SİYASAL İSLAM
Geçen hafta Bilecik Türk Ocakları Şubesinin davetlisi olarak ilimize teşrif eden Efendi BARUTÇU, belediyenin tahsis ettiği cep sinemasında “Türkiye’nin Geleceği” konulu bir konferans verdi.
Bendeniz Efendi ağabeyle yıllardır tanışır, görüşür ve kendisine derin bir muhabbet beslerim. Artık nesli tükenmiş son turfanda “beyefendi” tipine girebilecek bu Türkmen büyüğü, orada da kendisinden beklenen zerafet, vekar ve itidal üzere son derece güzel bir konuşma yaptılar.
Konuşmanın geneli üzerine görüştüğüm arkadaşlardan güzel tepkiler aldım. Hepsi, şu veya bu partiye angaje olmadan, bitarafane bir hassasiyet ve kadirşinaslık içinde yaptığı değerlendirmeleri takdir hisleriyle karşıladıklarını belirttiler. Niye saklayayım, ben de aynı duygularla toplantıdan ayrıldım.
Fakat bu arada sonradan görüştüğüm Şadi (Erdal) ağabey, bir konunun kendisini rahatsız ettiğini belirtti. Kendisini rahatsız eden husus, Efendi ağabeyin “Siyasal İslamcılar” hakkında kullandığı olumsuz sıfattı.
İlk önce Siyasal İslamcılık teriminin, menşe olarak hangi etkilerle kimler tarafından Müslümanlar arasına sokulduğunun bilinmesi gerekiyor. Bir kere İslam’ın tarihî tecrübesinde “İslamcılık” tabiri, son asrı içine alan küçük bir zaman kesitinin ürünüdür ve ithal bir kavramdır.
Kavramın doğduğu muhit Pakistan ve Mısır gibi sömürge ülkelerindeki Müslüman düşünürlere ait yeni, yeni olduğu kadar da tartışmalı bir kavramdır. İranlı düşünür Ali Şeriati’nin Türkçeye de çevrilen ünlü eseri “Dine Karşı Din” kitabı, politize olmuş İslamî kavramların, Müslümanlar arasında açtığı yaralara dikkat çeker.
Bunun en belirgin örneklerinden biri Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında yaşanan siyasal gerilimdir. Bu hadise ve sonrasında “din adına” yapılanların İslam dünyasında açtığı yaralar hâlâ kapanmış değildir. Kendi siyasal amaçlarına dini sütre yapanların, en büyük zararı dine verdiğini az çok okuyanımız yakinen bilir.
Kaldı ki modern dönemlerin İslamcıları, dinin uhrevi yönünden çok dünyevi yönünü öne çıkartan tavırlarıyla, dünya-ahiret dengesinde dünyanın ağır bastığı seküler bir söylemi öne çıkartarak “geleneksel İslamî” çizgiden bir sapmayı temsil etmişlerdir.
Lokal ve belli bir dönemle sınırlı amaçların İslam ambalajıyla sunulması, şu kadar bin yıllık süredir devam eden büyük geleneğin sahih çizgisinden sapma anlamına geldiği için, aralarında benim gibi “Mızraklı İlmihal” çizgisinde olan geleneksel Müslümanları da tabiatıyla rahatsız etmiştir.
Bizde bir dönem bu akımın şampiyonluğunu yapan gençlerin tasavvufî çizgiyle aralarına mesafe koyması ve bu yolda yürüyen kardeşlerini “maslahatçı” sayarak dışlamalarının üzerinden çok zaman geçti. Eski hızını kaybeden bu akımın temsilcilerinden biri, bugün çok satan gazetelerimizden birinde, savunduğu çizginin tam tersi bir söylemle arzı endam ediyor.
Efendi ağabey o konuşmasında bu tarz bir çizgiyle arasına mesafe koyarken, hassasiyetini Müslüman duyarlılığından alıyordu elbette. Fakat ülkemizde herkes, her kavrama dilediği anlamı yükleme serbestîsine sahip olduğundan, dilediğimiz kimseyi dilediğimiz gibi anlayabiliyoruz.
Türkiye’de İslam’la tarihi bir hesaplaşma içindeki bazı kesimlerin bu kavram üzerinden dindarlara kustuğu kinin yarattığı keşmekeş, tabiatıyla hepimizi rahatsız edebiliyor. Bunu anlıyorum, ancak hepimiz “hüsnü zanna memur” olduğumuz için, sözü söyleyenin kimliğini hesaba katarak değerlendirme yaparsak, “su-i zannın” sonu gelmez vartalarına düşmekten kendimizi kurtarabiliriz.
İslam, milliyetçilik, Atatürkçülük vs. gibi belli kavramlar üzerinden kendi siyasî çizgilerine meşruiyet arama girişimlerini, daima şüpheyle karşıladığımı, bu vesile ile bir kez daha belirtmek isterim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.