ARKADAŞ OLARAK HZ. PEYGAMBER SADIK, SAMİMİ ve VEFAKÂR
Medine şehri yıllar süren saadetin son günlerini yaşamaktaydı. Allah Resûlü, en yüce dosta (Refîk-i A’lâ’ya) kavuşma anının yaklaştığını anlamıştı. Ağrıları arttığı için artık ashâbının arasına zorlukla katılabiliyordu. O gün Medine Mescidi’nin üç basamaklı ahşap minberine çıkmış, oradan dostlarına yürekleri dağlayacak bir konuşma yapmıştı. Kendisini kastederek demişti ki, “Allah bir kulu, istediği kadar dünya nimetini ona verme ya da kendi katındaki ilâhî lütufları tercih etme konusunda serbest bıraktı. O kul da Allah katındakileri tercih etti.” Bu dokunaklı sözler üzerine Hz. Ebû Bekir gözyaşlarını tutamadı. O, en güzel ve en özel anları birlikte yaşadığı bu canlar canının ayrılık vaktinin geldiğini anlamıştı. Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir’i sakinleştiren şu cümlelerle sözlerini tamamladı: “İnsanların bana malıyla ve dostluğuyla en çok destek olanı Ebû Bekir’dir. Eğer ümmetimden birine özel bir dostluk payesi verecek olsaydım bu mutlaka Ebû Bekir olurdu. Ancak İslâm kardeşliği (şahsî dostluktan daha üstündür)...”
Hz. Âişe’nin ifadesiyle, Allah Resûlü (sav), arkadaşı Hz. Ebû Bekir’i ihmal etmez, günde iki kez, sabah ve akşam onu ziyarete giderdi. İki samimi dost, acı tatlı yarım asırlık ömürlerinde yeni bir yere göç etmenin telaşını bile birlikte yaşamışlardı. Mekke o gün, tarihî günlerinden birine tanıklık ediyordu. Kutlu Nebî (sav), herkesin öğle uykusunda olduğu bir saatte yine kadim dostu ve yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in evine gelmişti. Hane halkı bunun mutat bir ziyaret olmadığını hemen anlamışlardı. Ev sahibi onu görür görmez, “Anam, babam ona feda olsun! Vallahi mühim bir hadise olmasaydı bize bu saatte gelmezdi!” dedi. Allah Resûlü endişeliydi. Dostuyla biraz yalnız kalmak istediğini ifade etti ve “Evet.” dedi, “Yüce Allah bana Mekke’den ayrılmak (ve Medine’ye hicret etmek) için izin verdi.” Hz. Ebû Bekir (ra) bu teklifi hayret ve memnuniyetle karşıladı. Vakit kaybetmeden yolculuk için hemen hazırlıklara başladılar.
Resûlullah (sav), her ne zaman ihtiyacı olsa yanında bulunan Hz. Ebû Bekir’i kendisine bir yâren, bir arkadaş, bir sırdaş ve bir can yoldaşı edinmişti. Yine Allah’ın izniyle, hicret gibi zorlu bir görevin sorumluluğunu birlikte üstlenmek istiyorlardı. Mekkelilerin amansız takibinden kurtulmak ve izlerini kaybettirmek için Medine’nin ters tarafına düşen 5 km. mesafedeki Sevr mağarasına sığınmışlardı. Bu iki yakın dostun dağın doruğundaki bir mağarada birlikte katlandıkları o üç günlük zorlu, sıkıntılı ve gergin bekleyişi Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle tasvir etmektedir: “Eğer siz ona yardım etmezseniz, inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber!” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı.” (Tevbe, 9/40.)
Allah Resûlü, bu kardeşliği önemsiyor ve her fırsatta onun iyiliklerini dile getiriyordu. Bir gün en zor zamanlarda birlikte olduğu, “yâr-ı ğâr” (mağara arkadaşı) edindiği Hz. Ebû Bekir hakkında, “Onun bize öyle iyilikleri var ki onların mükâfatını kıyamet günü ona ancak Allah verecektir.” diyerek övgüde bulunmuştu. Hicret yolculuğunun bu dayanılması zor sıkıntılı anlarında örülen dostluk köprüsü, eşine ender rastlanan, güçlü, samimi ve herkese örnek olabilecek bir arkadaşlık ifadesi olmuştu.
Hz. Peygamber (sav), bütün dostlukların ötesinde en yüce ve en mümtaz dost ve sevgili olarak Yüce Allah’ı kendisine “halîl (özel dost)” edinmiş ve bu müstesna dostluğu yalnızca O’na has kılmıştı. O, Hz. Ebû Bekir’i bile bu özel dostluğuna (hullet) ortak etmemişti. Onu ve onun gibi yakın arkadaşlarını bir “sâhib” (yâren), bir “sadîk” (arkadaş) ve bir “ihve” (kardeş) olarak görmüştü. Âyet ve hadislerde “halîl, sâhib, sadîk, velî ve refîk” gibi kelimelerle ifade edilen “arkadaş” kelimesi, çeşitli düzeylerdeki “dostluğu” ifade eden bir kavramdır. Bu mânâda Kur’an’da en çok “velî” ve “mevlâ” kelimesinin kullanıldığı görülür. Söz konusu âyetlerin çoğunda, müminlere ve Peygamber’e (sav) yardımcı olacak, onları koruyacak, bağışlayacak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak gerçek dostun ancak Yüce Allah olduğu ifade edilmektedir.
Kur’an’da dostluk anlamına gelen bir başka kelime ise, “halîl”dir. Halîl, çok daha özel bir arkadaşlık ve dostluğu ifade eder. Bu, kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin bir dostluktur. Kur’an’da, “...Allah İbrâhim’i dost (halîl) edindi.” (Nisâ, 4/125.) âyeti ile zalimlerin âhiretteki pişmanlığına dikkat çeken, “...Keşke falanı dost (halîl) edinmeseydim.” âyeti, (Furkân, 25/28.) “halîl” düzeyindeki dostluğun daha seçkin, daha içten ve daha güçlü yönüne işaret etmektedir. Bununla birlikte bazı sahâbîler, Allah Resûlü’ne olan sonsuz sevgi ve saygılarını ifade etmek üzere “halîlî” (dostum) ifadesini kullanmışlar, fakat bununla özel bir arkadaşlık ve dostluğu kastetmemişlerdir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin, “Dostumu (sav) şöyle derken işittim.” sözü, Ebu’d-Derdâ’nın ve Ebû Zerr’in, “Dostum bana şu tavsiyede bulundu.” şeklindeki ifadeleri bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Sevgili Peygamberimiz risâlet öncesinde iyi arkadaşlara sahipti ve onun câhiliyede edindiği arkadaşları da güzel ahlâk sahibi kişilerdi. Bunlardan biri Sâib b. Abdullah idi. Mekke’nin fethi günü muhtemelen Müslüman olmak için Allah Resûlü’ne gelmişti. Osman b. Afvân ve Züheyr b. Ebû Ümeyye tarafından Resûlullah’ın huzuruna çıkarılan Sâib b. Abdullah, övgü dolu sözlerle Resûlullah’a takdim edilmişti. Resûlullah bu sözleri duyunca, “Onu bana anlatmayın. O, câhiliye döneminde benim arkadaşımdı.” diyerek arkadaşını zaten tanıdığını ifade etti. Sâib ise Resûlullah’ın bu sözlerine, “Evet yâ Resûlallah, sen ne güzel dosttun!” diyerek karşılık verdi. Daha sonra da en güzel ahlâkla donatılan Sevgili Peygamberimiz, câhiliye döneminde arkadaşlık yaptığı Sâib b. Abdullah’ın şu güzel niteliklerine dikkat çekti: “Ey Sâib! Câhiliye döneminde edinmiş olduğun güzel ahlâkına bak ve Müslüman olduktan sonra da aynı ahlâkı koru. Misafire ikram et, yetime karşı cömert ol ve komşuna güzel davran.”
Resûlullah’ın (sav) ashâbı içerisinde kendisine dostluk payesi verdiği kimseler de vardı. O şöyle buyurmuştu: “Allah’ın benden önce bir topluma gönderdiği her peygamberin, ümmeti içinde havârileri ve sünnetine tâbi olup emirlerine uyan dostları vardır” Nitekim Kur’an’da da bahsedildiği üzere Hz. İsa’nın havârileri vardı. O, İsrâiloğulları’nı Allah’ın dinine davet ettiğinde onların inkâra meylettiğini anlayınca kimin yanında yer alacağını sormuş, havâriler de, “Allah yolunun yardımcıları olacaklarını” ifade etmişler (Âl-i İmrân, 3/49-52.) ve onu terk etmemişlerdi. Allah Resûlü, “çok özel arkadaş ve yardımcı” anlamını taşıyan “havâri” terimini, ashâbı içerisinde zor zamanda büyük fedakârlıklara katlanan bazı dostları için kullanmıştı. Nitekim Medine’de Müslümanların ölümle burun buruna geldikleri Hendek Muharebesi sırasında, Kurayza Yahudileri’nin düşmanla birlik olup ihanet etmeleri üzerine daha da kritikleşmiş olan o zorlu şartlarda, düşmanların durumunu öğrenip haber getirecek birine ihtiyaç doğmuştu. Resûl-i Ekrem (sav), ashâbı içerisinde bu zorlu görevi üstlenecek birini arıyordu. İki defa, “Bana düşman hakkında kim bilgi getirir?” diye sorduğu hâlde, Zübeyr b. Avvâm’dan başka hiç kimse ortaya çıkmadı. Her defasında öne çıkarak bu göreve talip olan Zübeyr b. Avvâm oldu. Allah Resûlü onun bu gözü pek, kahramanca tavrı üzerine, “Her peygamberin bir havârisi vardır. Benim havârim de Zübeyr’dir.” buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in dostları ve arkadaşları içerisinde “sâhibü’s-sır” (sır sahibi, sırdaş) diye bilinen kimseler de vardı. Medine’de doğup büyümüş, Peygamber Efendimiz tarafından Ammâr b. Yâsir’le kardeş ilân edilmiş Huzeyfe b. Yemân bunlardan birisiydi. Sahâbîler gizemli gibi gördükleri bazı haberleri, sadece Huzeyfe’den duydukları için ona, “Peygamber’in sırdaşı” derlerdi. Huzeyfe (ra), bu vasfı taşıma sebebine ilişkin şöyle bir açıklama yapmıştı: “Vallahi, yaşadığım şu andan itibaren kıyamete kadar olacak her çeşit fitneyi insanlar içerisinde en iyi bilen benim. Bu, Resûlullah’ın benden başka kimseye söylemeyip sadece bana sır olarak vermesinden kaynaklanan bir şey değildir. Aksine Resûlullah benim de bulunduğum bir mecliste fitneler hakkında konuşuyordu. Fitneleri saymaya başladı... Bugün orada bulunanlar arasında benden başka hayatta kalan yoktur.” Allah Resûlü, bilinmesi gereken hususlarda genele hitap eder ve herkesi bilgilendirirdi. Bununla birlikte gerek aile içi özel durumları, gerekse maslahat gereği bazılarının bilmesinde fayda gördüğü hususları da uygun gördüklerine bildirirdi.
Allah Resûlü her zaman ashâbının arasındaydı. Beşer üstü âlemle ilişki içerisinde olmasına rağmen tevazuunu ve tabiîliğini hiçbir zaman kaybetmemişti. Etrafındaki insanlarla ve arkadaşlarıyla ilişkisinde hep onlardan birisi gibi davranırdı. Bu doğallığının garip karşılandığı zamanlar da oluyordu. Bir Kurban Bayramı günü, bayram namazı kılındıktan sonra, halk yemek için bir araya toplanmıştı. Topluluğun sayısı artınca Resûlullah da diz çöküp sofraya oturdu. Orada bulunan bir bedevî Hz. Peygamber’e, “Bu nasıl oturuş?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki Allah beni mütevazı bir kul eyledi. Zalim ve inatçı bir kimse eylemedi.” buyurdu. Zira o (sav), kendisini onlardan farklı birisi olarak göstermek istemiyor, bir kul olduğunu her fırsatta dile getiriyordu. Veda Haccı esnasında ashâbını bırakıp Mekke’de, Kâbe’nin hemen yanındaki, yakınlarına ait evlerden birinde kalmayı kabul etmemişti. Bu teklifi, amcası Ebû Tâlib’in kızı olan Ümmü Hânî yapmıştı. Allah Resûlü (sav) sıkıntılı da olsa Ebtah’ta ashâbı ile birlikte açık arazide kalmayı tercih etti.
Müslümanların önderi ve devlet başkanı olan Sevgili Peygamberimiz, ashâbı ile ilişkisinde bu konumunu ön plana çıkarmazdı. Huzuruna gelip kendisiyle konuşurken titreyen bir kişiyi, “Korkma! Ben bir kral değilim. Ben sadece, kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!” sözleriyle rahatlatmıştı. Gerçekten de Resûlullah ikili ilişkilerde ashâbı ile aynı düzeye inerek tevazu gösterir ve bu şekilde iletişim kurardı. Bir meclise girdiğinde kendisini tazim için ayağa kalkmak isteyenlere engel olurdu. Herkes gibi yerde oturur, sofrası yere kurulur, kaba kumaştan elbiseler giyer, eşeğe biner ve bindiği hayvanın terkisine başkalarını alırdı.
Resûl-i Ekrem (sav) arkadaşları için daima fedakârlık yapardı. Onlarla birlikte olduğu ortamlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar herkese ayrı bir değer verir, onları kıymetli addederdi. Yeri geldiğinde onlara kendi elleriyle su ikram ettiği bile olmuştu. Şöyle ki bir sefer sırasında akşam olmuş, topluluk susuzluktan bitkin düşmüştü. Geceyi geçirmişlerdi ama sabah olunca herkes susuzluktan sızlanmaya başladı. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de oradaydı. Onlar topluluğu sakinleştirmek için, “Ey insanlar! Allah Resûlü (sav) suyu önce kendisi içip sizi sonraya bırakacak değildir!” dediler. Güneş yükseldikçe susuzluk daha da artıyordu. Ashâbdan Ebû Katâde’nin yanında bir kırba su vardı. Resûlullah (sav) ondan su kırbasını istedi ve dağıtmaya başladı. Bir yandan dağıtıyor, diğer taraftan da suyun herkese yeteceğini telkin ediyordu. O gün üç yüz kişi o kaptan su içti. İçmeyen bir Allah Resûlü, bir de Ebû Katâde kaldı. Peygamber (sav), “Ebû Katâde! Sen de iç!” buyurdu. Sonra Resûlullah (sav), “Cemaate su ikram eden, en sona kalır.” diye ekledi.
Allah Resûlü’nün arkadaşlarına ve can yoldaşlarına gösterdiği bu tevazu ve yakınlık elbette ki karşılıksız kalmıyordu. Ashâb da her fırsatta Allah Resûlü’ne olan sevgi ve bağlılıklarını ifade etmekteydiler. Onlara göre kendilerine Allah Resûlü’nden daha sevimli gelen kimse yoktu. Meselâ, bir gün genç-ihtiyar her kesimden insanın bulunduğu bir mecliste Allah Resûlü’ne içecek ikram edilmişti. Önce kendisi içti, sonra sağında bulunan ve henüz çocuk yaşta olan kuzeni Abdullah b. Abbâs’a, “Delikanlı! Bunu yaşlılara vermeme müsaade eder misin?” diye sordu. O da, “Senden gelen hakkımı hiç kimseyle paylaşamam yâ Resûlallah!” diye karşılık verdi.
Allah Resûlü, kölesi Zeyd b. Hârise’yi azat ettiğinde de aynı bağlılığı görmüştü. Kardeşi Cebele b. Hârise, artık hür olan Zeyd b. Hârise’yi götürmeye gelmiş ancak Zeyd, kardeşinin yanında şöyle demişti: “Ey Allah’ın Elçisi! Sana hiç kimseyi tercih etmem!” Bu tablo, yârenlerinin onun eşsiz dostluğu ve arkadaşlığı karşısındaki civanmertlik ve vefakârlıklarını göstermektedir.
En sıkıntılı zamanlarda Resûl-i Ekrem’in yanı başından ayrılmayan ashâbı, ona olan güvenlerini hiçbir zaman yitirmemişlerdi. Kur’an’ın da işaretiyle kader arkadaşları Hz. Peygamber’i kendi canlarından daha kıymetli bilmişler, onu kendilerine tercih etmişlerdi. Allah Resûlü de onlara güveniyordu. Zira hakiki arkadaşlık karşılıklı güven ve özveri isterdi. Mekke’nin fethi günü Resûlullah, yeni Müslüman olan Kureyş liderlerine gönüllerini İslâm’a ısındırmak için bol miktarda ganimet vermişti. Ensardan bazı kimseler Kureyş müşriklerine verilen ganimetin hikmetini anlayamamışlar ve bu durumu sorgulamaya başlamışlardı. Bu durum Peygamber Efendimize ulaşınca, ensarı davet edip onlara durumu izah etmiş ve kendisinin onlara ne kadar güven duyduğunu şu sözlerle ifade etmişti: “Eğer hicret olmasaydı elbette ben ensardan bir kimse olurdum. Eğer insanlar bir vadi veya dağ yolunu tutsalar muhakkak ben ensarın vadisini yahut dağ yolunu tutardım.”
Allah Resûlü (sav), ashâbının ve dostlarının başına gelen bir sıkıntıya kendi başına gelmiş gibi üzülür ve onların bu sıkıntılarını paylaşırdı. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu hâlini şöyle tasvir eder: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) Peygamber Efendimiz, dostlarını bir baba şefkatiyle kucaklar, onları hem dünya hem de âhiret yaşantıları için ihtiyaç duydukları konularda en ince detaya kadar bilgilendirirdi. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmeyi ihmal etmez, kimi zaman hasta yatağında yatan bir dostu için gözyaşlarını tutamadığı olurdu. Onlar için ulaşılması güç diğerkâmlık ve fedakârlıklarda bulunurdu. Her ortamda onları son derece zarif ve anlayışlı bir üslûpla eğitir, namazlarını nasıl kılmaları gerektiğiyle yakından ilgilenir ve doğrusunu gösterir, en mahrem konuları bile onlarla paylaşmaktan çekinmezdi. Kendisine danışıp istişare edene yol gösterir, meclisinde bulunanlarla yakından ilgilenip onlara iltifat eder, hediyeler sunarak gönüllerini alır, samimi bir sohbet ortamı oluşturarak seviyeli şakalar yapardı.
Resûlullah (sav), yaşadığı sıkıntı verici olaylar karşısında da kendisine yakın gördüğü dostları ve arkadaşlarıyla görüşür, onlarla dertleşirdi. Nitekim bir sefer esnasında Hz. Âişe’nin iftiraya uğradığı meşhur İfk Hadisesi’nde, vahyin gecikmesi üzerine çok sıkıntılı anlar yaşamış ve bir çıkış yolu bulabilmek için konuyu ashâbı içerisinde en yakın dostları olan Hz. Ali ve Hz. Üsâme’yle müzakere etmişti. Böylece hem kendi sıkıntısını paylaşmış hem de ashâbına değer verdiğini göstermişti.
“İyiliklerin en hayırlısı, evlâdın baba dostlarını ziyaret etmesidir.” buyuran Allah Resûlü (sav), kendi dostlarına değer verdiği gibi sevdiklerinin dostlarına da yakınlık gösterirdi. “Bana onun sevgisi bahşedildi.” dediği ilk eşi Hz. Hatice vefat ettikten sonra bile Resûlullah, eşinin dostlarını unutmamıştı. Resûlullah (sav) herhangi bir sebeple hayvan kestiğinde bunun etinden Hz. Hatice’nin dostlarına gönderilmesini isterdi. Hz. Hatice’ye olan bu bağlılığından ötürü Hz. Âişe tarafından kıskanıldığını bildiğimiz Sevgili Peygamberimiz, kimi zaman bizzat Hz. Hatice’nin dostlarını bir bir bulur ve onlara ikramda bulunurdu.
Resûl-i Ekrem (sav) dost seçimi konusunda ashâbına, “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.” tavsiyesinde bulunmuştu. Onun (sav) dostları da kendisi gibi güzel ahlâklı, sadık ve vefakâr insanlardı. Ancak Yaratıcısı’na karşı sorumluluklarını yerine getiren bir dost, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna katkıda bulunabilirdi. Bu nedenle Allah Resûlü, “Bilesiniz ki! İçinizden benim dostum olanlar, takva sahibi kimselerdir.” buyurmuştu.
Bugün olabildiğince yalnızlaşan insan, başı sıkıştığında, hastalandığında ya da tek başına kaldığında hiçbir menfaat beklemeden ona elini uzatıverecek ve sıkıntılarını paylaşacak dostluklara muhtaçtır. Hem dünyada sıkıntılarını ve mutluluklarını paylaşacak hem de âhirette onu selâmete çıkaracak gerçek dostluklara. Hiçbir menfaat gözetmeden karşılıksız sevmek, dost bildiğine sadakatle bağlanmak, vefa ile onu her zaman gözetip kollamak günümüzde neredeyse kaybetmek üzere olduğumuz değerler arasındadır. Bu değerleri yeni nesillere aktarmayı ve sırf Allah için sevmeyi, Allah için dostluklar kurmayı onlara öğretmek Resûlullah’ın dostluklarını tanımakla mümkündür. Menfaatler sona erdiğinde dostluklar ve arkadaşlıklar son bulabilir. Allah için sevmek ise karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek sevmek, dostuna tutunmak, onu kendisi gibi bilmektir. Hiçbir menfaat böyle bir dostluğu sonlandıramaz. Allah Resûlü’nün, kendisini “Anam babam sana feda olsun!” diyecek kadar içten seven ashâbı ile kurduğu ve hiçbir kişisel çıkar karşısında bozulmayan dostluklar, müminler için gerçek dostluğun en güzel örnekleridir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”
(Tevbe, 9/128)
GÜNÜN HADİSİ:
Ebû Saîd’in rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ashâbıma sövmeyin! Canım elinde olan (Allah’)a yemin ederim ki eğer biriniz, Uhud (dağı) kadar altını Allah yolunda harcasa, bu onlardan birinin bir ölçek ya da yarım ölçek sadakasına erişemez.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 10)
GÜNÜN DUASI:
Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ümmetine hayır ve bereket ver. İbrahim’e ve İbrahim’in ümmetine verdiğin gibi. Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin.
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Salâtu selam nedir? Hz. Peygamber’e nasıl ve hangi lafızlarla salât-u selam getirilir?
CEVAP: Salât ve selâm kelimelerinden oluşan “salât-u selâm” terkibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) için okunan ve Allah’ın rahmet ve selâmının onun üzerine olması dileğini ifade eden dualara denir. Salavât, salât kelimesinin çoğuludur. Kur’ân’da, “Allah ve melekleri şüphesiz Peygambere salât ediyorlar. (O hâlde) Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 33/56) buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Allah Teâlâ’nın salât etmesi, rahmet etmesi; meleklerin salât etmesi, şanının yüceltilmesini dilemeleri; müminlerin salât etmesi ise dua etmeleri anlamını ifade eder.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâm getirmeyi emreden bu âyetine binaen, geçmiş dönemlerde tanzim edilmiş pek çok salâtu selâm örnekleri vardır. Hz. Peygamber’e (s.a.s.) en kısa şekilde, “Allahümme salli alâ Muhammed” veya “Sallallahü aleyhi ve sellem” ya da “Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve bârik ve sellim” diye salât-u selâm getirilir.
Bu hususta birçok hadis de rivâyet olunmuştur. Nitekim İbn Ebî Leyla şöyle demiştir: “Ka’b b. Ucra ile bir defasında karşılaştım, bana şöyle dedi: Sana Hz. Peygamber’den işittiğim bir hediye vereyim mi? Hz. Peygamber bizim yanımıza geldi. Biz ona ‘Ya Resûlallah! Bizler sana nasıl selâm okuyacağımızı öğrendik. Fakat sana nasıl salât okuyacağız?’ diye sorduk. Resûlullah (s.a.s.) bize şöyle buyurdu: “Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine, İbrahim ve onun ailesi üzerine salât ettiğin gibi salât et! Şüphe yok ki, sen çokça hamdedilen ve şanı yüce olansın. Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine, İbrahim ve ailesine bereket ihsan ettiğin gibi bereket ihsan eyle! Şüphesiz ki, sen çokça hamdedilen ve şanı yüce olansın.” (Buhârî, Ehâdîsü'l-Enbiyâ, 10 [3370]; De‘avât, 32 [6357]; Müslim, Salât, 65-66 [405-406]).
Salât-ü selâm getirmek için belirli bir vakit ve sayı yoktur. Kişi dilediği zaman ve istediği miktarda salât-ü selâm getirebilir. Salât-ü selâm için besmele çekme zorunluluğu da yoktur.
KAYNAK: Din İşleri Yüksek Kurulu
Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.