Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI BARIŞLA GELEN BÜYÜK ZAFER

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI BARIŞLA GELEN BÜYÜK ZAFER

Hicretin altıncı, milâdın 628. yılı idi. Hendek Savaşı sona ermiş, Mekkeli müşrikler yine istediklerini elde edememişlerdi.

Peygamberimiz (sav), bir gece rüyasında kendisinin emniyet içinde, başları tıraşlı olarak Kâbe"ye girdiğini ve Kâbe"nin anahtarını alıp Arafat"a çıktığını görmüştü. Bunun üzerine Allah Resûlü umre yapmaya niyet etti. Bunu ashâbına bildirdiğinde onlar da çok sevindiler. Zira muhacirler uzun bir aradan sonra çocukluk yıllarının geçtiği Mekke"ye gidip hasret giderecekler, ensar da canlarından çok sevdikleri Peygamberleri ile birlikte umre yapacak olmanın mutluluğunu yaşayacaklardı. Gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra Hz. Peygamber, İbn Ümmü Mektûm"u namazları kıldırmak, Nümeyle b. Abdullah el-Leysî"yi de Medine"yi idare etmek üzere yerine vekil bıraktı. Ensardan ve muhacirlerden oluşan yaklaşık bin dört yüz kadar ashâbıyla Zilkâde ayının başında, pazartesi günü Mekke"ye doğru yola çıktı. Efendimize bu seferinde zevcesi Ümmü Seleme eşlik etti.

Mekke"ye umre yapmak niyetiyle gidileceğinden Resûlullah, ashâbına yanlarına sadece birer kılıç almalarını emretti. Kurbanlık olarak da yetmiş kadar deve alındı. Zülhuleyfe mevkiine gelindiğinde Hz. Peygamber, kurbanlık develere gerdanlıklar taktı. Hörgüçlerinin sağ taraflarına ise kurbanlık işareti yaptı. Sonra ihrama girdiler. Gönüller, Kâbe-i Muazzama"ya bir an evvel kavuşabilmenin hasretiyle tutuşmuştu. Herkes coşkulu bir şekilde telbiye getirdi. Allah Resûlü burada iken, umre maksadıyla yola çıktıklarını Mekkelilere haber vermesi, onlardan da haber getirmesi için Huzâa kabilesinden Büsr b. Süfyân"ı Mekke"ye gönderdi.

Hz. Peygamber ve beraberindekiler Gadîru"l-Eştat denilen mevkie ulaştıklarında, Büsr gelerek Kureyş"in Zîtuvâ"da toplanıp Müslümanları Mekke"ye sokmamak üzere yemin ettiklerini ve Hâlid b. Velîd"i Müslümanlarla savaşmak üzere Gamîm bölgesine gönderdiklerini haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, her önemli konuda olduğu gibi ashâbı ile istişare etti. Onlar da, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir ki biz buraya, umre yapmak niyeti ile geldik. Kimseyle savaşmak için gelmedik. Fakat kim Beytullah ile aramıza girip bizi onu tavaftan alıkoyarsa onunla savaşırız.” dediler. Sonra tekrar yola devam edildi. Ğamîm mevkiinde olan Hâlid b. Velîd"in birliğine sezdirmemek için iki dağ arasındaki taşlık bir yoldan gidildi.

Hz. Peygamber gece ateş yakılmamasını emretti. Bir süre sonra Hâlid b. Velîd, Müslüman ordusunun geldiğini fark etti ve durumu Kureyş"e haber vermek üzere atını Mekke"ye doğru sürdü.

Müslümanlar Hudeybiye yakınlarında Seniyyetü"l-Mirar denilen yere geldiklerinde Allah Resûlü"nün devesi çöktü, bir daha hareket etmedi. İnsanlar deveyi yerinden kımıldatmak istedilerse de bunu başaramadılar ve “Kasvâ çöktü, yerinden kalkmıyor.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hayır, Kasvâ çökmedi. Onun böyle bir huyu yoktur. Ancak vaktiyle (Ebrehe"nin) fili(ni Mekke"ye bırakmayıp) durduran Allah, şimdi de Kasvâ"yı (şehre girmekten) alıkoydu. Bu canı bu tende tutan Allah"a yemin olsun ki (Kureyşliler) benden Allah"ın mübarek kıldığı şeyleri yüceltecek ne kadar müşkül istekte bulunurlarsa onu onlara vereceğim.” (Buhari Şurut 15)

Bu esnada Huzâa kabilesinin reisi Büdeyl b. Verkâ", yanında bir grup adamla çıkageldi. Huzâalılar, öteden beri Resûlullah"ın sırdaşı idiler. Mekke"de olup biten her şeyi gizlice gelip Allah Resûlü"ne bildirirlerdi. Büdeyl, bazı Kureyş kabilelerinin Hudeybiye yakınlarına kadar geldiklerini ve Müslümanlara karşı savaşmaya niyetli olduklarını söyledi. Resûlullah da Büdeyl"e buralara savaşmak için gelmediklerini, amaçlarının umre yapmak olduğunu belirtti. Ama isterlerse onlarla aralarında barış için bir müddet tayin edeceğini söyledi. Çarpışmak isterlerse de ölünceye kadar onlarla savaşmaya hazır olduklarını kararlı bir şekilde ifade etti.

Büdeyl b. Verkâ", Hz. Peygamber"e, söylediklerini aynen Kureyş"e ileteceğini belirterek Mekke yolunu tuttu. Oraya geldiğinde etrafında toplanan Mekkelilere şunları söyledi: “Ey Kureyş cemaati! Gerçek şu ki Muhammed hakkında acele karar veriyorsunuz. O, savaş için gelmedi. Sadece değerini yüceltmek maksadıyla bu Beyt"i ziyaret için geldi.” Urve b. Mes"ûd, kalabalığın arasından çıkarak, “Bu adam size hayır ve iyilik yolunu gösteriyor. O yolu kabul ediniz! Ve beni ona gönderiniz.” dedi ve bizzat Allah Resûlü ile görüşmek üzere Hudeybiye"ye gitti. Hz. Peygamber, Büdeyl"e söylediklerini aynen ona da söyledi. Urve, görüşme esnasında ashâbın Resûlullah"a göstermiş oldukları sevgi ve saygıdan çok etkilenmiş ve Mekke"ye döndüğünde bunu dostlarına da anlatmıştı. Zira vaktiyle birçok kralın huzuruna elçi olarak kabul edildiği hâlde onlardan hiçbirine Peygamberimiz kadar saygı gösterildiğine tanık olmamıştı. Bu nedenle Urve, “Şimdi Muhammed size güzel bir barış ve iyilik yolu sundu. Bunu kabul edin!” sözleriyle bir kez daha teklifini yineledi.

Kureyş, Urve"nin sözleriyle ikna olmamıştı. Bu arada Müslümanlarla müşrikler arasında elçiler gelip gidiyordu. Sonunda Allah Resûlü, barış ümidiyle Hz. Osman"ı, konuyu bizzat Kureyşlilerle müzakere etmek üzere Mekke"ye gönderdi. Mekkeliler, Hz. Osman"a yakın ilgi gösterdiler. Hatta güven içerisinde Kâbe"yi tavaf edebileceğini söylediler. Ancak o, “Resûlullah onu tavaf etmedikçe ben de tavaf etmem!” diyerek tekliflerini reddetti. Bir müddet sonra da onun Kureyşliler tarafından öldürüldüğüne dair bir haber geldi Hudeybiye"ye.

Artık durum değişmişti. Müslümanlar sadece umre yapmak için gelmişler ama bütün çabalarına rağmen bu niyetleri anlaşılamamış, hatta savaş sebebi olacak bir durum ortaya çıkmıştı. Nitekim Hz. Ömer, savaş ihtimalini düşünerek oğlu Abdullah"tan, ensardan birinin yanında olan atını getirmesini istemişti. Allah Resûlü ise, “Bu kavimle savaşmadıkça buradan ayrılmayacağız.” buyurarak ashâbını hemen, orada bulunan bir ağacın altında kendisine biat etmeye çağırdı. Sonra tek tek herkesin elini tutarak savaştan kaçmamak ve ölünceye kadar çarpışmak üzere onlardan söz aldı. En son sağ elini sol elinin üzerine koydu, “İşte bu da Osman adına biattir.” dedi (Buhari Meğazi 19)

Ashâbın Efendimizin etrafındaki bu kenetlenmeleri, daha Müslümanlar ağacın altında iken inen şu âyet ile “Rıdvan Biati” olarak tarihe geçecekti: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih 48/18)

Müslümanların canları pahasına Peygamberlerinin etrafında kenetlenmeleri ve bu husustaki kararlılıkları Kureyşlileri korkutmuştu. Bunun üzerine Hz. Osman"ı serbest bıraktılar ve Süheyl b. Amr"ı Müslümanlarla antlaşma yapmak üzere Hudeybiye"ye gönderdiler. Hz. Peygamber, ismi "kolaycık" anlamına gelen Süheyl"i görünce ashâbına döndü ve “Artık işiniz kolaylaştı.” diyerek memnuniyetini dile getirdi. Çok geçmeden Kureyş elçisi Süheyl ile Resûlullah, bir barış antlaşması üzerinde prensip olarak anlaştılar.

Antlaşmanın içeriği belli olduktan sonra sıra yazıya geçirilmesine gelmişti. Sulh metnini yazmak üzere taraflar bir araya geldiğinde, Efendimiz, Hz. Ali"yi kâtip olarak çağırdı ve “Bismillâhirrahmânirrahîm yaz.” dedi. Süheyl hemen itiraz etti ve “ Biz Bismillâhirrahmânirrahîm ne demek bilmeyiz. Ama bildiğimiz şekilde Bismike Allâhümme yazabilirsin.” dedi (Müslim Cihad ve Siyer 93)

Etrafta bulunan Müslümanlar buna itiraz ettilerse de Allah Resûlü, Hz. Ali"ye Süheyl"in dediği gibi yazmasını emretti. Sonra Peygamberimiz, Hz. Ali"ye, “İşte bu, Allah"ın Resûlü Muhammed ile Süheyl b. Amr"ın üzerinde ittifaka vardıkları antlaşmadır.” ifadesinin yazılmasını emrettiğinde, Süheyl buna da itiraz etti. “Eğer biz senin Allah"ın Resûlü olduğunu kabul etmiş olsaydık sana karşı çıkıp savaşmaz, Kâbe"yi ziyaret etmeni de engellemezdik. Ama "Abdullah"ın oğlu Muhammed" yazabilirsiniz.” dedi. Efendimiz, “Vallahi siz yalanlasanız da ben, Allah"ın Resûlü"yüm.” diyerek bunu da kabul etti (Buhari Şurut 15) Ancak Hz. Ali, “Allah"a yemin olsun ki ben Allah"ın Resûlü ifadesini silemem.” diyerek itiraz etti. Bunun üzerine Efendimiz kendi eliyle bu ifadeyi sildi. Yerine Muhammed b. Abdullah yazdırdı (Müslim Cihad ve Siyer 92)

Hz. Peygamber şart olarak kendileri için Kâbe"yi ziyaret izninin verilmesini istedi. Süheyl, o sene değil ancak ertesi yıl için izin verilebileceğini, hem de Müslümanların yanlarında kınlarındaki kılıçlardan başka bir şey bulundurmamaları gerektiğini söyledi. Resûlullah bunu da kabul ederek maddenin bu şekliyle sulh metnine yazılmasını emretti. Ayrıca söz konusu maddeye göre Müslümanların Mekke"de yalnızca üç gün kalabilecekleri hükme bağlandı. Daha sonra Süheyl Müslümanlara ağır gelebilecek şu hususun metne dâhil edilmesini istedi: “Müşriklerden her kim Muhammed"e iman edip ona gelirse velisinin isteği üzerine Muhammed onu müşriklere geri verecek fakat Müslümanlardan kim müşrikler tarafına giderse Mekkeliler onu geri vermeyecektir.’’(Buhari Sulh 7)

Son olarak antlaşmanın hırsızlık veya hıyanet olmamak şartıyla on yıl geçerli olduğu hususu yazıya geçirildi. Ayrıca çevre kabilelerden isteyenler Kureyşlilerle, isteyenler de Müslümanlarla antlaşmaya taraf olarak kalabileceklerdi. Bunun üzerine Huzâa kabilesi Müslümanların tarafında; Benî Bekr ise Kureyş tarafında antlaşmaya girdiklerini ilân ettiler.

Antlaşmanın hazırlandığı sırada Müslümanlar açısından acı veren bir olay yaşandı. Kureyşlilerin elçiliğini yapan Süheyl b. Amr"ın oğlu Ebû Cendel, Mekke"den kaçıp zincirlerini sürükleyerek o anda çıkageldi. Süheyl oğluna doğru gitti, yüzünü tokatladı, yakasından tuttu ve “Yâ Muhammed, bu sana gelmeden aramızdaki antlaşma kesinleşmiş oldu değil mi?” dedi. Efendimiz, “Doğrudur.” dedi. Sonra Allah Resûlü Süheyl"e, “Onu bana bağışla!” dediyse de o bunu kabul etmedi ve antlaşmayı hatırlattı. Süheyl, Kureyşlilere götürüp teslim etmek üzere oğlunu ayağındaki zincirden çekmeye başladı. Bu esnada Allah"a iman uğruna şiddetli işkenceye maruz kalmış olan

Ebû Cendel, Müslümanları yüreğinden dağlayan şu sözleri söylüyordu: “Ey Müslüman cemaat! Müslüman olarak geldiğim hâlde şimdi ben, müşriklere mi teslim ediliyorum? Karşılaştığım şu hâli görmüyor musunuz?’’(Buhari Şurut 15)

Müslümanların üzgün ve çaresiz bakışları arasında Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ebû Cendel! Sabret ve sevabını Allah"tan dile. Muhakkak ki Allah, sana ve senin gibi ezilmişlere en yakın bir zamanda bir fırsat ve çıkış yolu verecektir. Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Biz onlara onlar da bize bu antlaşmaya sadık kalma üzerine söz verdi. Hıyanet edemeyiz.”

O anda Hz. Ömer müşriklerin öne sürdüğü şartları ve Ebû Cendel"e yapılanları gururuna yedirememiş ve hemen Resûlullah"ın yanına gelerek peş peşe sorular sormuştu:

“Ey Allah"ın Resûlü, biz hak üzereyiz, onlar da bâtıl üzere değil mi?”

“Evet.”

“Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemde değil mi?”

“Evet.”

“Öyleyse neden dinimiz hususunda bu âcizliği gösteriyoruz da Allah henüz onlarla bizim aramızda bir hüküm vermemişken geri dönüyoruz?”

“Ey Hattâb"ın oğlu! Ben gerçekten Allah"ın Resûlü"yüm! Allah ebediyen beni(m emeğimi) boşa çıkarmaz.” (Müslim Cihad ve Siyer 94) Ve ben Allah"a isyan etmem. O, bana yardım edecektir.”

“Vaktiyle sen Beyt"e gelip tavaf edeceğiz demiyor muydun?”

“Ben sana bu sene mi gideceğiz dedim?”

“Hayır.”

“Muhakkak ki sen yakın zamanda Beyt"e gelip onu tavaf edeceksin.” (Buhari Şurut 15)

Antlaşmanın ardından Resûlullah (sav), ashâbına dönerek, “Haydi kalkın! Kurbanlarınızı kesip tıraş olun!” diye emir verdi (Ebu Davud Cihad 156) Fakat üç kere tekrar etmesine rağmen kimse yerinden kımıldamıyordu. Ortalıkta bir sessizlik hâkimdi. Bu alışılmış bir durum da değildi. Anlaşılan öne sürülen şartlar onlara çok ağır gelmiş ve ihrama girip umreye niyetlenmişken gerisin geriye dönmeyi hazmedememişlerdi. Sevgili Peygamberimiz bu duruma çok üzüldü ve zevcesi Ümmü Seleme"nin çadırına giderek olanları ona anlattı. Ümmü Seleme, Allah Resûlü"ne şu fikri verdi: “Yâ Resûlallah! Sen bunu çok arzuluyorsan çık ve hiçbirine bir şey söylemeden kurbanını kes, tıraş ol.”

Eşinin tavsiyesini uygulayarak gerginliği sona erdirmeye karar veren Hz. Peygamber, daha sonra ashâbının huzuruna çıktı ve hiçbir şey demeden kurbanını kesti. Sonra tıraş oldu. onu gören ashâb da çok geçmeden

kurbanlarını kesip tıraş oldular ve ihramdan çıktılar. Bu tablodan hoşnut olan Efendimiz ise ashâbı için, “Allah"ım! Saçını tıraş edenleri bağışla!” diye mağfiret diledi.

Resûl-i Ekrem, Hudeybiye"de yaklaşık yirmi gün kaldıktan sonra, ashâbıyla birlikte Medine"ye doğru yola çıktı. Herkes çok üzgündü. Fakat daha Mekke ile Medine arasında iken Hz. Peygamber, “Bu gece bana öyle bir sûre indi ki (benim için o) üzerine güneşin doğduğu dünyadan bana daha sevimlidir.” diyerek ashâbına Fetih sûresinin nâzil olduğunu müjdeledi. Sonra Allah Resûlü, inen âyetleri etrafında toplanan kalabalığa okumaya başladı: “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih 48/1-3) Sonra Hz. Peygamber, Hz. Ömer"e haber göndererek sûreyi ona da okuttu. Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Bu (Hudeybiye Antlaşması gerçekten bir) fetih midir?” diye sordu. Hz. Peygamber de, “Evet.” cevabını verdi. Böylece daha önce müşriklerin her şartına uymuş olduklarından dolayı kızgın ve kırgın olan Hz. Ömer"in gönlü duruldu.

Yıllar sonra Berâ" b. Âzib"in şu sözleri de Hudeybiye Antlaşması"nın gerçek bir fetih olduğunu vurgulamaktadır: “Siz Mekke"nin fethini, fetih olarak kabul edersiniz. Evet, Mekke"nin fethi, bir fetih ve zaferdi ama biz, Hudeybiye günündeki Rıdvan Biati"ni fetih olarak kabul ederiz.” Hudeybiye Antlaşması, savaş sonucu kazanılan bir fetih değildi ama Hayber"in ve Mekke"nin fethi gibi fetihlerin yolunu açan önemli bir antlaşma idi. Bu antlaşma ile zaferlerin kapısı aralanmış oluyordu.

Cenâb-ı Hak, inen âyetlerde, Hz. Peygamber"in rüyasında gördüğü şekilde Müslümanların Mekke"ye gireceklerinin müjdesini de veriyordu: “Andolsun ki Allah, Elçisi"nin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm"a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi.” (Fetih 48/27) Böylece Müslümanların zihninde var olan endişe ve sorular, yerini sükûnet ve teslimiyete bırakmıştı. İzzetlerini koruduklarını zanneden müşrikler ise kısa bir süre sonra asıl kaybedenin kendileri olacaklarının farkında değillerdi.

Antlaşma sonrasında Efendimiz, kararlaştırılan hükümlere sadık kaldı. Bu sırada Ebû Basîr Utbe es-Sekafî isimli bir Mekkeli, Müslüman olmuş ve hapiste iken bir yolunu bulup kaçarak Medine"ye Peygamberimizin yanına gelmişti. Müşrikler peşinden hemen Huneys el-Âmirî adlı

bir adam ve kölesini göndererek zikredilen şart gereği Ebû Basîr"in kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Peygamber, onu Kureyşlilere teslim etti ve şöyle dedi: “Ey Ebû Basîr! Senin de bildiğin gibi bu kavimle bir antlaşma yaptık. Dinimizde hıyanet etmek bize yakışmaz. Bunlarla beraber yola koyul. Şüphesiz ki Allah, senin ve beraberindeki güçsüz kimseler için bir çıkış yolu ve genişlik yaratacaktır.”

Ebû Basîr, “Yâ Resûlallah! Dinimden dolayı öldürmeleri için beni müşriklere geri mi veriyorsun?” diyerek sitem ettiyse de Allah Resûlü, “Onlarla git ey Ebû Basîr! Muhakkak ki Allah senin için bir çıkış yolu var edecektir.” diyerek onu teskin etmeye çalıştı.

Mekke"den kaçarak Peygamberimize (sav) sığınanlar yalnızca erkekler değildi. Ukbe b. Ebû Muayt"ın kızı Ümmü Gülsüm de Mekke"den gizlice ayrılarak Medine"ye gelmişti. Kureyşli bir liderin kızı olarak soylu bir aileye mensup olan bu cesur hanım, ailesinin aldığı bütün önlemleri aşarak bir gece yola çıkmış ve yalnız başına hicret eden tek kadın olarak tarihe geçmişti. Medine"ye gelerek onun kendilerine iade edilmesini isteyen kardeşlerinin ısrarına rağmen Allah Resûlü, onu teslim etmedi. Zira bu olay üzerine inen âyette şöyle emredilmişti: “Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin...”(Mümtehine 60/10)

Gerçekten de Allah (cc), Ebû Basîr ve onun durumunda olanlar için bir çıkış yolu göstermişti. Nitekim Ebû Basîr, Peygamberimizin buyruğuna uyarak iki müşrikle birlikte yola koyulduğunda, aralarında geçen konuşmalar esnasında onlara güven telkin etti. Zülhuleyfe"de yemek için konakladıkları bir sırada Ebû Basîr, Huneys"e, “Ey Huneys! Vallahi senin şu kılıcın çok güzel!” deyince, o da, “Evet, vallahi bu kılıç çok iyidir. Onu defalarca tecrübe ettim.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine ona bakmak için izin alan Ebû Basîr, kılıcı kınından çıkardı ve keskinliğini denemek amacıyla sağa sola sallamaya başladı. Sonra havaya kaldırdığı kılıcı bütün şiddetiyle Huneys"in bedenine doğru indirdi. Huneys, cansız bir şekilde yere yığıldı. Efendisinin öldüğünü gören köle ise çoktan kaçıp gitmiş, böylelikle Ebû Basîr serbest kalmıştı.

Müşriklerin elinden kurtulan Ebû Basîr, tekrar onlara teslim edilme endişesiyle, Kızıldeniz sahilindeki Îs denilen yere sığındı. Ebû Cendel"in de Mekkelilerin elinden kurtulup buraya gelmesi ile Îs, Mekke"den kaçan

Müslümanların sığınak yeri oldu. Kısa süre sonra burada bir araya gelen Müslümanlar, Kureyş kervanlarını tehdit eder hâle geldiler. Bunun üzerine Kureyşliler, Resûlullah"tan, “Müslüman olan Mekkelilerin iadesi” ile ilgili maddenin kaldırılmasını talep etmek zorunda kaldılar. Ebû Süfyân"ı görevlendirerek, “Artık Mekke"den Medine"ye kim giderse güvence altındadır.” diye haber gönderdiler. Hz. Peygamber vakit kaybetmeden, Ebû Basîr ve cemaatine mektup göndererek Medine"ye gelmelerini istedi. Mektup, Ebû Basîr"e ölüm döşeğinde iken ulaştı. Ebû Basîr, o hâlde mektubu yüzüne gözüne sürerek okumaya başladı. Sonra mektup elinde olduğu hâlde ruhunu teslim etti. Arkadaşları ise onu, vefat ettiği yere gömüp Medine"ye döndüler.

Hudeybiye günü Müslümanlar, bu antlaşmanın gelecekte ne tür hayır ve iyilikler getirebileceğini kavrayamamışlardı. Hz. Peygamber"in başlangıçta ağır gibi görünen şartları kabul etmesindeki hikmetler, yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Yıllarca süren düşmanlıklar sonrasında müşriklerle ilk defa bir antlaşma yapılıyordu. Bu barış ortamında insanlar birbirlerinden emin olunca Müslümanlar, inanmayanlarla münasebet kurma, onları dine davet etme fırsatı buldular. Ve belki de en önemli gelişme, o güne kadar Müslümanları tanımayan, Hz. Muhammed"i atalarının dinini ortadan kaldırmak isteyen biri olarak gören Kureyşli müşriklerin, Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmeleriydi. Böylece Medine Site Devleti resmiyet kazanmış oldu.

Allah Resûlü, antlaşmadan tam bir yıl sonra yani hicretin yedinci yılında Hudeybiye tecrübesini yaşamış olan Müslümanların umre için hazırlanmalarını istedi. Zilkâde ayında Hz. Peygamber, beraberinde yaklaşık iki bin kişi ile Medine"den yola çıktı. Yanlarında silah olarak sadece kılıçları vardı. Müslümanların Mekke"ye doğru geldikleri haberini alan Kureyşliler antlaşma gereği şehri boşalttılar. Üç gün Mekke yakınlarındaki dağlara çekilip Müslümanların ne yapacaklarını merakla uzaktan seyre daldılar. Ashâb, Resûlullah"ı müşrikler tarafından gelebilecek tehlikeye karşı sıkı koruma altına almışlardı.

Allah Resûlü ve ashâbı, Mekke"ye, “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk!” (Buyur Allah"ım buyur! Emrindeyim buyur!) nidalarıyla girdiler. Mescid-i Harâm"a geldiklerinde ise Hz. Peygamber, müşriklerin bakışları üzerlerinde olduğu için Müslümanların kuvvetli görünmelerini istiyordu. Bu nedenle

“Bugün kendisini onlara kuvvetli gösteren kişiye Allah rahmet etsin!” buyurdu. Çünkü müşrikler, Müslümanları zayıf ve güçsüz insanlar olarak görüyorlardı. Onun için Peygamberimizin emriyle bütün ashâb, tavafın ilk üç şavtında, sağ omuzlarını açık bırakıp, pazularını ortaya çıkarmışlar, bu hâlde hızlı adımlarla yürüyerek remel yapmışlardı.

Ertesi gün Efendimiz Kâbe"ye girdi. Öğle vaktine kadar orada durduktan sonra Hz. Bilâl"e, Kâbe"nin damına çıkarak ezan okumasını emretti. Allah Resûlü, antlaşma gereği Mekke"de üç gün kaldıktan sonra tekrar Medine"ye döndü.

Müslümanlar, hâl ve tavırlarıyla müşrikler üzerinde derin tesirler bırakmışlardı. Kureyş"in ileri gelenlerinden Hâlid b. Velîd, Osman b. Talha ve Amr b. Âs bu süreçte Müslüman oldular. Ayrıca müşriklerle savaş olmayınca, Müslümanlar için zaman zaman tehdit oluşturan Yahudilerin tamamen etkisiz hâle getirilme süreci de başlamış oldu. Artık adım adım iş, İslâm dininin hâkimiyetine doğru gidiyordu.

Hudeybiye Antlaşması, fetihlerin yolunu açmıştı. Antlaşma zamanından bir ay geçmemişti ki Hayber fethedildi ve Yahudilere ağır bir darbe indirildi. Birçok mânevî iltifata nail olan Hudeybiye mücahidleri, Hayber ganimetlerinden pay alarak maddî nimetlere de kavuştular. İki yıl sonra ise Müslümanlar, Kureyş müşriklerinin antlaşmayı bozmaları üzerine Mekke"yi fethettiler. Bu süreçte, başta antlaşmada Kureyş"in safında yer alan Süheyl olmak üzere birçok insan, İslâm ile şereflendi.

Hudeybiye, İslâm dininin dışa açılımının adıdır. İçte hâkimiyet gittikçe artarken İslâm, ilk defa resmi bir hüviyetle Arap yarımadasının dışına çıkıyordu. Artık İslâm"ın sesi, Arabistan sınırlarını aşarak Şam"a, Bizans"a, Mısır"a, Irak"a ve İran"a doğru ilerliyordu. Bu anlamda Allah Resûlü, Bizans ve Sâsânî imparatorlarına, Mısır mukavkısına, Habeş necâşîsine mektuplar göndererek, onları İslâm"a davet etmişti.

Antlaşmayı takip eden iki yıl içerisinde İslâm"a girenlerin sayısı, o güne kadarkine eşit belki de daha fazla olmuş, en sonunda Mekke"nin fethine on bin kişilik bir orduyla gelinecek duruma ulaşılmıştı. Ayrıca Hudeybiye Antlaşması, devlet olmanın yolunu açan önemli bir adımdır. Başlangıçta Müslümanların aleyhine gibi görünse de getirdiği sonuçlar bakımından lehlerine olan bir antlaşmadır.

Hudeybiye ismi, bize Hz. Peygamber"in ahde vefasını hatırlatır. Zira Ebû Cendel, gözünün önünde babası tarafından zincirlerle Mekke"ye geri

götürüldüğü hâlde, Resûlullah antlaşmaya olan sadakatini asla bozmamıştır.

Hudeybiye Antlaşması, Efendimizin, “Bugün siz yeryüzü halkının en hayırlısısınız!” buyurduğu ashâbı ile elde ettiği ilk diplomatik başarıdır. Bu nedenle de İslâm tarihindeki önemli dönüm noktalarından biridir.

Hz. Ebû Bekir"in şu sözleri, Hudeybiye"yi bütün yönleriyle nasıl anlamamız gerektiği konusunda ışık tutmaktadır: “İslâm"da Hudeybiye"den daha büyük bir fetih yoktur. Fakat o gün insanlar, Resûlullah ile Rabbi arasında olanları kavramakta çok zorlandılar. Allah"ın kulları acele karar veriyorlar. Halbuki Allah Teâlâ, iş kendi murad ettiği noktaya gelinceye kadar kulların acele ettiği gibi acele etmez.”

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

‘’Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.Ta ki Allah,senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın,sana olan nimetini tamamlasın,seni doğru yola iletsin ve Allah sana şanlı bir zaferle yardım etsin.’’(Fetih 48/1-3)

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Vâil anlatıyor: (Hudeybiye Antlaşması imzalandıktan sonra) Ömer b. Hattâb geldi ve Resûlullah"ın (sav) yanına giderek, “Ey Allah"ın Resûlü, biz hak üzereyiz, onlar da bâtıl üzere değil mi?” dedi. Resûlullah “Evet.” buyurdu. Sonra Hz. Ömer, “Bizim ölenlerimiz cennette onların ölenleri ise cehennemde değil mi?” diye sordu. Resûlullah yine “Evet.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Öyleyse neden dinimiz hususunda bu âcizliği gösteriyoruz da Allah henüz onlarla bizim aramızda bir hüküm vermeden geri dönüyoruz?” dedi. Resûlullah şöyle cevap verdi: “Ey Hattâb"ın oğlu! Ben gerçekten Allah"ın Resûlü"yüm! Allah ebediyen beni(m emeğimi) boşa çıkarmaz.” Sonrasında Resûlullah"a (sav) Fetih sûresi nâzil oldu. Allah Resûlü hemen Hz. Ömer"e birini gönderip sûreyi ona okuttu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Bu (Hudeybiye Antlaşması gerçekten bir) fetih midir?” diye sordu. Hz. Peygamber de, “Evet.” cevabını verdi. Artık Ömer"in gönlü oldu ve döndü. ( Müslim, Cihâd ve siyer, 94)

GÜNÜN DUASI:

“Allah’ım! Harama bulaşmaktansa helalinle yetineyim. Beni lütfunla (zengin kılarak) senden başkasına muhtaç etme.”

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU: Kul hakkının önemi nedir ve ihlali durumunda nasıl ödenir?

CEVAP: İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların başında kul hakkı gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Bundan dolayı İslâm’da ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate alınmış ve gözetilmiştir. Resûlullah (s.a.s.) veda hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]). Dolayısıyla İslâm’da kul haklarına riâyet, İslâm’ı anlama ve özümseme göstergelerinden olup dünya ve ahiret saadetine ulaştıran temel vesilelerden birisidir.

Kul hakkı ihlali durumunda; haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim din kardeşinin şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir” (Buhari Mezalim 10) .

Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda; mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.

Hak ihlali; hakaret etme, küfür, yalan, gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113)

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: İsmail Basri Din Hizmetleri Uzmanı

Bu yazı toplam 274 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR