissinin ihtiyaçtan ziyade farklı bir endişeye dönüşmesi ise ayrımcılığı körükler ve her türlü bölünmeye kapı açar. Allah Resûlü’nün, kendilerini ifade ederken kabile asabiyeti, sosyal itibar kaygısı gibi çeşitli mülâhazalarla ait oldukları kan bağlarını ön plana çıkarmak isteyenleri uyarmış olması bu tür parçalanmaları önlemeye yöneliktir. Nitekim Uhud Savaşı’nda, İran asıllı azatlı bir köle olan Ukbe’nin müşriklerden birine öldürücü darbesini indirirken, “Al bu da benden. Ben Farisî bir gencim!” diye haykırdığını duyan Hz. Peygamber ona, “... ‘Ben, ensârî bir gencim!’ deseydin ya?” buyurarak etnik mensubiyetin değil sosyo-kültürel mensubiyetin önemli olduğunu vurgulamıştı. Zira Fârisî olmak kanla ilgilidir. Oysa ensara mensup olmak iman, inanç, ahlâk, ilke ve ülküyle ilgilidir.
Tüm bunlar elbette ki nesebin veya insanın hangi soya ait olduğunun hiçbir şey ifade etmeyeceği anlamına gelmez. Bilakis nesep, İslâm dininin korumayı hedeflediği temel haklardan biridir. Bunun birçok gerekçesi vardır. Meselâ, evlilikte nesep göz ardı edilemez bir kıstastır. İslâm, akrabalık ilişkilerine etkisi münasebetiyle kişinin soy bilgisine sahip olmasını teşvik eder. Zira İslâm’ın çok önemsediği akrabalık bağlarının düzgün ve kuvvetli bir biçimde korunması nesebin bilinmesine bağlıdır. Nitekim Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Akrabalık ilişkilerinizi sürdürebilmeniz için neseplerinizi (sülâlenizi) tanıyın. Çünkü akrabalık bağlarının canlı tutulması ailede sevgiyi güçlendirir, malı artırır ve ömrü uzatır.”
İslâm bir taraftan bölünmeye ve çatışmaya sebep olan “soy davası gütme”yi yasaklarken öte yandan sosyal yakınlaşmaya ve dayanışmaya yol açan “soyunu bilme”ye teşvik eder. İnsandan, ailesini kabullenmesini, kimliğini benimsemesini ama bununla üstünlük taslamamasını ister. Bütün bunlardan nesebin, aidiyetin; dinî, hukukî, siyasî ve sosyal statü açısından bir üstünlük ifade etmediğini, ancak toplumsal ve medenî ilişkiler açısından büyük bir öneme sahip olduğunu anlayabiliriz. Özellikle ülkeler arasındaki sınırların önemini kaybetmeye başladığı, birçok kimliği bir araya getiren uluslararası ilişkilerin söz konusu olduğu günümüzde İslâm’ın etnik ayrımcılığa yönelik aldığı tedbirler ayrı bir önem arz etmektedir. Kur’an, “Sûr’a üflendiği zaman, (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Mü’minûn, 23/101) buyururken, buna paralel olarak câhiliyede hayatını kabile düşkünlüğü ve ırkçılık üzerine bina etmiş halkına hitaben Hz. Peygamber (sav) de, “...İşi/ameli kendisini geri bırakan kimseyi, soyu ileriye geçirmez.” buyurarak esas olanın soy veya etnik mensubiyet değil salih amel yani güzel davranış olduğunu ifade etmiştir
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
“Sûr’a üflendiği zaman, (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Mü’minûn, 23/101)
GÜNÜN HADİSİ:
Amr b. Şuayb’ın, babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İslâm’da bir kimse için nikâhı altında olmayan bir kadının doğurduğu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etme hakkı yoktur. Câhiliye dönemi ile ilgili hükümler yürürlükten kalkmıştır. Çocuk yatak sahibinindir. Zina eden ise doğan çocuk üzerinde her türlü haktan mahrum olur.”(Ebû Dâvûd, Talâk, 33-34))
GÜNÜN DUASI
“Ey rabbimiz! “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi günahtan sakınanlara öncü yap!”
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Başkasına evlatlık olarak verilen kişinin öz babasından miras hakkı var mıdır?
CEVAP: Dinimizde, başkasının nesebine kaydedilip aslî nesebinin zayi edildiği ve bu bağlamda birtakım hukukî sonuçlar doğuran evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (Ahzâb, 33/4-5; İbn Mâce, Hudûd, 36). Bununla beraber kimsesiz çocukların evlatlık adı altında ve hiçbir hukukî sonuç doğurmaksızın hayırsever kimseler tarafından bakılıp büyütülmesi de mümkündür. Evlat edinenle evlatlık arasında tek veya çift taraflı bir mirasçılık ilişkisi yoktur. Aralarında mirasçılık söz konusu olmadığından, evlat edinenler hayatta iken diledikleri kadar malı evlatlık olarak büyütülen çocuğa hibe edebilecekleri gibi, mallarının üçte birini vasiyet yoluyla da bırakabilirler (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 533).
Başkası tarafından evlat edinilen kişi, gerçek babasının nesebinden çıkmış olmadığından onun mirasında hak sahibidir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: Fatih SARI İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.