BAŞ…
Baş, baş olmayınca her şey yaş… Baş, başta olmayınca evde olmaz aş… Her bir şey, başa bağlı… Vücudu yöneten baş… Baş, vücuda hâkim… Vücut, başa hâkim ise, başın hükmü olmaz; baş nefsin hükmüne tâbi olur… Baş badırık olmalı insanda… Baş yoksa, başkalarının yörüngesinde olur o insan… Badırık yoksa, konuşmasını bilmez, kaba sabadır o kimse… Baş, başta olmalı; başta da badırık olmalı… Kimseden izin almaksızın dilediği gibi davranan, failimuhtar, muhtar olunca, mahalleyi ihya değil, imha eder… Başta beyin var, göz var, kulak var, ağız var, kalbe giden yol var… Başsız başın neyi var? Ne kimseye baş ağrısı olunmalı ne de kimsenin başı ağrıtılmalı… Başarabilmek için gerçek dostlarımızla baş başa vermek gerek… Gerçi dost başı, iş başında ve yolda belli olur… Böylesi baş, baş tacı… Can dost ile hemhâl olunca, başımız dik, ellerimiz ve yüreğimiz hilâl olur… Elbette, baş nereye giderse, el-ayak-vücut da oraya gider… Gidilen yer, başa bağlı… Başın belâsı, ukalâ baştan çıkar… Dert bu, başa gelmeyince bilinmez… Başımıza gelen en güzel şeydir aslında; hak bildiğimiz yolda yalnız da kalsak başımızın ağrıması… İnsan olabilmenin bedelidir, baştaki düşünce çilesi… İnsan kalabilmenin bedeli ise, başımızın içindeki aklımızı kullanabilmektir; aklımız ile kalbimiz arasındaki yolda gidebilmektir… Önemli olan, başımız daralmadan, başımız dara düşmeden, başımızdan büyük işlere girişmeden başımızın dinçliğinin kıymetini bilebilmektir…
Herkese ve her bir şeye baş sallayarak ancak sallabaş olunur… Başımız belâda olmasın diye, baştan da olmak, akıl kârı değil… Başkasının başını düşünmeyen, kendi başını yer önce… Bırak başımız ağrısın; ağrıyan başımız, başımıza başkasının musallat olmasından iyidir… Başımızın ağrıması, düşündüğümüzün, sorguladığımızın emaresidir… Hem başımız yukarda olsun, hem başımız yumuşak olsun… O zaman başımız, başlar üstünde olur… Başımızı kaşıyalım, başımızı öne eğelim, lâkin başımızı başkasına kiraya vermeyelim… Sevelim, sevilelim; baştan çıkmayalım, başa kakmayalım… Başa gelen çekilir, baş aşağı gidince… Kendi başımıza hareket güzel belki, birine baş bağlayıp baştan ayaktan olunca… Biriyle baş başa kalınca anlar insan neyin ne olduğunu... Baş başa verince kimin baş belası olduğu daha iyi anlaşılır... Gerçekten baş döndürücü hızla gelişen dijital çağda her bir şeyle baş edebilmek zor… Baş elde iken, yaşarken, sağken, ölmemişken, bir problemle baş edebilmeyi nasıl mı becerebiliriz? Topluma musallat olan başlara baş eğmeyerek… Her nerede olursak olalım, bir salgın baş gösterdi mi anlarız kimin veya neyin baş tacı olduğunu… Birilerini baş üstünde tutmak ya da birilerinin başına kakmak? Tercihimiz? Ortasını bulmak, başın göğe ermesi de olmaz o zaman… Hangi baş, baş tacı olsun diye düşünürüz, KIZILELMA ülküsüne baş koyduğumuzda… Kadim medeniyet kodlarımızda ve milletimizin ferâsetinde gizli, hangi başın baş olması gerektiği… Başın başı, başın da başı vardır… Ya Devlet başa ya kuzgun leşe… Büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır… Büyük bir zafer için her bir tehlike, hatta ölüm dahi göze alınır… Ya baş ile başarılır, büyük bir varlığa ve makama ulaşılır ya da baştan elden ayaktan olunur… Ayaklar baş, baş ayak olmadan; aklımızın başımıza gelmesi şart! Aklımızın başta olmaması, aklımızın baştan gitmesi, baş aşağı düşmemize neden… Ayağımızın pabucunu başımıza giyerek hangi başımızla hangi sorunla baş edebiliriz? Ayrı baş çekmekle sadece başımız ağrır, başımız kazan gibi olur, başımız yere düşer…
Meşhur Nasreddin Hoca fıkrası… Bir gün, biri, Hoca Efendi’yi evine davet etmiş… Nasreddin Efendi de, davete icap etmiş… Davet edilen yere gitmiş… Nasreddin Efendi eve yaklaşınca, davet eden kişi, başını pencereden içeriye doğru çekmiş… Nasreddin Efendi kapıdaki tokmağı vurunca, davet eden kişinin hanımı; “Bey evde değil. Sonra gelin.” demiş… Nasreddin Efendi; “Bey’inize söyleyin, bir daha bir yere giderken başını pencerede unutmasın.” demiş… Böylesi baş değil kastımız… Başımızı kaldıramamak, başımızı taştan taşa vurmak, sadece başımızı düşünmek ve başımızın çaresine bakmak demek… Baş fırıldak olunca, baş, başta olsa ne yazar? Kapıya gelen baş tacı… Kapımıza da kalbimize de vuran buyursun… Soframız, Halil İbrahim sofrası… Soframızda her cana yer var… Soframızda olan, yesin içsin; ama vatanımıza ihanet etmesin… Halil, İbrahim ve Halil İbrahim olamayanların sofrası, Halil İbrahim sofrası değil; kurtlar sofrası… Kurtlar sofrasındaki başların, ülkemizde gözü olan başlara bağlı olduğunu görebilen başlara ihtiyacımız var! Aklı başında olan başlara… Kadim medeniyetimizdeki bu başlar, ‘Bayrak Vatan Millet Devlet’ dediler; başlarını verdiler, her şeylerini terk ettiler ve KIZILELMA ülküsüne baş koydular… Ya biz? Tek derdimiz, midemizi düşünmek ve başımız sıkılınca sıvışmak, yanı başımızdakileri başımızdan savmak… Ömer Seyfettin tarafından dillendirilen Başını Vermeyen Şehid hikâyesi… Osmanlı Devleti döneminde 1555’te Grijgal Kalesi düşman askerleri tarafından sarılmış… Yüz on kişilik Osmanlı taburu, bin kişilik düşman askerlerinden meydana gelen şövalyeler ile vuruşmuş… Kalenin savunan askerlerimizden biri Deli Mehmet… Deli Mehmet, kahramanca mücadele vermiş… Sonunda, bir düşman askeri gelmiş ve başını gövdesinden ayırmış… Buna şahit olan can yoldaşı Deli Hüsrev, “Canını verdin, başını verme şehidim.” demiş… Bu söz üzerine, Deli Mehmet’in gövdesi yerden kalkmış; at üstünde götürmekte olan düşman askerinin peşinden yetişmiş ve başını geri almış… Bu hâdiseye şahit olan Kuru Kadı hayretler içinde kalmış… Bu hâdise sebebiyle, askerlerimizin moralleri yükselmiş, yenilgi zafere dönüşmüş…
Başımızı birilerinin kuyruğuna endeksli hâle getirip yaşamayı tercih etmek, kendine ait olamamakla, başımızı başka başa bırakmakla alâkalı… Önce bir baş, sonra bir başımıza baş olmak, sonra baş başa verip birlikte olmak; doğru olanı… Birilerinden geçinerek, başımızı kiraya vererek asalak baş olunur; saygın bir baş olunmaz… Asalak bir baş, kendi başını yiyip bitiren kurt gibidir… Asalak bir baş, çalışmayı tembelliğe dönüştürür… Asalak baş, habbeyi kubbe; kubbeyi habbe gibi gösterme hokkabazlığı yapar… Böyle bir baş asalak baş olur, kopya çeker, kopya verir, kopya çekilmesine göz yumar… Asalak olan baş, taklitçi zihniyetin figüranıdır… Asalak başı tanımak zor değil… Etrafımızda kümelenmiş boş teneke gibi tıngırdayıp, sloganları fikir zanneden bir çığırtkanın bozuk plak gibi çıkardığı sesin çıktığı baştaki ağza bakmak kâfi… Baştan çıkmak ise, en kötüsü… Mazlumun âhı, dünyamızı başımıza dar eder, başımız dertten kurtulmaz… Sorumluluğu başka başlara havale etme ucuzluğudur bu… Bunu aşmanın yolu, akıl-kalp terazisiyle hareket etmektir… Bunu aşmanın yolu, kula kul olmamaktır… “Kula kulluk etme! Unutma ki sen de kulsun. Ve kimseye gerektiğinden fazla önem verme! Yoksa unutulursun.” (Necip Fazıl Kısakürek)…
Mâlum, balık baştan kokar; kötü bir iş, kötü yönetici baş olduğunda, toplumda her şey bozuk olur… En kötüsü, kokunun balığın kuyruğuna kadar gelmesi… Bu, iflâh olmaz durum… Zâlimin karşısında başı dik, mazlumun karşısında başı eğik olan başın/başların kıymetini bilelim… Başımız bize ait olsun; bedenimiz de başımıza… Selam, sevgi ve saygılarımla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.