Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

BİR YÜREK SÖZLEŞMESİ

BİR YÜREK SÖZLEŞMESİ

BİAT

BİR YÜREK SÖZLEŞMESİ

Hüzün yılıydı... Hz. Peygamber’in en büyük destekçileri olan amcası Ebû Tâlib ve sevgili eşi Hz. Hatice artık hayatta değildi. Allah Resûlü bir yandan giderek ağırlaşan şartlar altında ezilen az sayıdaki Müslümanlara destek sağlamak, diğer yandan da insanlara doğru yolu göstermek için çabalıyordu. Durumunu Kelboğulları, Hanîfeoğulları ve Âmiroğulları gibi o dönemin önde gelen Mekkeli kabilelerine arz etmiş ama kabul görmemişti.

Nebî (sav) çok mahzundu. Kalbinin derinliklerinden dudaklarına dökülen bu hüznünü tarih kitapları şöyle kaydediyordu: “Allah’ım! Gücümün azlığını, çaremin tükendiğini ve insanlar tarafından hor görüldüğümü sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ki güçsüzlerin de benim de Rabbimsin. Kime emanet ediyorsun beni? Bana sevimsiz yüzlerini gösterip duranlara mı? Yoksa işimi eline terk ettiğin düşmanlarıma mı? Kime? Eğer sen hoşnutsan bu sıkıntılar dokunmaz bana. Ama nimetin daha ferahlık verir insana. Öfkenden ve öfkenin beni kuşatmasından, senin rızanın karanlıkları aydınlatan ve dünya âhiret işlerini düzene koyan nuruna sığınıyorum.”

Yakınlarından yeteri kadar destek ve koruma bulamayan mahzun Nebî artık panayır mevsiminde Mekke’ye gelen yabancıları dolaşıyor, onlara kendini tanıtıyor, İslâm’ı anlatıyor ve “Beni kavmine götürecek kimse yok mu? Kureyşliler beni, Rabbimin kelâmını tebliğ etmekten alıkoyuyorlar.” diyordu. O zamanlar aklı eren bir çocuk olan Rebîa b. Abbâd, Hz. Peygamber’in bu çabasına tanık olduğu ânı şöyle anlatıyordu: “Zü’l-Mecâz panayırında Hz. Peygamber’i, ‘Ey insanlar! ‘Allah’tan başka ilâh yoktur.’ deyin ki kurtulasınız!’ derken gözlerimle gördüm. Çarşının hangi sokağına girse kalabalık da peşinden gidiyordu. Kimsenin bir şey söylediğini görmedim. Ama o susmuyor ve ‘Ey insanlar! ‘Allah’tan başka ilâh yoktur.’ deyin ki kurtulasınız!’ diyordu. Ardından gelen şaşı bir adam da ‘Bu adam, dinden çıkmış ve yalancı birisidir!’ diyordu. ‘Bu kim?’ diye sordum, ‘Abdullah oğlu Muhammed. Kendisinin peygamber olduğunu söylüyor!’ dediler. ‘Onu yalanlayan kim?’ diye sordum, ‘Amcası Ebû Leheb.’ dediler.”

Bütün engellemelere rağmen Allah’ın Resûlü, insanları Allah’ın dinine davet etmekten vazgeçmiyordu. Her fırsatta onları Allah’a imana ve kurtuluşa çağırıyordu. Yine bir hac mevsiminde Yesrib’den yola çıkan ve içlerinde İyâs b. Muâz’ın da bulunduğu Abdüleşheloğulları’na mensup bir grup, Hazrec kabilesine karşı Kureyş ile anlaşma yapmak üzere Mekke’ye geldiler. Hz. Peygamber yanlarına gidip, “Geldiğiniz işten daha hayırlısını öğrenmek ister misiniz?” diye sordu ve onlara kendi elçiliğinden, Allah’a ortak koşulmamasından ve daha birçok şeyden bahsetti. İyâs b. Muâz etkilenmişti, “Ey Halkım! Vallahi bu, kendisi için geldiğiniz işten daha hayırlıdır.” dedi. Ancak grubun lideri Ebu’l-Hayser Enes b. Râfi’ yerden bir avuç toprak aldı ve İyâs’ın yüzüne serperek, “Bizi bırak! Ömrüme yemin olsun ki buraya farklı bir iş için geldik.” deyince İyâs susmak zorunda kaldı. Ve Nebî (sav) yine buruk ayrıldı meclisten. Hz. Peygamber’in bu daveti karşılıksız kalmıştı ve Yesribli grup inanmadan dönmüştü memleketine. Bir kişi hâriç: Ölünceye kadar imanını gönlünde taşıyan İyâs b. Muâz.

Peygamberliğin on birinci yılı hac mevsimindeki görüşmeler daha ümit verici geçmişti. Bir grup Yesribli tıraş olmuş ve ihramdan çıkmışlardı. Derken bir yabancı kendilerine yaklaştı ve “Kimlerdensiniz?” diye sordu. “Hazrec kabilesinden bir grubuz.” cevabını alınca, “Oturmaz mısınız? Size söyleyeceklerim var.” diye izin istedi ve verilen izin üzerine sohbet başladı. Anlatan anlattıkça daha bir yoğunlaştı dinleyenlerin dikkati. Kutlu Elçi’nin sözlerinin güzelliği nasipli kalplerin derinliklerine indi. Derken Nebî’nin dilinden süzülen âyetlerin aydınlığında tasdik ve kabul ifadeleri belirdi Yesrib’den gelen altı adamın yüzünde. Gönülden iman ettiler. Mahzun Nebî’nin kalbine sevinç düştü. Mümin Yesribliler, “Halkımızı bırakıp buraya geldik. Bizim toplumumuz kadar aralarında düşmanlık ve kötülük bulunan bir başka toplum daha yoktur. Belki Allah senin sayende bu toplumdaki düşmanlığı bitirir. Biz şimdi gideceğiz ve senin dinine onları davet edeceğiz. Bu din konusunda sana icabet ettiğimiz gibi onlara da bunu teklif edeceğiz. Şayet Allah senin sayende onları bir araya getirirse senden daha şerefli bir kimse yok demektir.” dediler ve iman dolu kalpleriyle vedalaşıp ayrıldılar Mekke’den. Yesriblilerin bu temennileri, aslında onların memleketlerine huzur getirecek, aralarında birliği sağlayacak bir önder arayışının da ifadesiydi. Arayışlarına karşılık bulacakları ve ertesi yıl Resûl-i Ekrem’e bağlılıklarını bildirecekleri Akabe Biati’ne zemin hazırlayan çok olumlu bir görüşmeydi bu.

Allah Resûlü’nün davetine icabet eden Yesribli grup memleketlerine vardıklarında sürekli Nebî’den (sav) ve İslâm’dan konuştular. Öyle ki bir yıl içinde Yesrib’de Resûlullah’dan bahsedilmeyen ev kalmadı. Zamanı iple çekti Yesribli müminler ve bir yıl sonra yine hac mevsiminde Hazrec kabilesinden on, Evs kabilesinden iki kişi olmak üzere, toplam on iki temsilci Akabe denilen geçitte Allah Resûlü ile buluştu. O gece Akabe geçidi, bir gönül sözleşmesine şahit oldu. O gece müminler Hz. Nebî’ye, Allah’a hiçbir şeyi eş tutmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, Allah’ın haram kıldığı canı öldürmemek, iftira etmemek, hayırlı bir hususta Peygamber’e isyan etmemek üzere biat etmişlerdi. Allah Resûlü de onlara, bu biatlerinin karşılığında mükâfatlarının Allah’a ait olduğunu söylemişti. Yesribli Müslümanlar adına iyilikten ve doğruluktan ayrılmamak üzere Sevgili Peygamber ile biatleşen bu on iki yürekli adam, bir sonraki hac mevsiminde buluşma dileğiyle ayrıldılar Mekke’den.

Yesrib’i “el-Medînetü’l-Münevvere” yani İslâm’ın nuruyla aydınlanmış bir şehir, “Medine” yapacaktı onların son Resûl ile yaptıkları bu sözleşme. Ticarî satın alma işlerindeki ahitleşmeler için kullanılan “beyat” ya da “biat” kelimesi, Resûlullah’la müminler arasındaki bu sözleşmeyle manevî bir anlama bürünmüştü. Aslında Allah ve Resûlü için yapılacak her türlü gayret de Allah nezdinde en kârlı ticaretti. Bu nedenledir ki Kur’an’da Yüce Rabbimiz, biatleşmeyi, getirdiği emir ve yasaklara uyma noktasında Hz. Peygamber’e itaatini arz etme ve bu konuda onunla sözleşme anlamlarında kullanmıştı. Hz. Peygamber, heyecan ve gayretle İslâm dinini öğrenmeye ve insanlara anlatmaya koyulan Medineli Müslümanlara, bilgisine güvendiği genç dostlarından Mus’ab b. Umeyr ile müezzinlerinden gönül gözüyle gören Abdullah b. Ümmü Mektûm’u öğretici olarak gönderdi. Çalıştılar, okudular, anlattılar. İslâm Medine’nin çehresini değiştirmişti. Bir sonraki hac mevsiminde Medineliler, aralarında kadın, erkek, genç ve yaşlıların da bulunduğu yetmişten fazla kişiden oluşan bir grup ile geldiler Mekke’ye, Hz. Nebî’ye bağlılıklarını sunmak üzere. İçlerinde Medine’nin önde gelen liderleri de vardı. Abdullah b. Amr yanına oğlu Câbir’i de almıştı. Berâ’ b. Ma’rûr, Sa’d b. Ubâde, Abdullah b. Revâha, Üseyd b. Hudayr, hanımlardan Nesîbe bnt. Kâ’b, Esmâ bnt. Amr ve daha niceleri...

Gece vakti Mekke şehri derin uykuda idi. Medineli müminler Akabe’deki buluşma yerine gelmiş, Hz. Nebî’yi araştırıyorlardı. Nebî (sav) amcası Abbâs b. Abdülmuttalib ile birlikte oturmuş gelenleri bekliyordu. Amcasının yüreğinde bir burukluk... Biliyordu ki bugün burada yapılacak biatten kısa bir süre sonra yeğeni artık Mekke’de olmayacak. Henüz Müslüman olmamıştı ama yeğenine çok güveniyor ve onu çok seviyordu. “Ey Hazrec topluluğu! Bildiğiniz üzere Muhammed bizdendir.” diye söze başladı. Daha sonra Peygamber Efendimizin şerefli kişiliğinden bahsederek onu kavmi içerisinde koruduklarını anlattı ve “O şimdiye kadar sadece size karşı bir yakınlık duydu ve size katılmak istedi. Eğer onu davet etmekle kendisine verdiğiniz sözü yerine getirebilecekseniz ve onu düşmanlarından koruyabilecekseniz sorumluluk size ait olsun. Ama eğer onu Mekke’den çıkarıp yanınızda götürdükten sonra yalnız ve yardımsız bırakacaksanız şu andan itibaren onu bırakın.” dedi. Bu sözler üzerine Hazrecliler, “Sözlerini dinledik. Ey Allah’ın Resûlü, konuş! Kendin için ve Rabbin için dilediğin konuda bizden söz al.” dediler. Resûlullah (sav) söze başlayarak önce Kur’an okudu ve Allah’a davet ederek İslâm’a teşvik eden sözler söyledi. Sonra şöyle buyurdu: “Beni, hanımlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacağınıza dair sizden biat istiyorum.” Berâ’ b. Ma’rûr, Kutlu Elçi’nin elini tuttu ve “Evet. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki ailemizi koruduğumuz gibi seni koruyacağımıza dair söz veriyoruz ey Allah’ın Resûlü. Yemin ederim ki biz savaş yiğitleriyiz!” dedi. Gülümsedi Sevgili Peygamberimiz ve “Kanınız kanımdır, malınız malımdır. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Savaştığınız ile savaşır, barıştığınız ile barışırım!” buyurdu ve onlardan biatin güvence ile yürütülmesi için on iki temsilci seçti.

Biatin yapıldığı Akabe mevkii, hacıların şeytan taşladığı yerin yakınlarındaki iki dağın arasında dar bir geçitti. Medineli Müslümanlar mekânın anlamına uygun olarak zorlu bir geçidi geçmek üzere söz vermişlerdi Allah Resûlü’ne. Ubâde b. Sâmit ve diğerleri hep beraber Hz. Nebî’ye, “Zorlukta ve kolaylıkta, hoşumuza gitsin veya gitmesin her hususta dinlemek ve itaat etmek, başımızdaki ehil kişiyle tartışmamak, nerede olursak olalım Allah hakkında kınayanın kınamasından korkmadan doğruyu söylemek üzere biat ettik.” dediler. İslâm’ın yeni yeni kalplere yerleştiği Mekke’de Hz. Peygamber, müminlerden iman, itaat ve ahlâkî erdemlerin kazanımı noktasında bağlılıklarını bildirmek üzere biat almaktaydı. Akabe’de Medineli Müslümanların Hz. Peygamber’e yaptıkları bu biat, hem Medine’de Müslümanların birliğini sağlayacak devletin kurulmasına zemin hazırlamış hem de biate imanî boyutun yanı sıra siyasî bir mahiyet kazandırmıştı.

Medineliler Allah Resûlü’ne ve Mekkeli Müslümanlara özellikle hicret sonrasında sağladıkları yardım ve desteklerinden dolayı, “yardım edenler” anlamına gelen “ensar” ismine lâyık görülmüştü.20 Böylece sosyal ve siyasî bir teşkilatlanmanın temellerini oluşturan Akabe Biatleri’nden sonra Hz. Peygamber dinî ve siyasî bir lider olmuştu. Mekke’de inanan cemaatin lideri görünümü taşıyan peygamberlik misyonu, Akabe Biati’nin hemen ardından başlayan ve Medine dönemine uzanan süreçte devlet başkanlığına dönüşmüştü. Bu anlamda biat sadece Hz. Peygamber’in peygamberliğine imanî bir bağlanış değil aynı zamanda onun dinî, siyasî ve toplumsal alanda önderliğini ve baş olduğunu tanımanın bir temsili hâline gelmişti.

Aradan geçen yıllar içinde Medine’de artık güçlü bir İslâm toplumu oluşturulmuştu. İman ile şereflenen her mümin, önce Allah Resûlü’ne biat ederek bağlılığını bildiriyordu. Fakat Hz. Peygamber, kölelerden ve çocuklardan biat almıyordu. Bir keresinde Zeyneb bnt. Humeyd, oğlu Abdullah’ı yaşı küçük olduğu hâlde biat için Peygamberimize getirmiş ancak Nebî (sav), “O daha çok küçük.” diyerek ondan biat almamış, ancak başını okşayarak kendisine dua etmişti. Hanımlar da toplu olarak ya da tek tek Hz. Nebî’ye biat ediyorlardı. Kur’an Hz. Peygamber’den onların biatlerini kabul etmesini istiyordu: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et...” (Mümtehine, 60/12.) Bazen Hz. Peygamber, hanımların çeşitli tutum ve davranışlarını dikkate alarak farklı şartlar üzere de biat alabilmekteydi. Nitekim hanım sahâbîlerden Ümmü Atiyye, kendi biatlerini şöyle anlatmıştı: “Hz. Peygamber bizden, cenazenin arkasından bağıra çağıra ağıt yakmamamız üzere biat almıştı.” Hz. Âişe’nin anlattığına göre, Resûlullah, kadınlarla biatleşirken onların ellerinden tutmaz, onlardan sözle biat alırdı.

Hz. Peygamber müminlerden güç yetirebildikleri hususlarda biat etmelerini istemekteydi. Zira Yüce Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyden sorumlu tutmamaktaydı. Nitekim bu konuda Cerîr b. Abdullah biat tecrübesini şöyle anlatmaktaydı: “Hz. Peygamber’e (sav) geldim ve ona, ‘Hoşuma gitsin ve gitmesin dinleyip itaat etmek üzere her hususta sana biat ediyorum.’ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), ‘Ey Cerîr, bunu yapabilecek misin, buna gücün yetecek mi?’ buyurdu ve şöyle ekledi: ‘Gücüm yettiği hususlarda de!’ Sonra her Müslüman’a karşı samimi davranmak şartıyla biatimi kabul etti.” Ümeyme bnt. Rukayka da birkaç kadınla birlikte Allah Resûlü’ne varıp biat ettiklerini ve Resûl-i Ekrem’in onlara merhamet göstererek yapabilecekleri ve güç yetirebilecekleri hususlarda onların biatini kabul ettiğini ifade etmektedir.

Hz. Peygamber’e biat etmek üzere gelenlerin ileri sürdüğü bazı şartlar da olabilmekteydi. Hz. Câbir’in anlattığına göre, Tâif’ten gelen Sakîf kabilesi heyeti, kendilerine zekât ve cihadın şart koşulmaması arzusu ile biat etmek istemişlerdi. Biatlerini kabul eden Allah Resûlü, “Onlar Müslüman olduklarında ileride zekât da verecekler, cihada da katılacaklar.” buyurmuştu. Onların İslâm’ı tam mânâsıyla anlayıp kalplerine imanın yerleşmesinden sonra imanlarının gerektirdiği her şeyi yapacaklarına olan inancının bir ifadesiydi bu. Bir başka rivayete göre ise bu heyet, Hz. Peygamber’e cihad için orduya alınmamaları, vergi ve namazdan muaf tutulmaları şartıyla biat edeceklerini ifade etmişlerdi. Allah Resûlü onların namazdan muaf tutulma isteklerini, “İçinde rükû bulunmayan dinde hayır yoktur.” diyerek reddetmiş, cihad ve vergi şartlarını ise zamana bırakmıştı.

Hicretin altıncı senesiydi... Gördüğü bir rüya üzerine Sevgili Nebî, yanına aldığı bin beş yüz kadar sahâbesi ile birlikte Kâbe’yi ziyaret amacıyla Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Ancak gece gündüz ihramlı bir vaziyette tam bir hafta süren meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye yirmi iki kilometre mesafedeki Hudeybiye’de müşrikler tarafından durdurulmuşlardı. Umreye çıkan Müslümanlar savaşma niyeti ile yola çıkmadıkları için yanlarına basit yolcu kılıçları dışında başka silah almamışlardı. Hudeybiye’de konaklayan Hz. Peygamber amaçlarının savaşmak olmadığını bildirmek üzere Hz. Osman’ı elçi olarak Mekke’ye göndermiş ancak Hz. Osman’ın dönüşü gecikmiş ve şehid edildiğine dair sonradan yalan olduğu anlaşılan bir haber yayılmıştı.

Aslında Hz. Peygamber’in ve Müslümanların niyeti sadece Kâbe’yi ziyaret etmekti. Ancak müşriklerin bu olumsuz tavırları olası bir savaşın habercisiydi sanki. Zira yıllardır memleketlerine hasret kalan muhacirler hem Beytullah’ı ziyaret edecek, hem de içlerindeki memleket hasretini bir nebze de olsa gidereceklerdi. Medine’de muhacirlere kucak açan ensar ise Allah Resûlü ile Kâbe’yi ziyaret etme arzusuyla düşmüştü yollara. Şimdi ise müşrikler tarafından engellenmeyi hazmedemiyordu Müslümanlar. Hiç hesapta olmayan bu engellenme sonucunda oldukça gergin bir atmosfer oluşmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bir ağaç altında dostlarını toplamış ve onlardan şartlar ne olursa olsun birlikteliklerini bozmayacaklarına dair biat almıştı. Câbir b. Abdullah, “O gün biz, Hz. Peygamber’e ölmek üzere değil, savaştan kaçmamak üzere biat etmiştik.” ifadeleri ile aktarır o günkü durumu.

Söz vermişti dostları ona, zorlukta da kolaylıkta da yanında olacaklarına dair. Biatin ardından Müslümanların kararlılıklarını gören Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber ile Müslümanlar açısından şartları ağır bir anlaşma yapmışlardı. Buna göre Müslümanlar geri dönecekler ve Kâbe ziyareti bir sonraki sene yapılacaktı. “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur...” (Fetih, 48/18) “Şüphesiz sana biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar.” (Fetih, 48/10) mealindeki âyetler Yüce Allah’ın bu biate katılan müminlerden razı olduğunu açıkça ifade ediyordu. Allah’ın müminlerden ve müminlerin de Allah’tan razı olmasından dolayı Hudeybiye’deki bu biat “Rıdvan Biati” olarak anıldı.

Böylece Allah ve Resûlü’nün emir ve tavsiyeleri doğrultusunda yaşama arzusu içinde olmalarının yanı sıra onun liderliğini ve devlet başkanlığını kabul eden müminler bu arzularını ve kabullerini Hz. Peygamber’e biat ederek bir sözleşmeye bağladılar. Ve ömürleri yettiği sürece bu sözleşmenin hükümlerine göre davranışlarını, isteyerek ve gönülden bağlanarak ayarladılar. On yıllık Medine döneminde değişik mekânlarda, değişik zamanlarda Hz. Peygamber’in kapısına koşanlar, güçleri nispetinde iyilik ve hayırda yarışmaya yürekten söz verdiler.

Biat ilk müminler için sadece imanî bir bağlılığı yansıtmıyor, Peygamber Efendimizin şahsında onun siyasî, dinî ve askerî alandaki otoritesini, savaşta ve barışta, zorlukta ve kolaylıkta, her hâlükârda kabullenmeyi de içeriyordu. Zira insanları bağlayıcı bir devlet sisteminin ve kanunların olmadığı bir toplumda Hz. Peygamber (sav) yeni bir hukuka dayanan bir şehir devleti kurmuştu ve bu devletin yöneticisi de kendisiydi. Bu bağlamda ilk müminlerin Hz. Peygamber’e yaptıkları biat, imanî açıdan olduğu kadar siyasî açıdan da oldukça önemliydi. Biat edip sözünde durana mükâfat olarak cenneti müjdeleyen Hz. Peygamber, sözünde durmayanın hükmünün ise Allah’a ait olduğunu söylemişti. Hatta bazı rivayetlerde, biat ile bağlılığını ifade etmeden ölenin câhiliye ölümü üzere öleceği bildirilmekteydi.

Hz. Peygamber sonrası dönemlerde de tarih içerisinde Müslüman devletlerde varlığını ve işlevini sürdüren biatin, lider ve yönetici kesim ile yönetilenler arasında her iki tarafı da sorumluluklarıyla bağlayan bir anlaşma olması sebebiyle siyasî niteliği ağırlık kazanmıştı. Halkın yöneticisini tayin etmesi ve karşılıklı yükümlülük beyanı içermesi bakımından biat, modernite öncesi dönemlerin katılımcı devlet yapısının bir unsuru olarak görülebilir. İslâm toplumunun Resûlullah sonrası ilk yöneticisi olma şerefini kazanan Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesi de biat yoluyla, yani halkın onayıyla gerçekleşmişti. Seçiminin ardından yaptığı konuşmada Hz. Ebû Bekir, “Doğru yaptığım sürece bana destek olun. Hata ettiğimde düzeltin.” demişti. Buradan anlaşıldığı üzere biat, gözü kara bir şekilde ölünceye kadar rastgele bir kişinin peşine takılıp sürüklenmeyi değil, hem yönetenin hem yönetilenin sorumluluklarını yerine getirmesini ifade etmekteydi.

Hz. Peygamber’in İslâm’ı kabullenecek kimse arayışı ile başlayan süreç, müminlerin Peygamber’le buluşup ona itaatlerini arz etmek için biatleşmeleriyle devam etti. Allah Resûlü’nün halifelerinden sonra biat bir süre daha işlevsel olmaya devam etti. Asırlar ilerledikçe, nice devletler gelip geçti, yönetim şekli hilâfetten saltanata dönüştü. Başlangıçta gönüllülük esasına dayalı manevî sorumluluğu olan biatin yerini, sultanların zorlamalarıyla yapılan, aksi takdirde maddî müeyyidesi olan cebrî biatler almaya başladı. İslâm’ın ilk asrında oldukça önemli bir işlevi olan biat, şartların, yönetim şekillerinin tamamen farklılaştığı günümüzde, ilk inananların Allah’a ve Resûlü’ne bağlılığını temsilî olarak anlatan bir kavramdır. Allah’a ve Resûlü’ne verilen ahdin bir ifadesidir. Günümüzde ise Müslümanlar, Hacerülesvedi selâmlarken temsilî olarak Allah’a verdikleri sözü, ahdi yinelediklerini düşünürler. Her ne kadar Nebî (sav) ile buluşup ona biat edemeseler de bugün müminler, kalplerindeki imanlarıyla ve ona lâyık ümmet olmak için ortaya koydukları çabalarla sunacaklardır Resûl’e olan bağlılıklarını.

Allah Resûlü’ne ashâb-ı güzîn hangi şartlarla biat etmişlerse onların izinden gitmeyi kendilerine şiar edinen müminler, âdeta onlarla berabermiş gibi aynı şartlara riayet etmeye çalışacaklardır. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, çocuklarını öldürmeyecekler, kimseye iftira etmeyecekler, iyi işlerde yöneticilerine karşı gelmeyecekler ve her Müslüman’a içtenlikle davranacaklardır. Böylece onlar, Sevgili Peygamberimize sundukları biatlerine son nefeslerine kadar sadık kaldıkları takdirde, gerçek hayat olan âhirette Resûlullah’ın ensar ve muhacirler için dilediği mağfirete onlar da nail olacaklardır.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

“Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur...” (Fetih, 48/18)

GÜNÜN HADİSİ:

Ubâde b. Sâmit anlatıyor: “Resûlullah (sav) ile birlikte bulunduğumuz bir toplantıda o bize şöyle buyurdu: ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, hırsızlık yapmayacağınıza, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyeceğinize biat edin. Aranızdan kim verdiği sözde durursa onun ecri Allah’a aittir. Kim de bunlardan birini yapar ve bundan dolayı cezalandırılırsa bu onun için kefaret olur. Ayrıca kim bunlardan birini yapar da Allah onu gizlerse onun durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse onu affeder, dilerse ona azap eder.’(Müslim, Hudûd, 41)

GÜNÜN DUASI:

Allah'ım! İnsanların görüp bilmediği her yerde senden korkmayı bana nasip eyle.

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU: Yemin ne demektir, dinî hükmü nedir?

CEVAP: Yemin, bir kimsenin Allah’ın ismini veya bir sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Mesela “Vallahi (Allah’a yemin ederim ki) şu işi yapmam”, “Billahi (Allah’a yemin ederim ki) şu yere gitmeyeceğim” şeklindeki beyanlar böyledir.
Yemin etmek aslında mübah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık hâline getirmek doğru değildir.
Yerine getirilmesi mümkün ve mübah olan bir şeyi, ileride yapacağına veya yapmayacağına yemin eden kişi, bu yeminini yerine getirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/702-703).
Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözün yerine getirilmesi hakkında “Yeminlerinizi koruyunuz (yerine getiriniz)” (el-Mâide, 5/89), “Allah adına yaptığınız ahitleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir.” (en-Nahl, 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.

KAYNAK: Din İşleri Yüksek Kurulu

Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ

Bu yazı toplam 834 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR