MUHACİR ve ENSAR İLK KUTLU İSLÂM NESLİ
Babası, Eble’de Kisrâ’nın valiliğini yapmıştı. Aslında Arap olan Süheyb b. Sinân, Musul’da Fırat kıyısında oturuyordu. Rumlar burayı istilâ ettiğinde Süheyb küçük bir çocuktu. Burada yetişti. Bu nedenle Allah Resûlü onun için şöyle derdi: “Süheyb, Rumların önde gelenidir.” Ammâr b. Yâsir ile aynı gün Müslüman olmuş ve onunla aynı kaderi paylaşmıştı Süheyb b. Sinân. Bir gün Ammâr b. Yâsir Allah Resûlü (sav) içerideyken Dârülerkam’da Süheyb ile karşılaşmış ve kendisine orada ne aradığını sormuştu. Süheyb, “Sen ne arıyorsun?” diye sorunca Ammâr, “Ben Muhammed’in yanına girip onun söylediklerini dinlemek istiyorum.” diye cevap vermişti. Süheyb kendisinin de aynı amaçla orada olduğunu söyledi ve birlikte Resûlullah’ın yanına girip Müslüman oldular.
Süheyb Müslüman olduktan sonra Allah yolunda akıl almaz işkencelere uğradı. Bu nedenle Müstaz’afîn’den (güçsüzlerden) sayıldı ve sonunda diğer Müslümanlar gibi hicret etmek zorunda kaldı. O, Hz. Ali ile birlikte Medine’ye en son hicret edenlerden birisiydi.
Mekkeli müşrikler onun hicret edeceğini anlayınca, “Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda servetini artırdın ve ulaşacağına ulaştın. Şimdi servetini alıp gitmek istiyorsun ancak vallahi bu mümkün değil!” diyerek tepkilerini gösterdiler. Fakat ashâbın tümü gibi Süheyb de Resûlullah ile her an birlikte olmak için can atıyordu. Onun için bu tehditlere aldırmadı. Hicret için yola çıktı. Hicreti esnasında Mekkeli bir grubun kendisini takip ettiğini anlayan Süheyb, bineğinden inip ok çantasına sarıldı ve gruba, “Ey Kureyşliler! İyi bilirsiniz ki ben sizin en iyi ok atanlarınızdan birisiyim. Allah’a yemin ederim ki çantamdaki okların hepsini size karşı kullanırım, bitince de size kılıcımı çekerim. Elimde hiçbir şey kalmayana kadar dilediğinizi yapın. Eğer istiyorsanız şimdi size servetimin yerini bildireyim, beni serbest bırakın!” diye seslendi. Müşrikler, bu teklifi kabul ettiler. Bunun üzerine Süheyb, servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devam etti.
Süheyb, Rebîülevvel ayının ortalarında Kubâ’da bulunan Allah Resûlü’ne kavuştuğunda Peygamberimizin (sav) yanında Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer bulunuyordu. Aralarında şakalaştıktan sonra Süheyb, Hz. Ebû Bekir’e, “Bana arkadaşlık etmek üzere söz verdin, yola çıktım ancak sen beni bırakıp gittin.” dedi. Ardından Peygamber Efendimize dönerek “Yâ Resûlallah, bana arkadaşlık etmek üzere söz verdin, yola çıktım ancak sen beni bırakıp gittin. Kureyşliler beni alıkoydular, ben de canımı ve ailemi servetim karşılığında satın aldım.” dedi. Resûlullah, Süheyb’e serveti karşılığında Mekkeli müşriklerden canını kurtarmasını ima ederek, “Satış kârlı çıktı!” buyurdu. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: “İnsanlardan öyle kimse de vardır ki Allah’ın rızasını isteyerek kendini satın alır. Allah, kullarına çok merhametlidir.” (2 Bakara, 2/207)
Aslında ticareti kârlı çıkan sadece Süheyb değildi. Allah yolunda mallarını ve canlarını feda etmekte bir an bile tereddüt göstermeyen, bu uğurda yurtlarını ve sahip oldukları her şeyi geride bırakıp Allah’ın Resûlü ile birlikte hicret eden bütün ashâb bu müjde ile şerefleniyordu.
Allah ve O’nun Sevgili Peygamberi için yapılan “Hicret” dinlerini yaşama imkânı bulamayan Müslümanların sahip oldukları her şeyi bu uğurda terk ettikleri destanın adıdır. Hicret, Allah ve Resûlü’ne teslimiyetin son noktasıdır. Hicret, zulümden kaçış değil bir arayıştır. Hakkı ayakta tutmak için eyleme geçmektir. Bu nedenle hicret Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan imanla ilişkilendirilmiş ve ne kadar faziletli bir eylem olduğu, “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.” (Nahl, 16/41.) gibi âyetlerle müjdelenmiştir.
Muhacirlerin hicret yolculuğu Peygamber Efendimizin peygamberliğinin onuncu yılında Mekke’nin Akabe mevkiinde Medineli altı kişiyle karşılaşmasıyla başlamıştı. Allah Resûlü onlara Kur’an okudu ve Müslüman olmalarını söyledi. Onlar da bu daveti kabul etti. Ertesi yıl ve daha sonraki yıl Medineli Müslümanlarla aynı yerde buluştu. Medineliler Resûl-i Ekrem’in ve etrafındakilerin zor durumda olduğunu görünce, onları memleketlerine davet ettiler ve Medine’ye hicret ettikleri takdirde kendilerini düşmanlarına karşı canları gibi koruyacaklarına söz verdiler.
Mekkeli Müslümanlar dinlerini gereği gibi yaşayabilmek için evlerini, işlerini ve hayata dair her şeylerini geride bırakarak Medine’ye hicret ettiler. Mekke’den ayrılırken çıktıkları kutlu yolculuk, muhacirleri cennetin kapılarına kadar götürmeye yeterdi. Zira yurtlarını ve bütün mallarını bırakarak çıktıkları bu yolculuk, eşi görülmemiş bir fedakârlığın ürünüydü. Allah (cc), çok zor bir eylem olan hicretin, bütün zorluklarına rağmen gösterilen bu fedakârlığın karşılığını şöyle müjdelemişti: “...
“Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret için) bir yol bulamayanlar müstesna (onlar cehennemlik değillerdir).” (Nisâ, 4/98.) âyeti inince güçsüz sayılan bu kişilerin hicret edemedikleri için sorumlu tutulmayacakları anlaşılmıştı. Ancak müminlerden böyle şerefli bir makama kavuşmayı cân-ı gönülden arzu edenler vardı. Hasta olmalarına rağmen onca zorluğu göze alıp Resûlullah’ın peşinden Medine’ye hicret etmek, onlar için canlarından daha önemliydi. Bu müminlerden birisi de Benî Leysli bir sahâbî olan Damra b. Îs (ya da Îs b. Damra) idi. Hasta olan bu sahâbî zengindi. Hastalığı dışında hicret için bütün imkânlara sahipti. Bu nedenle hicret etmek istediğini söyledi. Yakınları, hasta olduğu için onu bir yatağa yatırıp taşıyarak Medine’ye doğru yola çıktılar. Ancak Ten’îm’e ulaştıklarında Damra’nın durumu ağırlaştı ve Allah yolunda hicret etmek için büyük bir iştiyak taşıyan bu sahâbî orada vefat etti. “Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ, 4/100.) âyeti canını hiçe sayarak sırf Allah için yollara düşen Damra’ya fedakârlığının karşılığını müjdeliyordu.
Muhacirler şehirlerine ulaştığında Medineli Müslümanlar muhacir kardeşlerini evlerinde misafir ettiler ve tüm imkânlarını onların önüne serdiler. Allah Teâlâ Medineli Müslümanlara bu fedakârlıkları sebebiyle yardımcılar anlamında “ensar” adını verdi.
Ensar, Hendek Savaşı’na hazırlık için toprak kazıp taşırken şöyle diyorlardı: “Biz, Muhammed’e şöyle biat eden kimseleriz; yaşadığımız müddetçe daima cihad edeceğiz!” Peygamber (sav) onlara cevap olarak şöyle seslendi: “Allah’ım, gerçek hayat sadece âhiret! Sen ensara ve muhacirlere ikram et!”
Muhacirler, Medine’ye geldiklerinde, yaşadıkları hasretin yanı sıra Medine’nin havasına da uzun süre alışamamış, ağır biçimde hastalanmışlardı. Hz. Âişe, babası Hz. Ebû Bekir’in ve Bilâl-i Habeşî’nin yüksek ateşin yanında ve Mekke’nin de hasretiyle muzdarip hâllerini görünce durumu Allah Resûlü’ne (sav) bildirmiş, bunun üzerine o da şöyle dua etmişti: “Allah’ım! Mekke’yi sevdiğimiz gibi ya da ondan daha fazla bize Medine’yi sevdir. Allah’ım! Ölçü ve tartımıza bereket ihsan eyle. (Medine’nin suyunu ve havasını) bizim için ıslah et...!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’de Müslümanları birbirine gönülden bağlamak için her muhaciri ensardan biriyle kardeş ilân etti. Meselâ, Hz. Ebû Bekir’i Hârice b. Züheyr ile, Hz. Ömer’i İtbân b. Mâlik ile, Hz. Osman’ı Evs b. Sâbit ile kardeş yaptı. Ev sahibi durumunda olan ensar, bu kardeşliği o kadar önemsedi ki Resûlullah’a başvurarak hurmalıklarını muhacir kardeşleriyle kendi aralarında paylaştırmasını istediler. Allah’ın Resûlü böyle bir fedakârlık yerine hurmalıkların bakımını muhacirlerin üstlenmesi şartıyla ürünlerini onlarla paylaşmalarını uygun buldu.
Medine’nin en zenginlerinden olan Sa’d b. Rebî’ muhacir kardeşi Abdurrahman b. Avf’a mal varlığının yarısını kendisiyle paylaşmayı teklif etti. Bu üstün fedakârlığı sebebiyle ona teşekkür eden İbn Avf teklifi kabul etmedi, ticaret yaparak geçimini temin etmek üzere Kaynukâ pazarının yolunu tuttu. “(Erkek ve kadından) her biri için ana-babanın ve akrabanın bıraktıklarından (pay alan) vârisler belirledik.” (Nisâ, 4/33) âyeti nazil olana kadar muhacirler ensara akrabalarından önce mirasçı kılınırdı. Hayber Gazvesi’nde elde edilen araziler muhacirlere verilince, onlar da toprak sahibi oldu. Böylece ensar ile yaptıkları ortaklık anlaşması da sona erdi.
Ensarın yaptığı fedakârlıktan son derece memnun olan ve pek duygulanan muhacirler, bir gün Peygamber Efendimize bir endişelerini söylediler. Ensarın benzersiz yardımları dolayısıyla bütün sevapları alıp götüreceklerinden, kendilerine hiç sevap bırakmayacaklarından korktuklarını dile getirdiler. O zaman Resûl-i Ekrem, ensar için Allah’a dua ettikleri ve onları takdir edip övdükleri sürece onlara karşı görevlerini yapmış olacaklarını bildirdi.
Medineli Müslümanların muhacir kardeşlerine yaptıkları fedakârlık saymakla bitmez. Bir gün ensardan biri, Resûl-i Ekrem’in misafir edilmesini istediği fakir bir muhaciri alıp evine götürmüştü. Evinde ise sadece çocuklarına yetecek kadar yiyecek vardı. Hanımıyla el birliği ederek çocukları avutup uyuttular; evdeki o azıcık yemeği misafirlerine ikram ettiler. Hatta bir bahaneyle lambayı da söndürerek misafirle birlikte yemek yiyormuş gibi yaptılar. Karı koca o gece çocukları gibi aç yattılar. Bu olay üzerine Allah Teâlâ, ensarın fedakârlığını şöyle anlattı: “Daha önce kendilerine bir yurt edinmiş ve imanı benliklerine sindirmiş olanlar, kendilerine hicret edenlere muhabbet beslerler; onlara verilenlerden dolayı gönüllerinde bir sıkıntı duymazlar; hatta kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin hırsından korunmuşsa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59/9)
Resûl-i Ekrem, ensarın muhacir kardeşlerini sevgiyle kucaklamasını ve her şeylerini onlarla paylaşmasını hiç unutmadı. Bu sebeple “Ensarı sevmek imanın alâmetidir; onlara karşı nefret beslemek ise münafıklığın alâmetidir.” buyurdu. Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiç kimsenin onlara nefret duymayacağını, onları seveni Cenâb-ı Hakk’ın da seveceğini, onlara nefret besleyene ise Allah’ın da buğzedeceğini bildirdi.
Bir defasında Peygamber Efendimiz bir düğünden gelmekte olan ensar çocuklarıyla hanımlarını görünce ayağa kalktı ve onlara iki defa, “Allah’ım! Sizler benim en sevdiğim insanlardansınız.” buyurdu. Bir başka sefer ensardan bir hanım bazı ihtiyaçlarını bildirmek için çocuklarıyla birlikte geldiğinde Allah Resûlü onlara, “Siz, insanlar arasında en çok sevdiklerimsiniz.” buyurdu. Kimi zaman ensara olan muhabbetini yeminle bile dile getirmişti.
Allah Resûlü Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetleri, gönüllerini İslâm’a ısındırmak için yeni Müslüman olan bazı Kureyşlilere dağıtmıştı. Bunu gören bazı ensar gençleri, Resûl-i Ekrem’in Kureyşlileri daha üstün tuttuğu için ensara bir şey vermediğini zannetti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber (sav) onları bir çadırda topladı ve başkaları evlerine dünya malıyla dönerken kendilerinin Resûlullah ile dönmelerinden razı olup olmadıklarını sordu. Ardından şunları söyledi: “Eğer hicret olmasaydı elbette ben ensardan bir kimse olurdum. Eğer insanlar bir vadi veya dağ yolunu tutsalar muhakkak ben ensarın vadisini yahut dağ yolunu tutardım.”
Mekke’yi fethettiğinde de Kureyş’ten intikam almayıp onları affetmesi, Ebû Süfyân’ın evine sığınanlarla evlerine girip kapılarını kapatanların güvende olduğunu ilân etmesi, ensarda Hz. Peygamber’in ana yurdu Mekke’ye yerleşeceği endişesini uyandırmıştı. Resûlullah’ın, doğduğu şehre ve yakınlarına karşı müsamahakâr davrandığı konuşulmaya başlanmıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü onlara, “Ey ensar topluluğu!” diye seslendi. “Buyur yâ Resûlallah!” dediler. “Siz böyle demişsiniz. Bir insan kendi memleketini sever.” buyuran Peygamberimize “Evet, böyledir.” cevabını verdiler. Resûlullah, “Hayır, ben Allah’ın kulu ve resûlüyüm, ben Allah’a ve size hicret ettim. Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle olacak.” buyurmuştu. Onun bu sözlerini duyunca ağlaşan sahâbe, “Vallahi biz bunu, sadece Allah’ı ve Resûlü’nü kıskanıp paylaşamadığımızdan dolayı söyledik.” demişler, Hz. Peygamber bu mazereti, “Allah ve Resûlü sizi tasdik ediyor ve mazur görüyor.” diye cevaplamıştı.
Allah’ın Sevgili Elçisi son günlerinde ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Onun vefat edeceğini anlayan ensar grup grup toplanarak ağlamaya başlamıştı. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, ashâbına hitaben bir konuşma yaptı. Bu konuşmada ensarın kendi üzerine düşen görevi hakkıyla ifa ettiğini, bunun karşılığında onlara iyilik etmenin ve kötülüklerini affetmenin Müslümanların bir görevi olduğunu hatırlattı. Medine’de ensarın gittikçe azalacağını, buna karşılık başkalarının çoğalacağını haber verdi ve yönetime gelecek kimselerin ensara iyi davranmasını, onların iyilerini hoş karşılayıp kötülerini bağışlamasını tavsiye etti.
Resûlullah Efendimiz, muhtelif vesilelerle ve ensarın arzusu üzerine onların oğullarının ve torunlarının da kendilerinin izinden giden hayırlı birer Müslüman olmaları için dua etmişti.
Bir defasında ensar mahallelerini/kabilelerini fazilet bakımından sıralarken onların en faziletlisinin Neccâroğulları, Abdüleşheloğulları, Hârisoğulları ve Sâideoğulları olduğunu söyledi. Esasen ensarın yaşadığı her yerin hayırlı olduğunu belirtti.
Peygamber Efendimiz hem Mescid-i Nebevî’yi yaparken hem de Hendek Gazvesi için hendek kazarken muhacirlerin ve ensarın canla başla çalıştıklarını görünce, “Allah’ım! Gerçek hayır, ancak âhiret hayrı. O hâlde bağışla muhacir ve ensarı.” diye onlara dua etti. Ayrıca ensarın ürünlerinin bereketlenmesi için de Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu.
Ensarın muhacir kardeşlerine olan hizmeti göz yaşartacak nitelikteydi. Nitekim Yemen’deki Becîle kabilesinin reisi olduğu hâlde hicretin onuncu yılında yüz elli hemşehrisiyle birlikte her şeyi geride bırakarak Medine’ye gelen Cerîr b. Abdullah, ensarın Resûlullah’a hizmetine hayran kalmıştı. Cerîr, bir yolculuk sırasında, kendisinden yaşça pek küçük olan Enes b. Mâlik’e hizmet etmeye başlayınca Enes pek mahcup oldu. Cerîr ona bu davranışının gerekçesini şöyle anlattı: “Ensarın Resûlullah’a (sav) nasıl davrandığını gördüm ve kendi kendime şayet ensardan biriyle arkadaşlık edersem onun hizmetinde bulunacağıma dair yemin ettim.”
Ensarın sadece erkekleri değil kadınları da yiğit ve fedakâr insanlardı. Peygamber Efendimiz savaşa giderken Enes b. Mâlik’in annesi Ümmü Süleym başta olmak üzere diğer ensar hanımları da onunla birlikte savaşa katılırdı.
Öte yandan ensar hanımları dindarlıkları dolayısıyla da Resûlullah’ın takdirini ve övgüsünü kazanmışlardı. Hz. Âişe de utanma duygusunun onları dinlerini öğrenmekten alıkoymadığını, her şeyi Resûlullah’a sorup öğrenmelerine hayran kaldığını söylemişti.
Peygamber Efendimiz ensarın meşru zevk ve âdetlerini de önemserdi. Bir defasında Hz. Âişe bir hanımın ensardan bir adamla evlenmesine vesile olmuş, düğün sırasında Resûl-i Ekrem, “Âişe! Sizin eğlenceniz yok mu? Oyun ve eğlence ensarın hoşuna gider.” diye sormuştu.
Peygamber Efendimiz, her şeylerini Allah ve Resûlü uğrunda terk edip Allah’ın Elçisi’nin etrafında toplanan ve hizmet için ondan emir bekleyen muhacirlere de pek değer verir, onların kendi yanından ayrılmasını hiç istemezdi. Onlara her zaman ihtiyaç duyduğunu kendilerine hissettirirdi. Mekke fethedilene kadar bu böyle devam etti. Hac ve umre için Mekke’ye gittiklerinde bile, görevlerini tamamladıktan sonra orada ancak üç gün kalabileceklerini söylemişti. Hz. Ömer de kendisinden sonra yapılacak halife seçiminde ilk muhacirleri tavsiye etmiş, onların haklarına riayet edilmesini, kendilerine saygı gösterilmesini öğütlemişti.
Hicretin, bu kutlu yolculuğun sembolleşen isimleri olan muhacir ve ensar, bütün çağlara örnek oldular. Hz Peygamber, “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selâmette olduğu (zarar görmediği) kişidir. Muhacir ise Allah’ın yasakladıklarını terk eden kimsedir.” buyurmuştu. Zira hicretle ruhları yeşertecek öncüler ancak kendi içlerinde günahlardan sevaplara; mâlâyânîden Allah rızasına yelken açıp hicret edebildikleri oranda diğer insanlara örnek olabilirlerdi. Gittikleri yerleri yeşertmeleri kendi ruh ve gönül dünyalarında her şeyi bir yana bırakıp Allah ve Resûlü’ne hicret etmeleri ile mümkün olabilecekti. Nitekim ensar ve muhacir böyle yapmıştı. Allah Resûlü’nün önderliğinde şirk bataklığını terk edip Allah’a doğru yola çıkmışlardı. Böylece Allah ve Resûlü’nün adını duyurmak için yollara düşen günümüz muhacirlerine, Allah uğruna hicretin önce kalplerde gerçekleşmesi sonra da mekânlara taşınması gerektiğini bu kutlu nesil öğretti... Ensarın muhacirlere sahip çıktığı gibi günümüz muhacirlerine sahip çıkmak ise ancak kendisine ensarı örnek alan büyük gönüllere nasip olabilecekti...
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de andolsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/195.)
GÜNÜN HADİSİ:
Abdullah b. Amr’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selâmette olduğu (zarar görmediği) kişidir. Muhacir ise Allah’ın yasakladıklarını terk eden kimsedir.” (Buhârî, Îmân, 4)
GÜNÜN DUASI:
“Allah’ım! Gerçek hayır, ancak âhiret hayrı. O hâlde bağışla bizleri.”
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: “Allah böyle yazmış, ben ne yapayım?” demek doğru mudur?
CEVAP: Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insanın, “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, ben ne yapayım?” diyerek günah işlemesi uygun olmayacağı gibi günah işledikten sonra kaderi bahane ederek kendisini suçsuz sayması da doğru olmaz.
Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a (c.c.) mahsustur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (el-En‘âm, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, bizim sorumluluktan kaçarak kötü ve yanlış işleri Allah’a havâle etmemize yol açmamalıdır. Bu, kader inancını istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Zira Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah (c.c.) da o sebeplerin sonucunu yaratır. Bu ilâhî bir kanundur ve kaderdir.
Sonuç olarak insanların, sorumluluk alanlarına giren meselelerde “Ben ne yapayım, kaderim böyle” demesi doğru değildir. İnsan, Allah’ın sorumluluk yüklediği alanda özgür bırakıldığı için inancından ve yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir.
KAYNAK: Din İşleri Yüksek Kurulu
Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.