Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

UHUD KAZANIRKEN KAYBETMEK

UHUD KAZANIRKEN KAYBETMEK

Hicretin üçüncü yılıydı. ( ibni Hişam Siyret ) Bedir Savaşı’nın üzerinden çok değil henüz bir sene geçmişti. Müslümanlar Medine’ye hicretten sonra Mekkeli müşriklere karşı giriştikleri ilk muharebe olan Bedir Savaşı sonrası büyük bir zafer kazanmışlardı. Mekke döneminde çekilen sıkıntılardan sonra elde edilen bu zafer ise Hz. Peygamber ve arkadaşları için büyük bir güven sağlamıştı. Ne var ki Mekkeli müşrikler için durum çok da parlak sayılmazdı. Gittikçe büyüyen bir sıkıntı içlerini kemirmeye devam ediyordu. Bedir’de topladıkları güçlü orduya rağmen Müslümanlara karşı mağlup düşmeyi bir türlü hazmedemiyorlardı. Üstelik içlerinde Ebû Cehil gibi önemli bir liderin de bulunduğu yetmiş kişiyi böyle bir savaşta kaybetmiş olmalarını akılları almıyordu. Daha düne kadar kendi yanlarında çalıştırdıkları köle-ler bile eski efendilerine meydan okuyorlardı. Bütün bu olanlar, tahammül edilir gibi değildi.İşte bu ve benzeri düşünceler Mekkelileri yiyip bitiriyordu. Neredeyse tamamı, kendileri açısından aşağılık hissini perçinleyen ve tahammülü zor olan bu durumdan bir an önce kurtulmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Bu işi daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu; derhâl Bedir’in intikamı alınmalıydı.

İşte bu ruh hâliyle bir araya gelen Ebû Süfyân, Abdullah b. Ebû Rebîa, İkrime b. Ebû Cehil ve Safvân b. Ümeyye gibi ileri gelen Mekkeli liderlerin toplantısından beklenen karar çıkmıştı. Müşrikler, Bedir’den kaçırılan kervandaki mallarla bir ordu hazırlayacaklardı. Böy-lece öldürülen babalarının ve oğullarının intikamını almış olacaklardı. Karar çok geçmeden Mekke sokaklarında dalga dalga yayılmaya başladı. Bedir’de yakınlarını kaybedenler başta olmak üzere herkes yeni bir saldırı için var gücüyle çalışmaya koyuldu.(İbni Hişam Siyret) Kısa sürede yaklaşık yedi yüzü zırhlı olmak üzere üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Ayrıca orduya aralarında Ebû Süfyân’ın karısı Hind bnt.Utbe’nin de bulunduğu on beş kadın katılmıştı. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından müşrikler, Medine’ye doğru yola çıktılar.

Bunun üzerine Peygamberimizin Mekke’de oturan amcası Abbâs, olanları hemen bir mektupla kendisine bildirdi. Müşriklerin savaş için yola çıktıkları haberi kısa sürede Müslümanlar arasında yayıldı. Peygamber, derhâl görüşüne saygı duyduğu ileri gelen Müslümanları teyakkuza geçirdi ve toplantıya çağırdı. Durum değerlendirmesi yapılarak nasıl bir savaş stratejisi belirleneceği hususu üzerinde tartışıldı. Resûlullah (sav) Bedir Harbi’nde büyük bir zafer kazanmış olmakla birlikte, bu defa şehirde kalarak savunma savaşı yapmalarının daha uygun olduğu yönündeki görüşünü net bir şekilde ifade etti. Onun bu düşüncesi özellikle yaşça daha olgun kişilerce benimsendi. Münafıkların lideri olarak bilinen Abdullah b. Übey b. Selûl de Resûlullah’ın bu fikrine destek verdi ve savunma savaşı istedi. Ancak Bedir Savaşı’na iştirak edemeyen gençler, düşmana karşı savunmada kalmayı bir korkaklık alâmeti olarak algıladılar ve Medine dışında savaşılmasını teklif ettiler. Tartışmalar gide-rek alevlendi. Kanı kaynayan gençlerin heyecan dolu ifadeleri gerçekten ihtiyarları bile ayağa kaldıracak güçteydi. Onların bu heyecanına karşı çıkmak, savaş azmini kırabilirdi. Konuşmaları baştan sona dikkatle takip eden Resûlullah, gençlerin görüşünün daha ağır bastığını idrak etti. Hiç istememesine rağmen onların talebine saygı duydu. Sonuçta savunma savaşı yapılması yerine şehrin dışında düşmanla çarpışmaya karar verildi.(İbni saad Tabakaat) Kısa sürede yaklaşık bin kişiden oluşan İslâm ordusu hazır hâle geldi.(İbni Hşişam Siyret) Bu sayı, düşman ordusunun üçte biri kadardı. Resûlullah da savaşa hazırdı. Üzerine giymiş olduğu iki zırh( Ebu Davud Cihat 68) onun savaşa nasıl hazır olduğunu açıkça gösteriyordu. Komutanlara yaraşır bir kararlılıkla silahlanıp kuşanan Hz. Peygamber, sabah erkenden müminleri mevzilerine yerleştirmek üzere evinden ayrıldı.Bu sırada Sa’d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr’ın uyarısıyla yaptıklarından pişman olan Müslümanlar, Resûlullah’a geldiler ve hata ettiklerini, dolayısıyla istediğini yapmasını söylediler. Buna göre artık şehrin dışına çıkmaya gerek kalmayabilirdi. Ancak Hz. Peygamber bu konuda kararlı olduğunu şöyle ifade etti: “Hiçbir peygambere, üzerine giydiği zırhı Allah’ın hükmü gerçekleşinceye kadar çıkarmak yaraşmaz!”(İbni saad Tabakat Buhari İ’tisam) Onun gözü pek bir savaşçıya yakışan bu tutumu, diğer askerler üze-rinde çok önemli bir tesir bırakmış ve onların da savaş ortamına iyiden iyiye girmelerine yardımcı olmuştu. Artık herkes düşmanla karşılaşmaya hazırdı ve hiç kimsede korku belirtisi yoktu. Hatta henüz on üç on dört yaşlarında olduğu hâlde savaşa iştirak etmek için neferlerin arasına sızan çocukların cesareti, bütün orduyu daha bir heyecanlandırıyordu. Uhud’a doğru giderken yolda yapılan denetimler sırasında bu çocukları fark eden Hz. Peygamber, cesaretlerini takdir etmekle birlikte, durumun ciddiyetini onlara anlattı ve savaşa katılmalarına izin vermedi.

Berâ’ b. Âzib, Zeyd b. Erkam, Semüre b. Cündeb ve Râfi’ b. Hadîc bu şekilde geri çevrilen çocuklardandı. Ancak daha sonra Râfi’ iyi ok attığı, Semüre de güçlü kuvvetli olduğu için izin verilenler arasına katıldı.10Müslümanlar tam da Uhud’a ulaşmak üzereydi ki münafıkların reîsi olan Abdullah b. Übey b. Selûl son hamlesini yaptı. Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayınca üç yüz kişilik taraftarıyla ordudan ayrıldı ve Müslümanlar yedi yüz kişi kaldılar.(İbni Saad Tabakat) Böylece yaklaşık üçte birini daha savaş başlamadan kaybeden Müslüman ordusu, büyük bir darbe almış oldu. Her şeye rağmen kuvve-i mânevîlerinin bozulmasına müsaade edilmeyecekti. Zira Kur’an’da buyrulduğu üzere gerçek müminler ve münafıklar kendilerini belli etmişlerdi: “İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah’ın izniyledir. Bu da müminleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara (münafıklara), ‘Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya geçin.’ denildi de onlar, ‘Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.”(Ali İmran 166 167) Müslümanlar bir müddet yürüyüşün ardından Uhud dağı eteklerine kadar geldiler. Dağı arkalarına almak suretiyle karargâhlarını kurdular.(İbni Saad Tabakat) Uhud dağına yaslanan ordunun güvenliği açısından kuşkusuz en önemli nokta Ayneyn geçidi idi. Buraya hâkim olan, savaşa hükmedebilirdi. Bu nedenle geçit için mutlaka bir önlem alınması gerekiyordu. Hz. Peygamber, oraya keskin nişancılardan elli okçu yerleştirilmesinin taktiksel bir önem arz ettiğine karar verdi. Okçuları kumanda etmek üzere ise Abdullah b. Cübeyr’i görevlendirdi ve konunun ehemmiyetini ona şöyle anlattı: “Bizi kuşların kaptığını görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar sakın şu yerinizden ayrılmayın! Bizim onları hezimete uğrattığımızı görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar asla (yerinizden) ayrılmayın!”(Buhari Cihad 164) Abdullah da verilen vazifenin şuurunda olarak adamlarıyla birlikte görev yerine yerleşti. Müslümanlar ve müşrikler karşılıklı yerlerini almıştı. Savaş her iki taraftan tecrübeli savaşçıların vuruşmalarıyla başladı. Müslümanlar baştan itibaren büyük bir direniş göstererek müşrikleri kısa sürede bozguna uğratmayı başardılar. Özellikle Hz. Hamza, Hz. Ali, Ebû Dücâneve Mus’ab b. Umeyr büyük kahramanlık sergilediler. Zorlu mücadeleler sonucunda artık müşrikler dağılma noktasına gelmişlerdi. Fazla direnç gösteremedikleri gibi bir yandan da başlarının çaresine bakmanın telaşında idiler.Meydandan kaçışan düşman askerlerini, etraflarında bu-lunan kadınların iğneleyici sözleri bile geri çevirememişti. Aslında müşriklerin dağılıp kaçışmaları savaşın düğümünün çö-züldüğü anlardan biriydi. Çünkü onları bu zor durumda gören Ayneyn geçidindeki okçulardan büyük bir kısmı artık savaşın kazanıldığı, bundan böyle orada beklemelerinin anlamsız olduğu düşüncesine kapıldılar. Meydanda bulunan Müslüman askerlerin ganimet topladıklarını gördüklerinde ise savaşın kazanıldığından iyice emin oldular. Çok geçmeden başlarında bulunan komutanları Abdullah b. Cübeyr ve birkaç kişi dışında herkes yerlerinden ayrılarak meydana doğru koşmaya başladı. Âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ne yazık ki Hz. Peygamber’in kesin talimatı çok çabuk unutulmuştu. Abdullah’ın bütün gücüyle onlara engel olmaya çalışması da hiçbir işe yaramadı.(Buhari Cihad 164) şte tam da bu anın gelmesini bekleyen müşriklerin dâhi komutan-larından Hâlid b. v elîd arkadan dolaşarak geçitte kalan okçulara saldırdı. Abdullah b. Cübeyr ve yanındaki okçular şehit edildiler. Daha önceden savaşı kaybettiklerini düşünerek kaçışan müşriklerin de geri dönmesiyle Müslümanlar iki ateş arasında kaldı. Büyük bir felâketle yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Savaş son derece kritik bir safhaya gelmişti. Öyle ki, İslâm ordusu dağılmaya başlamıştı. Tam bu sırada Allah’ın Sevgili Peygamberi de nereden geldiğini anlayamadığı birkaç darbeyle sarsıldı. Utbe b. Ebû vakkâs’ın fırlattığı bir taş mübarek yüzünü yaraladı. Yanağındaki yaranın ve alt çenesinin sağ ön tarafındaki kırılan birkaç dişinin dayanılmaz sızısını bütün vücudunda hissediyordu ki bu defa Abdullah b. Şihâb’ın attığı taşın alnına isabet etmesiyle başındaki miğfer parçalandı. İbn Kamie’nin kılıç darbeleri de üzerindeki zırhta yankılandı.22Gerçek bir şok hâli yaşanıyordu. Rahmet Peygamberi’nin böyle bir muameleye maruz kalması reva mıydı? Yüzündeki kanı silen Resûlullah, “Kendilerini Allah’a davet ediyor olduğu hâlde, Peygamberi’nin başını yaran, dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulur!”diye sitem etmekten kendini alamadı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah ya tevbelerini kabul edip onları affeder ya da zalim olduklarından dolayı onlara azap eder.”(Ali İmran 128) âyetini indirdi.

Resûlullah’ın bu son yaşadıkları, hayatı boyunca unutamayacağı şeylerdi. Zira Hz. Âişe de böyle düşünmüş olacak ki daha sonraları Allah Resûlü’ne şu soruyu sormuştu: “Yâ Resûlallah! Başına Uhud gününden daha şiddetli bir gün geldi mi?”Savaş meydanında yaşanan bu hengâmede Hz. Peygamber’in öldürüldüğü yönünde çeşitli söylentiler yayılmaya başladı ve Müslüman ordusu arasında büyük bir kargaşa meydana geldi. Öyle ki bu dehşet dolu anlarda Müslümanlar bilinçsizce birbirleriyle çatışmaya başladı.28 Bu durum karşısında bazıları Allah Resûlü öldükten sonra artık savaşmanın bir anlamı olmadığını düşünüyordu. Bazıları ise Resûlullah’tan sonra yaşamanın kendilerine yakışmayacağını, bu nedenle ölümüne çarpışmaya devam edilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat bir müddet sonra Resûlullah’ın hayatını kay-betmediği anlaşıldı ve sahâbe rahat bir nefes aldı.29 Yaşanan bu sarsıntı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikredilmiştir: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse siz gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”(Ali İmran 144)

Hz. Hamza, çok sayıda müşriki bertaraf etmişti. Onun karşısına çıkmak akıl kârı değildi. Bir insanın onunla karşılıklı savaşabilmesi için ölümü göze alması gerekirdi. İşte bu yüzden olsa gerek müşriklerin hürriyetine kavuşturma sözü verdikleri vahşî bile onu ancak uzaktan uzağa gözlüyor, gafil bir anını yakalamaya çalışıyor-du. Bu iş için uzun süredir hazırlanmıştı. Görevini başardığı takdirde artık özgür bir hayat onu bekliyordu. Hürriyet hayaliyle kurduğu planları uygulama sırası gelmişti. Savaşın en hararetli anında ölümüne çarpışan Hz. Hamza, vahşî’nin fırlattığı mızrakla yere yığıldı.Bundan sonra ise, yürekleri dağlayan olaylar zinciri peş peşe geldi. vahşî, adına yaraşır bir şekilde elindeki keskin bıçakla Hz. Hamza’nın ciğerini söktü ve Hind’e götürdü. Ardından Hind ve yanındaki kadınlar şehitlerin kulaklarını, burunlarını keserek kendilerine gerdanlık ve küpe yaptılar. Vahşi, Müslüman olduğunda bu olayı anlatırken hep mahcubiyet duyacaktı. Hz. Peygamber, amcasını hunharca katleden bu kişiyi affetse de ondan elinden geldiği kadar kendisinden uzak durmasını isteyecekti. vahşî, Allah Resûlü’nün vefatından sonra Müseylimetü’l-Kezzâb isminde yalancı bir peygamber çıkınca, onun üzerine gönderilen orduya katılacak, “Umarım ki Hamza’ya karşı işlediğim cinayetin karşılığında, Müseylime’yi öldürürüm.” diyecek ve bunu gerçekleştirecekti.Artık savaşın sonu gelmiş, müşriklerden yirmiden fazla kişi öldürülmüş, sadece Ebû Azze adlı bir şair esir edilmişti. Bedir’deki esaretinden kızlarının bakımını sebep göstererek ve dilini tutacağına dair söz vererek kurtulan Ebû Azze bu defa Resûlullah’ı kandıramadı ve yalancılığının cezasını canıyla ödedi. Müslümanlar ise yaklaşık yetmiş şehit vermişti. Yaralı Müslüman askerlerin pek çoğunun su içmek için bile ellerini kaldıracak mecali kalmamıştı. Tam bu sırada onların imdadına yetişen Hz. Âişe ve Ümmü Süleym gibi kadın sahâbîler, yaralılara su yetiştirmek için âdeta çırpınıyorlardı. Bütün şehitlere yetecek kadar kefen malzemesi yoktu. Elde mevcut az sayıdaki örtülerden birisi Mus’ab b. Umeyr’in kefeni için kullanılacaktı, ancak ne mümkün? Çünkü bu örtü o kadar kısaydı ki Mus’ab’ın başı örtülse ayakları açıkta kalıyordu, ayakları örtülse başı... En sonunda Hz. Peygamber’in talimatıyla örtü Mus’ab’ın başını örtecek şekilde kullanıldı, ayaklarına ise izhir denilen otlardan konuldu. Şehitlerin gömüleceği mezarlar konusunda da sıkıntılar yaşanıyordu. Bu nedenle Resûlullah, kabirlerin geniş ve güzel bir şekilde kazılmasını, iki üç kişinin aynı yere defnedilmesini ve Kur’an’ı en iyi bilen kişilerin de öne geçirilmesini istedi. Böylece bütün şehitler yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan üzerlerindeki kanlı elbiseleriyle defnedildiler.

Bazı sahâbîler ise yakınlarının cenazelerini Medine’ye taşımak istediler. Hatta şehitlerini taşıyanlar oldu. Ancak Hz. Peygamber buna müsaade etmedi ve onların hepsinin şehit edildikleri yerde gömülmelerini emretti. Böylece Uhud Savaşı, Hz. Peygamber’in savaş öncesindeki kanaatinin benimsenmemesinin ve savaştaki talimatlarına kulak asılmamasının acı sonuçlarını bütün Müslümanların yaşadığı bir ibret tablosu olarak tarih sayfalarındaki yerini almış oldu..

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

“Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Ali İmran 159)

GÜNÜN HADİSİ

“İstihare eden aldanmaz, istişare eden pişman olmaz, iktisat eden (tutumlu harcayan) yoksul olmaz.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l Evsat, 14/394, H. No: 6816)

GÜNÜN DUASI:

''Allahım! Cimrilikten sana sığınırım.K orkaklıktan sana sığınırım.Ömrümün sonunda güç ve takatten düşmekten sana sığınırım. Dünya fitnesi ve kabir azabından sana sığınırım.''

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU: Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?

CEVAP: Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nafile namaz kılmak caiz ise de, normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbâl-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), nafile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhârî, Salât, 31).

Cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hâllerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret hâllerinde, binek üzerinde farz namaz kılmak da caiz görülmüştür (Kâsânî, Bedâî’, I, 108).

Hz. Peygamber zamanında ve müctehit imamlar döneminde günümüzdekine benzer nakil araçları yoktu. O zaman mevcut olan nakil araçları hayvan ve gemi idi. Genelde insanlar kendi hayvanları ile seyahat ederler ve diledikleri zaman durup, istedikleri zaman yollarına devam edebilirlerdi. Onun için, namazı hayvan sırtında kılma zorunluluklarıyoktu. Gemide seyahat edenler ise, gemi duruyor ise normal yerde kı-lıyorlarmış gibi, kıbleye dönerek rükû ve secdeyi yaparak namazlarını kılarlardı. Gemi hareket hâlinde ise, yapabiliyorlarsa ayakta rükû ve secdeyi yaparak, geminin hareketine göre kıbleye doğru dönerek kılarlar, buna güçleri yetmezse oturdukları yerden rükû ve secdeyi yaparak kılarlardı (Semerkandî, Tuhfe, II, 156; Kâsânî, Bedâî’, I, 109).

Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından, oturdukları yerde îma ile kılabilirler. Bununla birlikte namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Ancak otobüs firmalarının yolcuların dinî hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir.

Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir)şeklinde yapılabilir.

Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim hâlinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir hâlinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan :Hakkı ŞENER

Din Hizmetleri Uzmanı

Bu yazı toplam 326 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR